1968’den ’98’e, trajediden komediye

Nail Satlıgan gazetemizin “onur yazarı” olmaya bu sayıda da devam ediyor. 28 Nisan’da yitirdiğimiz yoldaşımız maalesef Türkiye tarihinin çok özel bir anı olan halk isyanını yaşayamadı. Bu sayfada yayınlamakta olduğumuz 1968 konulu yazısı bugünkü olaylarla ilginç benzerlikleri olan bir döneme ışık tutuyor. Nail yoldaşımızın Deniz Gezmiş’i ve arkadaşlarını Kemalist diye sunmak isteyenlere sert biçimde karşı çıktığı bu yazı, 1968 ile günümüz arasında karşılaştırma yapmak açısından yararlı olabilir aynı zamanda.

1968’in üzerinden otuz yıl geçti. 1968 o günlerin solu ve yeni yeni radikalleşen gençleri için çok önemli bir yıldı; bugünün, çoğu o tarihte henüz dünyaya gelmemiş genç isyancıları için efsanevi bir yıldır.

1968’in gençleri, devlete ve düzene karşı çıkarlarken kendilerini yaman bir “kuşaklar arası çatışma”nın da içinde bulmuşlardı. Onların, İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı büyüme dönemi ve “soğuk savaş”ın bütünleştirici etkisine fazlasıyla maruz kalmış ana babaları arasında çocukların davasına yakınlık duyanlar pek azdı. Günümüzün genç kuşağı, devlet ve düzen güçlerinin zulmü açısından değilse bile hiç değilse bu bakımdan daha talihli sayılabilir. Ne de olsa onların ana babaları arasında, kendileri ’68’in bir parçası olmuş, o dönemde radikalleşmiş, ideallerini ve umutlarını o günden beri canlı tutmuş olanlar vardır. ’60’ların ikinci yarısı bir siyasal uyanma, baş kaldırma, düşünsel yenilenme, gençliğin radikalleşmesi dönemi oldu. Ama 1968, özellikle önemli bir yıl olarak sivrilir.

’68 denince, ilk akla gelen, mayıs-haziran aylarında Fransa’da patlak veren devrimci alt-üst oluştur. Ama ’68 aynı zamanda, Vietnam’da Tet Taarruzu’nun, Mexico’lu öğrencilerin kütlesel ayaklanmalarının, Çekoslovakya’da Prag Baharı’nın ve dünyanın her tarafında daha pek çok isyanın yaşandığı yıldır.

1968’in başındaki Tet Taarruzu, Washington’un, savaş makinesinin üstün çıkabileceğine olan güvenine müthiş bir darbe indirdi. Yarım milyon ABD askeri, sonunda Vietnamlı özgürlük savaşçılarını kentlerden uzaklaştırdı. Ama bunun bedeli ağır oldu.

Taarruz, kukla rejimin her türlü halk desteğinden yoksun olduğunu gösterdi; ABD yönetici sınıfının belirleyici kesimlerinin iradesini kırdı ve dünyanın her tarafında ABD’nin kirli savaşına karşı çıkanlara esin kaynağı oldu.

1968 Türkiye’de de çok önemli bir yıl oldu. Fabrika, toprak ve üniversite işgalleri, 1968 yılına damgasını vurdu. Antiemperyalist mücadelede büyük bir yükseliş görüldü. Amerikan 6. filosunun İstanbul’a gelişi, Amerikalı askerlerin Dolmabahçe’de “denize dökülmelerine” varan protestolarla karşılandı. Öğrenci gençlik, Vedat Demircioğlu’nun şahsında devrimci mücadelesinin ilk şehidini verdi. Ankara ve İstanbul’da üniversite ve yüksekokullar, İstanbul’da Derby Lastik Fabrikası işgal edildi. Hem sonradan Dev-genç adını alacak olan Fikir Kulüpleri hem de DİSK bu mücadeleler içinde kütleselleşti.

1968’in Türkiye’deki seyriyle ilgili değerlendirmelerde çoğu kez savsaklanan çok önemli bir gelişmeyi de unutmamak gerekiyor. 1967 Kasımında yapılan “Doğu mitingleri” takvim açısından olmasa da toplumsal siyasal bakımdan 1968’in parçasıdır. Kürt ulusal uyanışının başlamasında önemli bir rol oynayan bu mitingleri, o sırada Türkiye sosyalist hareketinin bütününü kapsayan Türkiye İşçi Partisi düzenlemişti.

‘60’lı yıllarda Türkiye’de ve bütün dünyada gençliğin radikalleşmesi, geçmişten kalma bütün geleneklere ve muhafazakarlığa  karşı bir baş kaldırmaydı; dogmacı olmayan, yeni ve özgürlükçü bir solun oluşumuna yöneliyordu. Cinsellik, giyim kuşam, müzik ve siyaset üzerindeki eski köstekleri kaldırıp atan siyasal ve kültürel bir baş kaldırmaydı.

Toplumsal ve kültürel törelerde meydana gelen değişmelerin birçoğu, bugün doğal görünebilir. Ama o dönemin koşullarında bunlar, kadınlar, ırkçılık, Üçüncü Dünya, çevre ve cinsel siyaset gibi konularda geniş kitlelerin bakış açılarını kökünden değiştiren büyük bir dönüm noktası oluşturuyordu.

Bu sorunları gündeme getirmek için benimsenen yöntemler de radikaldi- protestolar, gösteriler, kitle eylemi, “doğrudan eylem”, bireylerin ve grupların gerçekleştirdiği kahramanca eylemler gibi. “Dünyayı değiştirme”nin mümkün olduğu duygusu her yerde gelişip güçleniyordu.

1968 o günlerden bu yana, hiç bitmeyen bir ideolojik kavganın konusu oldu. Kapitalist egemenler ve paralı yardakçıları, 60’lardaki radikalleşmeyi yüzeysel öğelerine indirgemeye çalıştılar. Üslubu, yüzeysel ve simgesel olan, özün, siyasal isyanın, karşısına çıkarmaya kalktılar. Türkiye’de buna, geçen yılın 28 Şubatından başlayarak bir de Realpolitik unsuru eklendi. Egemen sınıfların “batıcı-laik” kanadı, “İslamcı-doğucu” kanadıyla olan kapışmasına, 1968’in mirasını alet etmeye çalışıyor. Şu günlerde devam eden Samsun-Ankara yürüyüşü bunun en taze örneği.

Türkiye’de 1968’in başkahramanı Deniz Geçmiş idi. Deniz, 1968’in Kasım ayında Samsun ile Ankara arasında yapılan “Mustafa Kemal yürüyüşü”ne katıldı. O dönemde 68’lilerin saflarında, Kemalizm ile Marksizm arasında yalnız siyasal düzlemde değil, ideolojik düzlemde de bir “Çin Seddi” bulunmadığı anlayışı egemendi. Deniz’in de o günlerde bu görüşü paylaşması kadar doğal bir şey olamaz. Esasen o sırada sosyalistlerin çoğunluğu ile birkaç yıl sonra 8 Mart girişimini tezgahlayacak olan kadrolar arasında “ittifak benzeri” bir ilişki vardı. Ama Deniz’in teorik ve pratik gelişimi o noktada durmadı. “Mustafa Kemal yürüyüşü”nün   eminence grise’leri, üç yıl sonra kalkıştıkları, Türk ordusunun, Muhsin Baturların, Faruk Gürlerlerin başını çektikleri bir hizbi eliyle tezgahlayacakları “ilerici” bir darbe yoluyla, “milli demokratik devrim”i “kemale erdirme” tertibini yüzlerine gözlerine bulaştırırlarken Deniz, aynı ordunun mahkemeleri karşısına bir başka “ordu”nun lideri olarak çıkacaktı. Deniz’in o günlerde kestirdiği gibi resmi ordu, bu alternatif ordu kurma girişimini affetmedi. Onu, başka askeri mahkemelerin kararlarıyla çelişmeyi, çeliştiği mahkemeleri lağvetmeyi göze alarak arkadaşları Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan ile birlikte darağacına yolladı. Deniz’in idam sehpasında haykırdıkları arasında şu sözler de vardı: “Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği.”

Aradan 30 yıl geçtikten sonra, ‘68’i ve Deniz ile arkadaşlarını Samsun-Ankara yürüyüşünün bir “ikinci basım”ıyla anmak isteyenler, bir “büyük ustanın” şu uyarısından hiç nasiplenmemişler demektir: “Hegel, bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” (Karl Marx, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i”)

1968’de orduyla “devrimci güç birliği” perspektifini gözeten Deniz’in hayatına dört yıl sonra aynı ordunun bir mahkemesince son verilmesi bir trajedi – ama şaire “Sana acıyorsam anam avradım olsun” dedirten bir trajedi – olabilir.

Otuz yıl sonra özelleştirmeci, özel savaşçı, “yeni ortacı” Tony Blairci CHP’lilerle kol kola Samsun-Ankara yürüyüşü düzenlemek ise olsa olsa en pestenkerani cinsinden bir farstır.

Aklıma gelmişken sorayım: Deniz ve arkadaşlarının idamlarını onaylayan yasanın kaldırılması için Meclise dilekçe vermeyi akıl etmişsiniz. Peki, o yasanın onayladığı askeri mahkeme kararını “tashih” ettirmek için Genelkurmaya dilekçe vermeyi de düşünüyor musunuz?

3 Mayıs 1998