1914-2014 (2): Cihan Harbi’nde Osmanlı emperyalizmi

Eski adıyla Cihan Harbi veya Harbi Umumi, yeni adıyla Birinci Dünya Savaşı, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin varisi olduğu Osmanlı için tarihi önem taşıyan bir olay oldu. Cihan Harbi, Osmanlı açısından padişah Mehmet Reşat’ın Hattı Hümayunu ile Cihad-ı Ekber (En Büyük Cihad) ve padişah aynı zamanda bütün Müslümanların halifesi olduğuna yaslanılarak bir Cihad-ı Mukaddes (Kutsal Cihad) olarak ilan edilen bir büyük savaştı. Büyük iddialarla ve imparatorluğun genişlemesi düşleriyle başladı, imparatorluğun tarihe karışmasıyla sonuçlandı. Osmanlı için Cihan Harbi aslında 10 yılı aşkın bir dönem boyunca neredeyse süreklilik gösteren bir savaş halinin parçasıydı. 1911’deki Trablus Harbi ile 1912-13’te yaşanan Balkan Harbi’ni kısa bir soluklanmadan sonra 1914-18 arasında Birinci Dünya Savaşı, yine kısa bir aralıktan sonra 1919-1922 arasında ise Milli Mücadele olarak anılan savaş dönemi izleyecektir. 1923’te cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu uzatılmış savaşlar dizisi imparatorluğun çökmesiyle sonuçlanacaktır. Savaşın uzunluğu bakımından Türkiye-Osmanlı deneyimine biraz yaklaşan deneyim Rusya topraklarında yaşanmıştır: 1914’te savaşa giren Rusya, 1917’de Ekim ayında bir proleter devrimini yaşayınca savaştan çekilmeye yönelmiş, ama yeni Bolşevik iktidara karşı emperyalistler tarafından desteklenen Beyaz Ordular’ın dayattığı çok zorlu bir iç savaş yaşamıştır (1918-1921). Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın imparatorluğa son vermesi, Osmanlı’nın başka çokuluslu (Avusturya-Macaristan ve Rusya) ve daha ulusal karakterde olan (Almanya) imparatorlukların yerini cumhuriyetlerin ve (Rusya dışında) ulusal devletlerin aldığı daha genel bir sürecin de parçasıdır.

Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne giriş tarzı, bundan neyin amaçlanmış olduğu, savaş sırasında farklı muharebelerde (Sarıkamış, Çanakkale, Kanal, Arap topraklarındaki muharebeler, özel olarak Kuttülamara zaferi ve İran seferi vb.) alınan sonuçların yorumu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin siyasi hayatının geçirdiği evrelerin etkisi altında kalmıştır. Savaş sırasında yaşanan en önemli olay, yani Ermeni tehciri ve katliamı da elbette, özellikle son yıllarda, ateşli tartışmaların konusu olagelmiştir. Bu olayların her birinin Türkiye tarihinde tuttuğu yer çok önemlidir ve teker teker tartışılmalıdır. Ama bu tartışmanın yapılabilmesi için önce Osmanlı’nın Cihan Harbi’nde yer almasının genel anlamını kavramak gerekir. Biz, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının bu 100. yılı vesilesiyle kaleme aldığımız ilk yazıda savaşın dünya çapında anlamını ve tarihteki yerini değerlendirmiştik. (Bkz. http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/1914-2014-1-cihan-harbi-cinayeti-4-agustos-ihaneti.) Şimdi de Osmanlı’nın bu savaş içindeki konumunu genel bir değerlendirmeye tâbi tutacağız. Büyük savaş içindeki önemli muharebeleri (Sarıkamış ve Çanakkale) ve Ermeni katliamını ise burada zaman zaman ele almakla birlikte ileride başka yazılarda daha ayrıntılı olarak işleyeceğiz.

Birinci Dünya Savaşı macera, Çanakkale yurt savunması!

Osmanlı’nın Cihan Harbi’ndeki konumu konusunda Türkiye burjuvazisinin ve burjuva sosyalizminin düşünce sistemlerinde çok gülünç bir çelişki üremiştir. Burjuva düşüncesinin de, solun da iki ideolojik kanadı, yani Kemalizm ve liberalizm bir tuhaf mutabakat içindedir. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesi, Enver Paşa’nın ya da daha genel olarak İttihatçılığın bir macerası olarak yerden yere vurulur. Bu yüzden Sarıkamış’ta yaşanan bozgun en ağır terimlerle mahkûm edilir. Ama sonra Çanakkale savaşı göklere çıkarılır, yurt savunması olarak ilan edilir, milli bir davaya dönüştürülür. Çanakkale’nin yüceltilmesinin ölçeği solda daha da genişletilir: Buna göre, Çanakkale’de Türkiye’nin İtilaf devletlerine karşı kazandığı zafer sadece Türkiye açısından değil, dünya tarihi açısından da son derecede ilerici bir gelişmedir, çünkü Rusya’da Ekim devrimini olanaklı kılmıştır.

Burada Türkiye’de ideolojinin hayatının, iki ana kanadını, yani Kemalist ve liberal ya da son on yıllarda solda ortaya çıkan kümelenme açısından bakarsak ulusalcı ve sol liberal kanatlarını bir araya getirmesi ilginçtir. Bu, özellikle Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne girişinin açıklanması ve ülkenin büyük savaştaki konumunun değerlendirilmesi söz konusu olduğunda çok farklı dürtülerin sonucudur. Kemalizm, kendini İttihatçılıktan tam da bu sonuncunun Cihan Harbi dönemindeki iflası dolayısıyla ayırmakta çok titiz olduğundan, Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi iş başına dönmek için Anadolu hareketinin sendelemesini beklemekte olan Enver Paşa ve adamlarına karşı savunmakta çok dikkatli olduğundan dolayı, Birinci Dünya Savaşı’nda Enver’in izlediği politikayı tasvip etmez. Zaten sonuç olarak Enver Paşa’nın programı imparatorluğun sürdürülmesine dayandığı, oysa Mustafa Kemal’in Cihan Harbi yenilgisinden sonraki programı ise, Misakı Milli sınırlarından da anlaşılacağı gibi, bir ricat (geri çekilme) programı olduğu için iki projenin karşı karşıya getirilmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden Kemalizm, okul kitaplarına bile yansıyan biçimde Enver Paşa önderliğindeki İttihatçı hükümetin Birinci Dünya Savaşı’na girmesini maceracı bir politika olarak niteler, Sarıkamış dolayısıyla da Enver’i yerden yere vurur.

Liberalizme ve sol liberalizme gelince, bu ideolojik akım Türkiye tarihini yorumlarken sivil topluma karşı devletin baskıcı tavrını bir ilk günah olarak İttihatçıların sırtına yükler. Dönem ayrımı dahi yapmaksızın, İttihatçılığa bu hareketin hem devrimci (1908-1913), hem de Termidorcu (1913-1918) dönemlerinde düşmandır. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı içindeki konumuna ilişkin tavrını da bu belirler. Çanakkale savaşı konusunda liberallerin ayırt edici bir tavrına biz rastlamış değiliz. Türk tarih ideolojisinin bu fetiş olayının (Mustafa Kemal Atatürk’ün komutanlığını yüceltme dışında) liberallerde de aynı şekilde ele alındığını varsaymak yanlış olmaz.

Hem sağ ve sol liberallerin, hem de Kemalistlerin ve ulusalcıların Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişini (farklı nedenlere bağlı olduğunu gördüğümüz) İttihatçılık ve Enver Paşa düşmanlığı dolayısıyla bu siyasi harekete ve önderine yüklemesi tarihin idealist bir yorumudur. Gerçek ilişkileri açıklamaktan ziyade gizler. Dolayısıyla, önce Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’nda merkez devletlerin, esas olarak Almanya’nın yanında yer almaya sevk eden esas dinamiği ele almak zorundayız.

İleri doğru kaçış

Türkiye tarihinin liberal ve Kemalist yorumları, birbirlerine bütünüyle benzer biçimde, Osmanlı’nın Cihan Harbi’nde yer almasını Enver Paşa’nın kendisine atfettiği tarihsel misyonla ya da Enver, Talat ve Cemal’den oluşan İttihatçı triumvira’nın hırslarıyla ya da daha genel olarak İttihatçılığın koyu milliyetçiliği ve militarizmiyle açıklar. Burada, Türkiye tarihinin farklı aşamaları için geçerli olan idealist metodolojinin yeni bir cisimleşmesini görüyoruz. Tarih sınıfların mücadelesi olarak değil, belirli bireylerin fikir ve duygularının harekete geçmesinin sonucu olarak biçimlenir bu metodolojide. Enver için, triumvira için yada bir aşamadan itibaren İttihatçılık için söylenenler yanlış olmayabilir. Ama bunlar daha derinde işleyen birtakım çelişkilerin kendilerine çözüm ararken büründüğü somut biçimlerdir.

Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne girişi ve onun içindeki konumu, doğrudan doğruya Türkiye’de yeni yükselmekte olan burjuvazinin kendi bağrındaki çelişki ve mücadelelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın son yarım yüzyılına bütünüyle damga vuran çelişki, burjuvazinin kendi bağrındaki bir çelişki idi: Osmanlı ülkesinde yükselişe geçen ticaret burjuvazisi büyük ölçüde Hıristiyan ve Yahudi halklardan oluşuyordu. Devlet gücü ise büyük ölçüde Türklerin elinde idi. 1908 Hürriyet Devrimi, yeni yükselmekte olan burjuvazinin ve onun yandaşı olan mektepli katmanların eski rejime karşı birlik içindeki son atağı oldu. İttihat ve Terakki iktidarı, liberallerin bütünüyle çarpıttığı bir süreç içinde, hangi milliyetten olursa olsun, Osmanlı’nın bütün ileri unsurlarını bir araya topluyordu. Ama Balkan Harbi (1912-13) bu birliğin çökmesine yol açacaktı. İttihat ve Terakki Türk ve Müslüman hâkimiyetinde bir Osmanlılık projesine dönüyor, özellikle Ermeni ve Rumları dışlayan bir program benimsiyordu. Ekonomik gücü elinde tutan gayri Müslim unsurlara karşı bu yeni yöneliş sermaye birikiminde hâkimiyeti devlet gücüyle Türk ve Müslüman yeni yetme burjuvaziye vermeyi amaçlıyordu. Bunun anlamı Türkçülük ve İslamcılık akımlarının ya ayrı ayrı ya da birlikte yeni yönelişin temelini oluşturması idi. Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılığın gerçekleştirmeye çalıştığı, işte Türk-Müslüman burjuvazisinin bu yeni programıdır.

Ne Türkçülük ne de İslamcılık Enver’in ya da triumvira’nın kafasının ürünüydü. Türk hâkim sınıflarının yeni yükselen kanadında, eşrafın, yeni yetme burjuvazinin ve onların siyasi koçbaşı rolünü gören mektepli katmanların hepsi bu akımları birlikte geliştiriyordu. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin, Türkçülüğün ideologları ve örgütçüleri saymakla bitmez. İslamcılık ise Abdülhamid döneminde Sıratı Müstakim, II. Meşrutiyet döneminde Sebilürreşad dergilerinde bir araya gelen örgütlü bir akımdı. Mehmet Akif Ersoy, Cihan Harbi’nde Almanya ile işbirliğini Teşkilatı Mahsusa’nın adamı olarak Almanya’ya gidecek kadar derinden benimsemiştir. Üstelik bu iki akımın arasında Çin Seddi yoktur. Bu ideologların en etkilisi olan (ve kendisi Diyarbakırlı bir Kürt olan!) Ziya Gökalp’in 1913’te yayınladığı çok etkili yazının başlığı, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” idi. Enver Paşa bu programı uygulamaya koyuyordu Birinci Dünya Savaşı’ne girerek. “Nasıl?” denecek.

Fransızca’nın başka dillerde aynı esneklikle kullanılamayan bir kavramı (“fuite en avant”) ile söyleyecek olursak, Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne girişi, aslında bir “ileriye doğru kaçış”tı. Bu kavram, zor duruma düşen bir aktörün, zorluğu aşmak için geri çekilmek yerine ileriye doğru atak yapmasını anlatır. Avrupa’nın “hasta adam”ı bütün emperyalist ülkelerin kendi mirasını paylaşmak üzere mücadele ve pazarlık yürüttüğünün gayetle bilincindeydi. Osmanlı’nın merkez bankası işlevleri, maliyesi, en sonunda da ordusu (buna birazdan döneceğiz) emperyalist güçlerin eline geçmiş, kendisi yarı-sömürge konumunda bir ülke haline gelmişti. Savaşın ufukta belirmesi ile birlikte İttihatçı iktidar kördüğümü Almanya ile bir çıkar birliği içinde yeni fetihler aracılığıyla çözmenin peşine düşmüştür. Türkçülük Pantürkizm (Turancılık) halini, İslamcılık Panislamizm biçimini almıştır. Rusya Osmanlı’yı Hıristiyanlığa bağlı halkların çıkarlarını istismar ederek mi tehdit ediyor? Osmanlı da Kafkasya ve Orta Asya’daki Türki ve Müslüman halkları ayaklandırarak Rusya’yı Aşil topuğundan yaralayacaktır. Yani Enver Paşa’nın programı, hem Rus imparatorluğunun art alanına, hem de İran, Afganistan ve ötesine doğru Müslüman halkları fethederek genişlemektir. Bunun için de hem Turancılığın, hem de (Osmanlı padişahının aynı zamanda ümmetin halifesi olmasından yararlanarak) Panislamizmin kullanılması söz konusudur. Yani Osmanlı savunmacı bir politika yerine yayılmacı bir politika ile kurtarılacaktır.

Bu, maceracı olmasına maceracı bir politika idi, ama ne Enver’in hasta düş gücünün, ne triumvira’nın iktidar hırsının, ne de İttihat Terakki’nin temelsiz militarizminin ürünü olan hayali bir maceracılıktı. Maceracılık başkadır, hayalperestlik başkadır. Bu stratejik yönelişin maddi temelleri vardı. Bu maddi temeller, Avrupa’nın yükselmekte olan emperyalist gücü Almanya’nın, bir yandan gerilemekte olan hegemonik güç Britanya ile, bir yandan da Osmanlı üzerindeki bütün emellerine rağmen kendisi de adı konmamış bir hastalığa tutulmuş olan Çarlık Rusyası ile yaşadığı çelişkilerden besleniyordu. Almanya Doğu’ya doğru büyümek istiyordu. Bu emel açısından Osmanlı İttihaçılardan çok daha eski bir dönemde, Abdülhamid’in yönetimi sırasında Almanya’nın gözünü diktiği bir ülke haline gelmişti. Bu, sadece geniş Osmanlı topraklarının sunacağı ekonomik olanakların (mesela Bağdat demiryolunun) emperyalizm için cazibesinden ileri gelmiyordu. Rus Çarlığı’nı Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın Türki halkları üzerinden vurmak için Türk’ün kontrolündeki imparatorluk biçilmiş kaftandı. Hindistan’dan Mısır’a kadar Britanya’nın Asya’daki hâkimiyetini sarsmak açısından Osmanlı’nın halife-sultanı ideal bir müttefikti. Almanya ile Osmanlı emperyalizmin ergenlik çağında neredeyse birbirini tamamlayan doğal partnerler gibi görünüyordu. Enver’in ve İttihatçıların yaptığı, bu durumun sonuçlarını çıkararak Osmanlı’nın kördüğümünü Cihan Harbi’nin kılıcıyla kesme çabasına girişmek olmuştur.

Yalın bir sonuç çıkartalım: Hem burjuvazinin gayri müslim unsurları, hem de emperyalist güçlerin emelleri karşısında ekonomik temellerindeki zaafları güçlü bir imparatorluk devlet aygıtı sayesinde aşmaya çalışan Osmanlı Türk-Müslüman burjuvazisi için Cihan Harbi, parçalanma tehlikesini dünyanın büyük güçler arasında yeniden paylaşımı anında riskli de olsa genişleme politikası yoluyla aşma yönünde bir atılımın zemini olmuştur. Buradan çıkarılacak sonuç açıktır: Dünyanın yeniden paylaşımına, yani yağmalanmasına ortak olmak istediğine göre, Osmanlı’nın savaşı da aynen öteki büyük devletlerin savaşı gibi emperyalist bir karakter taşır! İroninin şahı: yarı-sömürge bir ülke haline düşmüş bir kapitalizm-öncesi sömürgeci imparatorluk, emperyalist Almanya ile iç içe emperyalist bir savaş vermiştir.

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı için bir savunma savaşı ya da yurt savunması değildir. Dünyayı yeniden paylaşma masasında yağmaya katılan bir devlettir Osmanlı.

Sarıkamış, Çanakkale, Ermeni soykırımı, Araplar

Osmanlı’nın Cihan Harbi’ndeki nesnel konumu konusundaki bu niteleme doğru ise, bundan çıkartılacak bir dizi sonuç, savaş hakkında burjuva mitolojisinde yaşatılan bir dizi efsaneyi yerle bir eder.

Hem Kemalizmin, hem de liberalizmin Enver Paşa düşmanlığı dolayısıyla hakkında son yıllara kadar ideolojik efsane yaratılmamış olan tek önemli olay Sarıkamış bozgunudur. Hemen hemen her kaynak, Enver’in maceracılığı yüzünden büyük bir ordunun birkaç gün içinde mahvolduğunu, Sarıkamış’ın karına ve soğuğuna yaklaşık 90 bin askerin kurban verildiğini kaydeder. Salt maceracılıktan söz eden bir perspketifin temeline Osmanlı’nın Müslüman-Türk hâkim sınıflarının karşı karşıya kaldıkları tarihsel açmazdan ileri doğru kaçma çabasını yerleştirirsek, bu niteleme kaba hatlarıyla doğrudur. Ancak, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz nedenlerle, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana Kemalizmin içinden İttihatçılığın hortlatılması yönünde ciddi bir eğilim doğmuş bulunuyor. Bu eğilim, son yıllarda Sarıkamış’ı normalleştirmeye, hatta itibarını iade etmeye çalışıyor. Buna göre, Sarıkamış da ulusal çıkarlar uğruna verilen ve vatan çocuklarının yitirildiği bir muharebe olarak görülmelidir. “Vatan çocukları” olarak anılan gencecik insanların anılmasına kimse karşı çıkmaz. Ama bu çocukların hâkim sınıfların yağma dürtüsünün kurbanı olduğunu gözlerden saklayacak, Sarıkamış’ı bütün “millet”in ortak bir acı olarak algılamasını sağlayacak bir yaklaşım katiyetle reddedilmelidir. Sarıkamış muharebesi meşruiyetten bütünüyle yoksundur.

Çanakkale ile birlikte efsaneler alanına giriyoruz. Bu muharebeyi bir “yurt savunması” olarak görmek ve göstermek, daha sonraki Milli Mücadele’nin habercisi olarak sunmak hemen hemen evrensel olarak kabul gören bir davranıştır. Ama bu, onu daha az yanlış yapmıyor! Şayet Cihan Harbi’nde Osmanlı’nın savaş çabası emperyalist bir karakter taşıyorsa, o zaman bu harbin değişik etapları, farklı muharebeleri bu genel karakterden soyutlanarak ele alınamaz. Çanakkale savaşı, Osmanlı açısından emperyalist emeller taşıyan bir büyük savaşın bir savunma episodudur. O kadar. Eğer savaşın kendisi yayılmacı, emperyalist karakterde bir savaşsa, onun bir episodu da yurt savunması olamaz!

Çanakkale hakkında geliştirilen mitoloji o kadar kapsayıcıdır ki birçok insan Anafartalar’da başarılı bir askeri performans gösteren Mustafa Kemal’i Osmanlı’nın Çanakkale’deki komutanı zanneder. Bunun gerçek ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Mustafa Kemal o aşamada miralay (albay) rütbesinde bir askerdi ve Çanakkale’de görev alan birçok askeri birlikten birinin başında olmaktan başka bir özelliği yoktu. Çanakkale’de Osmanlı ordusunun komutanı uzun süre boyunca Osmanlı ordusunun Genel Müfettişliği görevinde bulunan Liman von Sanders’ti. Evet, “von”lu falan bir Alman ismi! Osmanlı ordusunun genelkurmay başkanı von Bronsart, başkomutan vekili Enver Paşa’nın Genel Karargâh’ında görevli danışman von Kress, Yıldırım Orduları Komutanı Falkenheim, Donanma Komutanı Souchon gibi, Alman devletinin görevlisi bir askerdi Liman von Sanders de. Genelkurmay başkanı Alman, kurmay subay Alman, ordu komutanı Alman, ama yurt savunmasında zafer milli! Türkiye halkının artık kendisiyle alay edilmesine bir son vermesi gerekiyor. Osmanlı, Cihan Harbi’nde bir bakıma Almanya’nın uzantısı bir devlet haline gelmişti. İkisinin (ve ortakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun) amacı başka emperyalist ülkelerin sömürgelerini ele geçirmek, bu yeniden paylaşım aracılığıyla oraların zenginliğini yağmalamaktı. Bu, adı üstünde, cihan çapında bir paylaşım idi. Tekil ülkelerin coğrafyasında geçen tekil muharebelere bu yüzden yurt savunması muamelesi yapılamaz.

Çanakkale savaşında Osmanlı’nın kazandığı zaferin İtilaf ordularını püskürtmesinin Ekim devrimini mümkün kıldığını ileri sürerek böbürlenmek gerçekten hastalıklı bir davranıştır. Tarihte birçok olumsuz, halk düşmanı, nefret duyulacak gelişmenin olumlu olaylara ortam yaratması toplumların diyalektik karakteri gereğidir. Halk kitleleri için kötülük olarak ortaya çıkan gelişmeler, son tahlilde devrimi kışkırtır. Ama bunun için kimsenin aklına zulmü ya da sömürüyü övmek gelmemelidir. Hele hele sol adına! Çanakkale savaşının Rusya’yı yalıtarak uzun vadede zayıflattığı ve işçi ve askerlerin sefil koşullara karşı devrim yaptığı doğru olsa bile, bu Çanakkale zaferinin ilericiliğinin bir kanıtı değildir. Bu mantıkla, Ekim devriminin esas tarihi koşullarını yaratan olgu, yani çarlığın paylaşım savaşına girmesi olgusu da ilerici olurdu!

1915 yılında Ermenilerin kitlesel olarak Anadolu dışına göç ettirilmesi biçiminde başlayan katliam, Osmanlı’nın Müslüman-Türk hâkim sınıflarının gayri Müslim burjuvazinin hâkimiyetini yıkmak, onun elindeki mal mülkü gasp ederek ilk sermaye birikimini hızlandırmak için geliştirilen uç bir yöntemdir. 1911-1922 uzatılmış savaşı sırasında Ege, orta Anadolu ve Karadeniz (Pontus) bölgelerinde Rumlara karşı yürütülen etnik temizlik faaliyetleri de, savaşın hemen ardından düzenlenen Mübadele de bu soykırımın etkilerini güçlendiren etnik arındırma yöntemleridir. Bütün bunların “sayesinde” 1923 sonrasında, cumhuriyet döneminde gayri Müslim halklar önce kelimenin en gerçek anlamında “azınlık” haline gelmiş, ardından da Anadolu topraklarından silinmeye başlamıştır. Osmanlı’nın savaşa girmesinde Ermeni katliamı planlarının, başka bir şekilde söylenirse İttihatçıların savaşı Ermeni soykırımı için uygun bir ortam gibi düşünmüş olmalarının da bir sonucu olduğunu düşündürecek veriler yok değildir.

Arapların Osmanlı’dan ayrılmasıyla sonuçlanan Ortadoğu bölgesindeki savaşlar için hiç ayrıntıya girmeden şunu belirtmek gerekir. Osmanlı’nın o topraklarda hiçbir bakımdan tarihi olarak meşru gösterilebilecek bir iddiası olamaz. O topraklar çok uzun çağlar boyunca Arapların yurdu olagelmiştir. Öyleyse, Araplara Osmanlı’dan, ama hemen arkasından cumhuriyet Türkiye’sinden ayrılmış olmaları dolayısıyla “arkadan vurma”, “kalleş” vb. terimlerle saldırmak kabul edilemez bir niteliğe sahip.

Ava giden avlanır!

Osmanlı İmparatorluğu'nun Müslüman-Türk hâkim sınıfları Birinci Dünya Savaşı'na yepyeni fetihler yapabilmeyi hayal ederek girdiler. Bunun yerine ellerinde ne var ne yok her şeyi kaybettiler. Bir bakıma Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular. Ava giden avlanır! "Bir koyup üç almak" isteyenlere hatırlatılır.

Bugün de izlenmekte olan mezhep fitnecisi politika aynı şekilde yüksek hedeflere gözünü dikmenin bir örneği. Ama sonuçları aynen bir yüzyıl öncesi gibi hüsran olacaktır.