Orhan Pamuk ve Lenin ve de Yaşar Kemal

 

 

 

Yıllardır dost ortamlarında ironiyle öne sürdüğüm bir görüş var. Bunu yazmanın zamanı artık geldi. Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü’nün kazandıysa bunun nedeni Nobel jürisinin Pamuk’un romanlarını Türkçe aslından değil, iyi çevirmenlerin Batı dillerine yaptığı düzgün çevirilerinden okumuş olmasıdır. Maazallah Nobel jürisi içinde Türkçe’yi edebiyat okuması yapacak kadar bilen birileri olsaydı, mutlaka “kendi dilini bilmeyen bir yazara Nobel vermek caiz değildir” derdi!

Şu cümlelere bakın:

"Rusya'da ilk kez bulunmuyorum. Burada birçok şeyin değişmesi hoşuma gidiyor. Lenin Kütüphanesi (Moskova'da) önünde (Rus yazar Fyodr) Dostoyevski'nin anıtının bulunması hoşuma gidiyor. Ben Lenin'in şahsiyetine saygım var, fakat kütüphanenin önünde insanların hayatını dikte eden ve insanları diğer insanları öldürmeye gönderen şahsın anıtının olmaması lazım. Kütüphanenin önünde kağıt ve kalem sahip olan birisinin anıtı olmalı."

“Ben… saygım var…” “İnsanların hayatını dikte eden…” “…kağıt ve kalem sahip olan”… Biliyorum, basın birçok durumda konuşmacının dilini bozar, söyleneni yanlış aktarır. Ama hangi kaynağa gitseniz kelime kelime aynı sonucu elde ediyorsunuz. Belli, Pamuk böyle konuşmuş. Eee, “kağıt kalem sahip biri” olarak ondan başka bir şey beklenebilir miydi?

Lenin’in “şahsiyeti” ve eseri

Orhan Pamuk’un yukarıda aktardığımız demeci biraz tuhaf. Kısa, muamma gibi kapalı, hangi bağlamda söylendiği ilk anda belli olmayan sözler. Aslında İngilizce söylenip sonra Türkçe’ye çevrilmiş olması olasılığı da var. Bu, anlamı zor kavranan cümleler basında çok yer tuttuysa bu Pamuk’un değil Lenin’in önemi dolayısıyla.

Son zamanlarda, her mevlûdda boy gösteren mevlûdhanlar gibi her gece televizyona çıkan şahsiyetlerden AKP’li olanların, sahte bir demokrasi kültürüne temenna için kullandıkları bir söyleyiş tarzı var: AKP karşıtlarını asıp indirdikten, batırıp çıkarttıktan sonra, onların görüşlerine de “saygı duyduklarını” söylüyorlar. Mesela referandumda “hayır”ı savunanları bütün “terör örgütleri”nin müttefiki olarak sunduktan sonra, “hayır diyenlere de saygım var” demeleri gibi.

Orhan Pamuk da anlaşılan bu programları izlemiş ve etkilenmiş. Kendisinin Lenin’in şahsiyetine saygısı varmış. Ama o saygı duyduğu şahsiyeti tam anlamıyla karakter katliamına tâbi tutuyor. “Şahsiyet” bir insanın düşündükleri ve yaptıklarını birlikte kapsar. Bakın, Pamuk’un saygı duyduğu şahsiyet nasıl biriymiş: “insanların hayatını dikte eden ve insanları diğer insanları öldürmeye gönderen” bir kişiymiş Lenin. Bildiğimiz despot. Daha da ötede bildiğimiz katil! “İnsanları diğer insanları öldürmeye gönderen” birini katilden başka hangi kelime paklar?

Orhan Pamuk Beyefendi, siz siz olun, katillere ve despotlara saygı duymayın!

Lenin kime ne dikte ediyordu?

Liberalizm, iyi hazmedemeyende bayağılık ve banallik yaratır. Korkarım, Pamuk Lenin’in “insanların hayatını dikte eden” derken aslında ona despot, diktatör, tiran falan demiyor. Söylediği, sanırım, Lenin’in toplumun yeniden biçimlenmesi için mücadele eden devrimci bir iktidarın temsilcisi olduğu. İnsanların üretim faaliyeti içinde girdiği ilişkilerden cinsler arası ilişkilere, Rusların Çarlık topraklarında yaşayan öteki ulusları ezmesinden kaynaklanan ilişkilerden her türlü adi suçun toplum hayatından silinmesine, yaşamın her alanında yeni bir düzen yaratmaya çalışan bir devrim. Orhan Pamuk, işte buna, yani kapitalizmin bütün illetlerini, marazlarını, dehşetini, acımasızlığını ortadan kaldırarak yerine kimsenin yoksulluk, yoksunluk, gelecek kaygısı çekmediği, kimsenin ezen ve ezilen olmadığı, hiçbir insanın kula kulluk etmediği yeni bir dünya yaratılması yönündeki paha biçilmez çabaya “dikte etmek” diye bakıyor büyük ihtimalle. Bu çabayı, liberalizmin banal versiyonlarının “toplumsal mühendislik” olarak andığı, toplumu bilinçli olarak yeniden biçimlendirme girişimine duyduğu tepki yüzünden yerden yere vuruyor.

Lenin ne istiyordu, ne için mücadele ediyordu? İşçinin sömürülmesine son vermek için, köylünün yoksulluk, bit ve tefecinin kıskacında kıvranmasının önüne geçmek için, ulusun ulus tarafından ezilmesine, horlanmasına, aşağılanmasına, kadının binlerce yıllık ezilmesine son vermek için, herkesin güvenli bir ortamda yaşayıp geleceğe güvenle bakabilmesi için, Rusya sınırlarının ötesinde dünya halklarının kardeşçe ve gittikçe daha fazla kaynaşarak yaşaması için. Pamuk bütün bunlara karşı bilinçli bir çabayı beğenmiyor. Bırakın “dikte etmeyin”, her şey kendiliğinden olsun diyor.

Lenin kimi kime öldürtmüştü?

Pamuk Lenin’i sadece insanlara bir hayat “dikte eden” biri değil, aynı zamanda “insanları diğer insanları öldürmeye gönderen” biri olarak tarif ediyor. Bununla ne kastettiğini anlamak kolay değil. Şayet Pamuk, işçi ve köylüler devrimlerini zafere ulaştırdıktan sadece altı ay sonra on sekiz emperyalist güce dayanarak yeni Bolşevik rejimine savaş açan Beyaz Ordulara karşı halkı seferber ederek Sovyet iktidarını savunmasını böyle görüyorsa, vah ona! Lenin “insanları diğer insanları öldürmeye” göndermeyecekti de halka, ellerini kollarını bağlayıp yüz binleriyle, milyonlarıyla koyunlar gibi boğazlanmayı beklemesini mi söyleyecekti?

Bu tutmadı. Pamuk’a bir şans daha verelim. Lenin devrimin zafere ulaşması karşısında hızla yaygın bir terör hareketine başlayan karşı devrimcilere karşı şiddet uygulamamalı mıydı? Tarih devrimlerle gelişir. Her kim ki, içerdiği şiddet dolayısıyla devrimleri beğenmez, onlara her koşulda karşı çıkmak gerektiğini düşünür, bunu cesaret edip açık açık söylemelidir. Öylesine karşı devrimci denir. Ama her kim “hayır, devrimler iyi olabilir, ama devrime şiddet karıştırmamak gerekir” diyorsa, o tarihten hiçbir şey anlamamıştır!

Tarihi incelememiş olanlar, özellikle genç okurlar, Lenin’in iktidara gelmek için kişisel terör ya da gerilla savaşı gibi yöntemleri savunduğunu sanacaklar. İlgisi yok. Lenin devrimlerin şiddet biçimleri, askeri biçimler vb. içerdiğini gayet iyi bilmekle birlikte, silahın kullanımını hep son ana, devrimin gerçek kabarışına, kitlelerin silahlanmasına kadar hareketten uzak tutar. Lenin bildiğimiz kitle örgütlenmesiyle çalışan, işçi sınıfını, yoksulları, aydınları ve gençleri propaganda ve ajitasyon yoluyla kazanmaya çalışan, parlamentodan dahi (belirli sınırlarla) dava için yararlanmayı önüne koymuş bir devrimcidir.

Orhan Pamuk, bir daha sefer Fransa’ya gidince milyondan fazla Cezayirliyi öldürten Fransız devlet adamları için, ABD’ye gidince milyondan fazla Vietnamlıyı katleden Kennedy ve Johnson için, İngiltere’ye gidince, Kürtlerden Hintlere milyonlarca sömürge halkını katliamdan geçiren Churchill ve diğer İngiliz başbakanları için söylesin bunları!

Hoş geldin kapitalizm!

Türkiye’nin liberal burjuva aydınının en başarılı numaralarından biri ilerici, hatta solcu görünmektir. Bir ülkede düşünsel hayatta yazar, sanatçı ve aydınlar genel olarak sol düşüncenin etkisi altında ise, burjuva liberal aydını da onlara uymak zorunda kalır. Öte yandan ülke eğer Türkiye kadar geri bir politik iklime sahipse ilerici görünmek de kolaydır. Bu, Orhan Pamuk için de geçerlidir. Çok uzun yıllar solcu ortamlarda yaşamış, o ortamlara adapte olmuş gibi görünmüştür.

Ama şimdi tam da Trump çağında, sola yatkın aydınımız Rusya’ya gidiyor ve “Burada birçok şeyin değişmesi hoşuma gidiyor” diyor. Rusya, sözgelişi, bir sanayi devrimi ya da klasik türden bir modernleşme süreci ya da coğrafi yolların kaymasıyla yeni bir çağa girmedi. Rusya’da “birçok şeyin değişmesi”, kusurları ne olursa olsun, kapitalizmin ilga edilmesine dayanan, sermayenin işçi sınıfını ve emekçileri sömürmesine izin vermeyen bir sosyalizme geçiş toplumunun yıkılmasının sonucudur. Yani Orhan Pamuk kapitalizmin yeniden tesis edilmesine, işçilerin yeniden işsizlik illetiyle, gelecek güvencesizliğiyle, eşitsizlikle karşı karşıya kalmış olmasına seviniyor! Acaba Orhan Pamuk’un hoşuna giden şeyler arasında, Rusya’nın ve öteki Sovyet cumhuriyetlerinin erkeklerinin yaşam beklentisinin hızla gerilemesi ya da kadınlarının bütün Avrupa’da fahişelikle özdeşleştirilecek kadar düşmesi de var mıdır?

Her durumda kapitalizme dönüşün Pamuk’u mutlu ettiği apaçık.

Lenin’in kalemi kitabı

Ama bunu düpedüz söylemek yerine üstünü düşünsel alandan alınmış bir örnekle örtüyor. “Lenin Kütüphanesi (Moskova'da) önünde (Rus yazar Fyodr) Dostoyevski'nin anıtının bulunması hoşuma gidiyor.” Anlaşılan, 1992’ye kadar Lenin Kütüphanesi olarak anılan kurumun sadece adı Rusya Devlet Kütüphanesi olarak değiştirilmedi. Aynı zamanda kütüphanenin ana binasının önünde eskiden bir Lenin heykeli vardı, yerine Dostoyevskiy’in heykeli yerleştirildi. Orhan Pamuk da buna memnun olmuş. Neden memnun olduğuna dair verdiği gerekçelerin bir bölümünün içi boş bir teneke gibi tın tın ses çıkarttığını yukarıda gördük. Şimdi son gerekçeye bakalım: “Kütüphanenin önünde kağıt ve kalem sahip olan birisinin anıtı olmalı.”

Genç okur, Orhan Pamuk’a hak bile verebilir. Kendinden önceki aydınlar kuşağı Orhan Pamuk gibi konuşursa, nereden bilsin Lenin’in yapıtlarının İngilizce baskısı 45 cilt olan Toplu Eserler’de yayınlandığını? Nereden bilsin bu ciltlerin sadece güncel siyasi, taktik, gelip geçici önemi olan yazılar değil, Marksizm’in 20. yüzyılda verilmiş en önemli bazı eserlerini de içerdiğini?

Sadece birkaç örnekle yetinelim. Lenin’in Emperyalizm kitabında geliştirdiği teori, kapitalizmin 20. yüzyılın başından bugüne, tarihini anlamanın en önemli anahtarlarından biri olmuştur. Lenin’in Devlet ve Devrim adlı (Ekim devrimi sürerken yeraltında yazdığı) risale, Marksizm’in devlet konusundaki görüşlerinin en yetkin sergilemelerinden biridir. Lenin’in genç yaşta (32) kaleme aldığı Ne Yapmalı? başlıklı kitabı hem Marksist siyaset teorisinin en önemli boyutlarını yeni bir ışıkta ortaya koymuş, hem işçi sınıfının siyasi sosyolojisinin (sınıfın politik anlamda katmanlaşması) daha sonra bütünüyle doğrulanmış olan bir veçhesini ilk kez gözler önüne sermiş, hem Gramsci düşüncesi aracılığıyla 21. yüzyıla, günümüze kadar aktarılmış “hegemonya” kavramını devrimin anahtarı haline getirmiş, hem de Leninist parti teorisini bütün gücüyle bu ayaklar üzerine yerleştirmiştir. Lenin’in sayısız yazısına dağılmış olan ulusal sorun analizi, uluslar arasındaki eşitsizliği ve demokrasinin en önemli köşe taşlarından biri olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkını bugüne kadar, Marksist ya da değil, hiçbir yazarın erişemediği bir düzeyde eşi görülmemiş bir yetkinlikle ele almıştır. Lenin’in Felsefe Defterleri, Hegel gibi zor ve zorlu bir feylesofun düşüncesinin Marksistler tarafından yapılmış en iyi analizlerinden biridir, diyalektik bahsinde bugüne kadar Marx sonrası pek az Marksistin erişebildiği bir doruğa yükselmiştir.

İşte Orhan Pamuk’un daha ilkokul çocuklarının dilbilgisi düzeyindeki cümlesiyle “kağıt ve kalem”e bulaşmamış olduğunu ima ettiği Lenin bir düşünür olarak budur!

Ve Trotskiy…

Orhan Pamuk, yakın bir geçmişte, sona erdiğine sevindiği Bolşevik devriminin öteki büyük önderi Lev Trotskiy hakkında da bir şeyler söylemişti. 2015 sonbaharında düzenlenen 14. İstanbul Bienali’nin mekânlarından biri Trotskiy’in Stalin tarafından sürgüne yollandığı İstanbul’da oturduğu Büyükada’daki metruk evdi. Bienal’in bir panelinde konuşmacılardan biri olan Pamuk da Trotskiy’den söz etmişti. Gerçek gazetesi, Ekim 2015 sayısında bienal hakkındaki bir yazısında (http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/trotskiy-bienalde) Pamuk’un konuşmasını okuruna, “Kral ve ben… Ya da Trotskiy ve Orhan Pamuk” alt başlığı altında şöyle aktarıyordu:

“Derek Walcott’u tanır mısınız? Jaroslav Seifert’i? Eyvind Johnson’u sever misiniz? Nelly Sachs’i peki? Halldor Kiljan Laxness’i duydunuz mu? Ya Johannes Vilhelm Jensen’i? Kimdir bunlar demeyin. Bunlar Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış ve sonra tümüyle unutulmuş dünya yazarlarından bazıları. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Orhan Pamuk, Nobel kazanan her yazarın tarihe geçeceğini zannediyor olmalı ki, paneldeki konuşmasını 5 Eylül 2015 tarihli Cumhuriyet gazetesi şöyle aktarıyor: “Büyükada Troçki’den bana kadar pek çok yazarın sessizlik içinde yazı yazmaya çalıştığı bir yer.” Neresinden tutmalı? Orhan Pamuk’un kendini modern tarihin en büyük şahsiyetlerinden biriyle karşılaştırır gibi konuşmasından mı? Yoksa Trotskiy’in adada “sessizlik içinde yazı yazmaya” kendiliğinden talip olmadığı, aslında dünya devrimi için fabrikalarda, barikatlarda, cephelerde çalışıyor olmaktan adanın sessizliğine göre daha çok zevk alacağı gerçeğinden mi? Bazı insanlar, burjuvazinin hâkimiyetindeki birtakım kurumların sanat ve edebiyat dünyasını yönetmesini gerçekten fazlasıyla ciddiye alıyorlar!”

Ah, Yaşar Kemal!

Orhan Pamuk’un Lenin’e taarruzu boşuna değildir. Pamuk uluslararası burjuvazinin aydınlarına kendisini onore etmelerinden, Nobel edebiyat ödülünü vermelerinden dolayı diyet ödüyor. Onlara sosyalizmin karşısında, kendilerinin yanında olduklarını açıklayarak “üçüncü dünya”nın, yoksul ülkelerin, başıbozuk, melez, anti-emperyalist aydınlarından değil, bona fide bir burjuva aydını olduğunu kanıtlıyor. İşte Nobel edebiyat ödülü bu yüzden Yaşar Kemal’e değil Orhan Pamuk’a verildi!

Ne tesadüf değil mi? Bugün, Yaşar Kemal’in, Türkiye ve dünya edebiyatının o büyük ustasının, sadece Türk’ün değil bütün uluslardan insanların gönlüne taht kurmuş o Kürdün ölümünün ikinci yıldönümü. Bu vesileyle onu en içten duygularla, saygıyla sevgiyle anıyoruz. Ona ölümünün hemen ardından yazdığımız ağıtı, o yazıyı geçmişte okumamış okurlarımızın dikkatine sunuyoruz (http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/dort-yurekli-dev).

Yaşar Kemal Şark’ın edebiyat deviydi. Kapitalizmle ve emperyalizmle hiçbir zaman barışmadı. Gençliğinde şöyle söylüyordu:

“Ben sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Militanım derken, kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın, her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlarken Marksizmin kurallarını özümsediğimi sanıyorum. Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine Marksizme bireyin kurtuluşu, insanlığın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır. Marks için en büyük değer bireydir. Çünkü o yittiğinde onun yeri hiçbir zaman, hiçbir biçimde bir daha doldurulamayacaktır. Marksizm bana dünyaya bakmak için en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim.” (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, a.g.y., s. 129)

Kapitalizm karşıtlığından hayatının sonuna kadar vazgeçmedi. Marksizmin prestiji eskisine göre çok daha zayıfken dahi insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizmi eleştirdi. Bu yıl Ekim devriminin 100. yıldönümünü kutlayacağız usta. Selam olsun sana, bu toprakların has evladına!