İkinci Habur

Diyarbakır Lice’de (Licê) devrilen heykelin altında bakalım neler ve kimler kalacak! Bu olay kendisine yol açan dinamikler açısından bütünüyle 2009 yılında yaşanan Habur olayına benziyor. Sonuçlarının aynı olması gerekmez çünkü insan hiçbir zaman aynı nehirde iki kez yıkanmıyor! Bugün koşullar farklıdır ve benzer olaylar farklı sonuçlara yol açabilir. Buna rağmen bu iki olayın ortaya çıkış mantıklarındaki benzerliğin ne olduğunu anlamak “çözüm süreci” denen sürecin nasıl çelişkilerle yüklü olduğunu da ortaya koyacaktır.

Önce Habur olayının ne olduğunu hatırlayalım. 2009 yılının başlarında başlayan “açılım” adını taşıyan sürecin bir aşamasında, Ekim ayında Kandil’den ve Mahmur (Maxmur) Kampı’ndan bir heyet Habur sınır kapısından Türkiye’ye girmişti. Savcıların sınır kapısındaki sorgulamasından sonra heyet Türkiye’ye serbest biçimde sokulmuştu. Hükümet açısından bakıldığında belli ki bir şov söz konusuydu. “Suça karışmamış olduğu” saptanan PKK’liler serbest bırakılıyor ve böylece hükümet bir barış süreci başlatmış olduğunu göstererek Kürt halkında kendisi için bir sempati yaratıyordu.

Ne var ki, olaylar hiç de hükümetin hayal ettiği gibi gelişmedi. Kandil’den gelen gerillalar tipik PKK üniforması taşıyordu. Onlar kendilerini bekleyen otobüslerin üzerine çıkarak büyük kitlenin arasına girer girmez büyük bir halk şenliği başladı. Bu, menziline doğru hareket eden kafilenin yolda kentte ve kırda gecenin üçünde-dördünde, sabaha kadar büyük kalabalıklarca karşılanmasıyla devam etti. Habur, Kürt halkının bayram kutlamasına dönüşmüştü!

Devlet pişman oldu. Öteki düzen güçlerinin ağır salvosu altında hükümet gelenlerden bir kısmını tutuklattı. Bir süre sonra Avrupa’dan gelecek benzer bir Kürt heyetinin gelmemesi sağlandı. “Açılım” kapanmaya başlamıştı. Aralık ayında o dönemin Kürt partisi Demokratik Toplum Partisi (DTP) Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanınca, “açılım” yerini “kapatım”a bıraktı!

Son günlerde yaşanan olay ile Habur arasında şöyle bir ilişki var. AKP hükümeti, bütünüyle kendi kontrolü altında, kendi seçtiği bir tempoda, kendi belirlediği bir içerikle yeniden bir “süreç” yürütüyor. 2012’nin son günlerinde başlayan bu yeni “süreç” gelişirken, bir taraf istediği gibi süreçle çelişen adımlar atıyor. 2013 Ocak ayında yaşanan Paris suikasti, karakol ve kalekolların yapımına devam edilmesi ve bunlara karşı yapılan protestolarda Kürt halkından insanların güvenlik güçlerince öldürülmesi (örneğin 2013 Haziran ayında Gezi döneminde Medeni Yıldırım), 2013 Kasım ayında Barzani’nin Diyarbakır’a davet edilmesi, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde HÜDA-PAR ile yapılan işbirliği, IŞİD’e Rojava’ya karşı yardım, bütün bunlar Kürt hareketinin “süreç” denen ne idüğü belirsiz gelişmeyi terk etmesi için neden olarak gösterilebilecek şeyler. Ama ısrarla böyle şeyler yapılıyor.

Buna karşılık, Kürt halkı kendiliğinden biçimde “sürecin” kendisine getirdiği çok kısmi özgürlük olanaklarını biraz zorladığında AKP hükümeti ve devlet kanadı birden sertleşiveriyor. Bunun anlamı şu: bu “süreç” hükümetin anlayışına göre kendisi “ulûfe” gibi ne verirse onunla yürüyecek. Ama “sürecin” yarattığı çelişkilerden biri hükümetin belirlediği bu sınırlara Kürt halkının uymaması. Çünkü “açılım” ya da “süreç” Kürt halkına kendi gücünün ürünü olarak göründüğü ölçüde, halk kazandığı özgüvenle, ipleri eline almaya girişiyor, yıllardır içinde biriktirdiği özlemleri dile getiriyor, sembolik jestlere girişiyor. Hükümet ise kendi izin verdikleri ve planladıkları dışında hiçbir sembolizme hazır değil. Çünkü amacı “barış” ve “Kürt sorununa çözüm” falan değil. Yasasının adı gibi amacı da “terörü sona erdirmek” ve “milli beraberliği sağlamak”. Bunlara ilaveten de dile getirilmeyen esas amaç var: Irak Kürdistan’ının petrollerine el koymak, bu bölgeyi de sömürgeleştirmek.

Yani süreç böyle patlayıcı bir çelişki içeriyor. İlk defasında bunun sonucu Habur’a heyet gelişini bir halk şenliğine çevirmek olmuştu. Bu kez Kürt halkı için bir kahraman ve şehit mertebesine yükselmiş bir tarihsel şahsiyetin heykeli etrafında patlak verdi olay. Bundan 30 yıl önce Şemdinli ve Eruh’taki ilk PKK eylemlerinin komutanı Agit kod adlı Mahsum Korkmaz’ın heykeli Lice’de “PKK şehitliği” olarak anılan mekâna dikildi. Kürt halkı kazandığı özgürlük kırıntılarını değerlendirmişti. Devlet ise geçen defa Habur sınırında serbest bıraktığı insanları kısa süre sonra tutuklamıştı. Bu kez alıştığı bir şey yaptı: Tayyip Erdoğan Türkiye’si, aynen Afganistan’da Taliban’ın yaptığı gibi, heykel yıkmaya zaten alışmıştı. Kars’ta Mehmet Aksoy’un Türk-Ermeni dostluğu uğruna dikilmiş heykelinden sonra bu heykel de yıkıldı. Bu yıkım da Türk-Kürt dostluğunu tehdit ediyor!

Heykel yıkımı sonrasında başlayan çatışmaların, “açılım”ın “kapatım”a dönüşmesi gibi ciddi sonuçları olacak mı, yoksa kısa bir süre tartışılıp sonra unutulacak mı, bunu vakit gösterecek. Ama bu olay mutlaka bir yere yazılacak!

En önemlisi, AKP hükümetinin kurduğu “süreç” adlı bu taviz koparma sisteminin çok ağır bir çelişki ile malûl olduğu ortaya çıkmış durumda. İşte bu çelişkiler geleceğin çelişkileri. 2013 Newroz’unda Kürt gençliğinin açtığı “Heta ku Serok azad nebe aşiti şaşitiye” (“Başkanın özgür olmadığı barış yolunu şaşırmıştır”) pankartının ifade ettiği çelişki ile aynı ailedendir bu! Çekirge bu sefer sıçrasa da bunu sonsuza kadar başaramaz.

Demek ki, Türk-Kürt kardeşliği başka biçimlerde kurulacak.