2013, Nâzım Hikmet yılı

2013, Nâzım Hikmet’i yitirişimizin 50. yıldönümü. Bu yıl boyunca Devrimci İşçi Partisi bütün olanaklarıyla komünizmin bu büyük şairini anacak. Gerçek gazetesi, sayfalarında şairin yapıtını genç kuşaklara aktarmak amacıyla çeşitli dosyalara ve şiirlerine yer verecek. Devrimci Marksizm dergisi ise Nâzım Hikmet üzerine teorik yazılar yayınlayacak. Nâzım Hikmet’in sanatının yanı sıra 20. yüzyılın Türkiye ve dünya komünizmi içinde tuttuğu yeri de değerlendirmeye çalışacağız.

Nâzım Hikmet, Ekim devriminin çocuğu

 

“Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır”

Burjuva düşüncesi, şairin, yazarın, sanatçının yapıtını sanki doğuştan biçimlenmiş ince, hassas, hatta kırılgan bir ruhun ifadesi olarak görür. Oysa sanatçı, yazar, şair, kendi özel hayatının olduğu kadar, çağına damga vuran büyük olayların, içinde yaşadığı toplum ve dünyanın bir ürünüdür. Ruhu da, yapıtı da bu olayların etkisi altında biçimlenir. Nâzım bu açıdan bakıldığında tarihin bugüne kadar gördüğü en büyük komünist devrim olan Rusya’daki Ekim devriminin (1917) ürünüdür. Bu devrimin esiniyle ufkunu açtığı sanatçılar arasında Diego Rivera resimde, Şarlo sinemada, Meyerhold ve Brecht tiyatroda ne ise, Nâzım da (elbette birkaç başka büyük şairle birlikte) şiirde odur.

Nâzım on sekiz yaşında, arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte, işgal altındaki İstanbul’dan gizlice Anadolu’ya geçmiştir. Ama 1921’de Ekim devriminin topraklarına yönelmiştir. Yani Türkiye’de ve Rusya’da aynı anda iki büyük ve çığır açıcı mücadele yaşanmaktadır ve Nâzım bunların ikincisinin içinde büyümeyi tercih etmiştir. Hayatı boyunca Ekim devrimine sadık bir komünist olarak kalacaktır.

Milli şair değil, komünist şair!

Sevdalınız komünisttir,
on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde.

Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
en âlâ bir mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde.

 

Türkiye burjuvazisi, 1991’de Sovyetler Birliği çöktükten sonra komünizm tehlikesinin artık tarihte kaldığı konusunda bir hayale kapıldığı için Nâzım’a karşı düşmanlık politikasının yerine onu ulusal kültür içinde eritmek, büyük şairler arasında bir başka büyük şair olarak sunmak, kısacası komünist sesini örtbas ederek zararsız bir edebiyatçı haline getirmek istiyor. Düzenle bütünleşmeye karar vermiş solcular da bundan yararlanarak Nâzım’ı burjuva cumhuriyetinin bir parçası kılmaya çalışıyor. Bu düzen solcularının en sevdikleri Nâzım meşgalesi, “Nâzım’a vatandaşlığı iade edilsin, mezarı Türkiye’ye gelsin” oyunudur. İlki gerçekleşmiştir, şimdi ikincinin peşindeler. Biz bugünkü koşullar altında Nâzım’ın mezarının Türkiye’ye getirilmesine karşıyız. Bu, büyük şairin bu düzene düşmanlığını gözlerden gizleyecek bir halkla ilişkiler operasyonu olur. Nâzım’ın kendi diliyle söyleyelim: Nâzım Hikmet Moskova’da Novo Deviçiy mezarlığında yatmaktadır, ama zincirini kırmış yatmaktadır, en âlâ bir mertebeye ermiş yatmaktadır!

Evet, Nâzım “Vasiyet” adlı şiirinde Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmek istemiştir. Ama hangi koşullarda? “Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,/seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,/tarlalar orta malı, kanallarda su,/ne kuraklık, ne candarma korkusu.” “Tarlalar orta malı”, yani devrimden sonra. Bırakın Nâzım’ın yakasını. Onu biz komünistler, devrimden sonra getireceğiz kendi topraklarına!

 

Nâzım Hikmet komünist bir militandı

 

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

 

Nâzım Hikmet sadece komünist bir şair ve aydın değildi. Komünizmin mücadelesini aynı zamanda bir işçi sınıfı partisi inşa ederek pratikte vermeye çalışan bir militandı. Mustafa Suphilerin 1920’de Üçüncü (Komünist) Enternasyonal’in (Komintern) Türkiye seksiyonu olarak kurduğu Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) üyesi idi. (Tarihi TKP’nin 2001 yılında kurulan ve bugün de bu ad altında faaliyet gösteren TKP ile en ufak bir örgütsel ilişkisi yoktur.) Gördüğü bütün baskılar bundan dolayıdır.

TKP’nin Lenin sonrası dönemde Sovyetler Birliği’ni ve Komintern’i hâkimiyeti altına alan Stalinist bürokrasinin dayattığı çizgiyi benimsemesi karşısında Nâzım’ın nasıl bir tavır takınmış olduğu henüz incelenmeyi bekleyen bir konudur. Nâzım 1930’lu yıllarda parti içinde bir muhalefetin önde gelen isimlerinden biri olmuş, Hikmet Kıvılcımlı kendisini “Troçkist” olarak nitelemiştir. Elbette bu niteleme Nâzım’ın gerçekten de Trotskist olduğunu göstermez. Üstelik, Nâzım 1951’de Sovyetler Birliği’ne göçtükten sonra Sovyet bürokrasisi ile iyi ilişkiler sürdürmüş, onun dünya çapındaki propaganda aygıtının bir temsilcisi rolünü de üstlenmiştir. Ama Stalinizme karşı tavrı henüz araştırılmayı beklemektedir.

Otobiyografi

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan falan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ocak 2013 tarihli 39. sayısında yayınlanmıştır.