Trotskiy Bienal’de!

14. İstanbul Bienali yine “güncel sanat” diye adlandırılan postmodern anlayışın hâkimiyetinde çelişkiler içinde geçti. İki yılda bir düzenlenen bir etkinlik olan Bienal, bir yandan güya “solcu” sanatçıları ağırlıyor, bir yandan da tam 10 yıldır resmi sponsor olarak Koç Holding’in reklamını yapıyor. Postmodern olarak anılan çağ, yani daha doğru adıyla neoliberal sınıf taarruzu çağı, 20. yüzyılın başlarında başlayan bir süreci çok ileri aşamalara taşıyarak sanatı sermaye ve piyasanın ellerine teslim etti. Her sanatçı biraz tüccar artık! Sadece görsel sanat alanında değil tabii. Bugün Türkiye’nin en ciddi kitaplarını yayınlayanlar arasında İş Bankası’nın, Yapı Kredi’nin, Doğan Holding’in yayınevlerinin en önde geldiğini düşünürseniz, el koymanın her alana yayılmış olduğunu anlarsınız. Sinemanın ise dünya çapında büyük sermayenin pençesinde olduğunu anlamak için Hollywood’u, İtalya’da Cinecitta’yı hatırlamak yeter. Yeşilçam biraz daha esnaf işi gibi duruyor, ama piyasanın yasaları orada da daha az işlemiyor!

Tabii bu durum sanatın kendisinin boykot edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Öyle olsa, Nâzım Hikmet’i, Yaşar Kemal’i ya da Sabahattin Ali’yi okumamamız, Jean-Luc Godard’ın ya da Yılmaz Güney’in filmlerini seyretmememiz, Sakıp Sabancı Müzesi Picasso sergisi açarsa gitmememiz gerekirdi. Sanatın, edebiyatın, sinemanın içinde iyi ne varsa çekip almak ve işçilere, aydınlara, gençliğe duyurmaya ve taşımaya çalışmak en doğrusu. İstanbul Bienali’ne yaklaşımın da böyle olması gerekir: sermaye ile iç içe geçmesini, piyasaya tabiiyetini eleştirip, içinden çıkan incileri seçip benimsemek.

Trotskiy’in postmodern kavranışı

14. Bienal’in tartışmasız en önemli yanı, 20. yüzyılın en büyük devrimcilerinden, Rus devriminin mimarlarından, Stalinizmin yarattığı canavarca yozlaşmanın Marksist muhalifi Lev Trotskiy’in 1929-1933 arasında dört buçuk yıl boyunca Büyükada’da yaşamış olması dolayısıyla adada iki mekânda, Splendid Hotel’de ve Trotskiy’in yaşadığı evde iki yapıtın sergilenmesi, bu vesileyle Trotskiy hakkında bol bol konuşulması, Orhan Pamuk’un da katılımıyla bir panel düzenlenmesiydi. Orhan Pamuk’a hakkını teslim etmek gerekir: Bienal’in küratörü (bir sergide farklı eserleri sergilemek üzere düzenleyen, etkinlikleri yöneten kişi) Carolyn Christov-Bakargiev’in (Bulgar Amerikalı, yani bildiğimiz komşu Hristof’un ve Bakırciyef’in torunu) kendi tanıklığına göre Trotskiy Evi fikrini öneren Pamuk olmuş. İyi etmiş.

Ama Pamuk’un ve aynı paneli paylaştığı Güney Afrikalı (beyaz) sanatçı ve sinemacı William Kentridge’in panelinin bir felaket olduğu medyada yer alan her şeyden anlaşılıyor. Kentridge, Splendid Hotel’deki Trotskiy “iş”inin sahibi. (Bu postmodern sanatçıların kendi dili!) O “iş”, beş ayrı ekranda aynı anda oynayan çeşitli film kliplerinden oluşuyor. Bir ekranda Trotskiy Fransızca bir konuşma yapıyor. Stalinizme rağmen komünist mücadelenin nasıl ayakta tutulacağını anlatıyor. Su yükseliyor ve Trotskiy suyun içinde kalıyor. Siz zannedebilirsiniz ki, tarih Trotskiy’i susturuyor. Ama hayır, su birazdan yeniden boşalıyor, sonra her şey yeniden başlıyor. Bir başka ekranda Rus devriminden görüntüler, Lenin’den konuşmalar var. Bazı ekranlar ikincil. Ana ekranda ise bir dizi komedi sahnesi izleniyor. Kentridge, Trotskiy’in insanın artık imal edilen bir yarı-otomat haline geldiğini yazmasından etkilenmiş. Tipik bir “güncel sanat” örneği. Kakofoni. Yani birbiriyle uyumsuz bir dizi görüntü ve sesin şaşkın biçimde bir araya getirilmesi. Trotskiy burada “sürekli devrim” yapmıyor, sürekli konuşuyor!

Kentridge, bugünün dünyasını nasıl kavradığını paneldeki konuşmasında da belli ediyor. Trotskiy’in adadaki evini çok beğenmiş. Ama şu anda tam anlamıyla bir harabe olduğu için şöyle diyor: “Bu ev Trotskiy’in hayatının sembolü gibi. Muhteşem bir bina ama geriye bir yıkıntı kalmış. Bu da dünyanın katı gerçeklerinin basıncı dolayısıyla normal.” Kentridge, siyahî işçi sınıfının ve kent yoksullarının kapitalizmin “katı gerçeklerinin basıncı altında” hâlâ sürünmekte olduğu Güney Afrika’da mükemmel bir Mandelacı solcu gibi konuşmuş. Gerçekçi! Yani “küreselleşme” ve neoliberalizmin gerçeklerine adapte olmuş. Ama tam da o dünyada Trotksiy’in hayatının eseri, devrimci düşüncenin sürekliliği, Kentridge ve postmodernlerin eserleri harabe olduktan sonra da on yıllarca yaşayacak!

Kral ve ben… Ya da Trotskiy ve Orhan Pamuk

Derek Walcott’u tanır mısınız? Jaroslav Seifert’i? Eyvind Johnson’u sever misiniz? Nelly Sachs’i peki? Halldor Kiljan Laxness’i duydunuz mu? Ya Johannes Vilhelm Jensen’i? Kimdir bunlar demeyin. Bunlar Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış ve sonra tümüyle unutulmuş dünya yazarlarından bazıları. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Orhan Pamuk, Nobel kazanan her yazarın tarihe geçeceğini zannediyor olmalı ki, paneldeki konuşmasını 5 Eylül 2015 tarihli Cumhuriyet gazetesi şöyle aktarıyor: “Büyükada Troçki’den bana kadar pek çok yazarın sessizlik içinde yazı yazmaya çalıştığı bir yer.” Neresinden tutmalı? Orhan Pamuk’un kendini modern tarihin en büyük şahsiyetlerinden biriyle karşılaştırır gibi konuşmasından mı? Yoksa Trotskiy’in adada “sessizlik içinde yazı yazmaya” kendiliğinden talip olmadığı, aslında dünya devrimi için fabrikalarda, barikatlarda, cephelerde çalışıyor olmaktan adanın sessizliğine göre daha çok zevk alacağı gerçeğinden mi? Bazı insanlar, burjuvazinin hâkimiyetindeki birtakım kurumların sanat ve edebiyat dünyasını yönetmesini gerçekten fazlasıyla ciddiye alıyorlar!

Hayvanlar âlemi de Trotskiy’den işaret bekliyor!

Bütün bunlarla karşılaştırıldığında Arjantinli genç sanatçı Adrian Villar Rojas’ın Trotskiy Evi’nde yaptığı yerleştirme (enstalasyon) sanki başka bir çağdan gelmiş gibi duruyor. Trotskiy’in Büyükada’da oturduğu ev özel mülk olduğu için normal koşullarda ziyaretçilere kapalı. Maliki lütfetmiş (kim bilir belki de mülkünün değeri artar diye hesaplayarak) Bienal için açmış. Bu yüzden büyük devrimcinin Türkiye’de yaşadığı mekânı görmek isteyenler için, Bienal’den bağımsız olarak bir fırsat bu.

Bahçeye girip aşağıya eve doğru iniyorsunuz. Sizi gerçek bir harabe karşılıyor. İki katlı köşkün duvarları dışında neredeyse hiçbir mimari elemanı ayakta kalmamış. İnsanın içini ürperti dolduran bir görünüm. Üst katta bir kapı duruyor. O kapının ardındaki odayı, orada neler konuşulduğunu veya yazıldığını hayal ediyorsunuz. Çeşitli odalara açılan boşluklar var ama odalar yerinde yok. Geçmişte kalmış bir yaşam sizi kendine çağırıyor. Ev yerinde olmayınca hayal gücü daha da cüretkâr imgelemde yaşam kesitleri yaratıyor!

Sonra evden deniz yönünde çıkarak bakımsız bir bahçeden, neredeyse bir ormanlık alanın serbestliği içinde büyümüş bitki örtüsü içinden geçerek sahile iniyorsunuz. Tam bahçenin denize açılacağı yerde bulunan kapının oluşturduğu bir çerçeveden denize doğru baktığınızda, bir çift koskoca beyaz zürafa ile karşı karşıya geliyorsunuz. Şaşkınlık! Kapıdan çıkınca başka başka hayvanların zürafalara eşlik ettiğini görüyorsunuz: filler mi istersiniz, aslanlar mı, koca ayılar mı, gergedanlar mı, bizonlar mı… Hepsinin ortak yanı, hepsinin başını eve çevirmiş olması, gözlerini Trotskiy’in oturduğu mekâna, onun bulunduğu yere dikmiş olması. Bir çağrı ya da bir davet bekler gibiler. Trotskiy’in (Nâzım’ın söyleyişiyle) “koskoca bir çan” gibi sesiyle “Haydi vakit geldi, ileri!” demesini bekler gibiler.

Bir sanat yapıtının yorumu, düş gücünün oldukça serbestçe gönlünü gezdirmesini içerir. Sanatçının bütün hayvanları tek tip beyaz bir sentetik maddeden imal etmesinin çok çeşitli yorumları olabilir. Her bir hayvanın üzerine ahşap, tekstil ve benzeri geleneksel malzemeden yapılmış, ölçeği daha küçük başka bir hayvan yerleştirilmiş olmasının da. Sadece şuna değineceğiz: farklı türden hayvanların yan yana dizilmesi anlaşılan birçok yorumcuya Nuh’un gemisini düşündürmüş. Devrimci Marksist gözlere ise, farklı uluslardan olmakla birlikte aynı daveti beklemekte olan enternasyonalist bir proletaryanın bileşenlerini düşündürmesi daha olağan!

“Trotskiy’i öldürdüm!”

Küratör Christov-Bakargiev, Kentridge ve Pamuk’un konuştuğu panelin yöneticisi idi. Panelin esas konusunun balıkçılık olduğunu söylemesi (Trotskiy’in ortak dili olmadığı hâlde çok sevdiği Rum balıkçı Haralambos’la sık sık balığa çıktığı bilinir), Trotskiy’in çok şiddete başvuran balıkçılık usullerine (ağla avlama) başvurmasından şikâyet etmesi (öldürelim ama kendimiz şiddet uyguladığımızı fark etmeyelim demek istiyor herhalde) nasıl bir postmodern solcu olduğunu iyi anlatıyor. İnsanın “Sen Trotskiy’in Kızıl Ordu komutanı olarak nasıl şiddet uyguladığını bir duysaydın” diyesi geliyor.

İşte bu küratör, Bienal planlaması sırasında, Kentridge’le aynı otelde kaldıkları bir dönemde, rüyasında Trotskiy’i öldürüyor! Sabah kahvaltıda telaşla “William” diyor, “Ben rüyamda korkunç bir şey yaptım, Trotskiy’i öldürdüm!” Kentridge ne cevap veriyor bilmiyoruz. Zihninin nasıl işlediğine bakarsak, muhtemelen “O zaten ölmüştü” demiştir. Biz ise farklı düşünüyoruz. New York sanat piyasasının başarılı küratörünün, bilinçdışında Trotskiy’i gerçekten öldürmek için epeyce bir enerji biriktirmesi çok anlaşılır bir şey. Hatta Splendid Hotel’e Kentridge’in yapıtını yerleştirerek Trotskiy’i öldürmek bile istemişsiniz, Bayan Christov-Bakargiev. Ama öldüremediniz, öldüremeyeceksiniz! 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2015 tarihli 72. sayısında yayınlanmıştır.