İkbal savaşı bayrağın ardına gizleniyor!

 

Bayrak herkese başka bir şey ifade eder. Kimi için emperyaliste karşı korunmuş yurttur. Kimi için öyle olsa da olmasa da işçiyi “ulusal birlik” ideolojisiyle uyutmanın aracı. “Bayrak mitingleri” bu “ulusal birlik” gösterisi ile bazı sorunların üstünün örtülme ortamlarıdır. Geçtiğimiz hafta ortasında TOBB, TÜSİAD, Türk-İş öncülüğünde Ankara’da yapılan miting de böyle bir ortamdı işte.

Bazen Kürt sorununda, bazen Kıbrıs’ta köşeye sıkışır devlet. Pislikleri halının altına süpürülemeyecek kadar açığa çıkar. Birdenbire buram buram provokasyon kokan bir saldırı yapılır Türk bayrağına. Medya bayrak fetişizmine başlar. Toplumun bayrak histerisine tutulması sağlanır. Devir, devletin bazı küçük hatalarına takılıp kalma devri değildir! Bayrağın namusu kurtarılmalıdır önce!

Kendi çıkarları için ölmemizi açıkça talep edemeyen burjuvazi, “bayrak için” ölmemizi ister haksız savaşlarında. Bizim olmayan savaşlarda ölmüş genç bedenlerimizi örter bayrak. Bazen de hayatını kaybeden işçi çocuklarının evlerindeki yoksulluğu örter. Bir gecekondunun çatısından sarkıtılmış bayrağa takılan gözlerimiz, yoksulluk içinde geçen genç bir hayatın “ikbal savaşlarında” sona erdiğini fark edemez. Bayrağın arkasındaki yürek çatlatan yoksulluğu göremez.

Şimdi de aynısı oluyor. 7 Haziran’da meclisteki çoğunluğunu kaybeden AKP, “top benim oynatmıyorum” dedi ve iktidarı gayri meşru şekilde gaspetti. Bu gaspı meşrulaştırmanın en kestirme yolu olarak da Kürt savaşını yeniden başlatmayı gördü. Bir yandan Kürt halkına “seni başkan yaptırmayacağız”ın hesabını sorarken, diğer yandan da ülkenin batısına Erdoğan’ı başkan yapmazlarsa dökülen kanın durmayacağı mesajını açıkça verebilmek için Kürt illerini Gazze’yi, Kobani’yi (Kobanê) hatırlatan bir yıkıma maruz bıraktı.

Fakat savaş beklendiği gibi gitmiyor. Toplumun savaşa gösterdiği tepki bir türlü AKP’nin istediği yola girmiyor. Doğuda Kürtler, günler süren sokağa çıkma yasaklarının, bombardımanların ardından meydan okurcasına on binlerle uğurluyor cenazelerini. Batıda ise belki de ilk kez halk “neden?” diye soruyor. Belki de ilk kez asker cenazelerinden yükselen bedduaların hedefi “terör” değil, devlet, hükümet. Geride bıraktığımız çözüm süreci ve uzun çatışmasızlık ortamında halk, devletin Kürt hareketi ile görüşmesinin kıyameti koparmadığını gördü. AKP’nin Kürt hareketini tasfiye etmek için yürüttüğü süreç, onun Kürtlere karşı savaşmasını zorlaştıran bir ayak bağına dönüştü. Ne faşist çetelerin pogrom girişimleri, ne de yandaş medyanın şovenist propagandası halkı savaşa ikna etmeye yetmiyor.  AKP, en yandaş şirketlerin yaptığı anketlerde bile oy kaybetmeye devam ediyor.

17 Eylül “Teröre hayır, kardeşliğe evet” mitingi bu atmosferde yapıldı. Pek çok “bağımsız” kendisine “sivil toplum kuruluşu” adını veren oluşum ile “işçi” ve işveren örgütü, halkı ikbal savaşına destek olmaya çağırdı. Açılan bir buçuk kilometre uzunluğundaki bayrakla da savaşın pisliklerini örtmeye çalıştılar. Dondurucuda bekletilen çocuk bedenleri, harabeye dönmüş şehirler, asker cenazeleri… Hepsi sessiz sedasız bayrağın altına süpürülmeye çalışıldı. Asker cenazelerinden yükselen isyan çığlıkları ise “teröre hayır” sloganları ile boğulacaktı. Kaybedilen Kürt oyları geri kazanılabilsin diye “kardeşliğe evet” demeyi de unutmadı, pek siyaset dışı “STK”larımız.

Konuşmada söylenenler kadar söylenmeyenler de bir şeyler anlatır. Hatta bazen daha çok şey anlatır. Bu yürüyüşte de öyle oldu. Kardeşlik için asıl söylenmesi gerekenler söylenmedi. Neden tam da HDP “seni başkan yaptırmayacağız” sloganını ortaya attıktan hemen sonra Erdoğan’ın Türkiye’de bir Kürt sorunu olmadığını keşfettiği sorulmadı mesela. AKP’nin bunca yıldır üstüne titrediği, artık analar ağlamıyor diyerek çok ekmeğini yediği sürecin neden 7 Haziran’dan sonra derin dondurucuya kaldırıldığı da sorulmadı. Ya da otuz yıldır devam eden bir savaşı çözmek için histerik şovenist çığlıklardan fazlasının gerekip gerekmediği konuşulmadı. Eşitlikten de bahsedilmedi. Kardeşlik dendi elbette. Zaten Türkiye burjuvazisinin, Kürtlerin Türk halkının küçük kardeşi olmasına itirazı yok. Kürtler itilip kakılan, yok sayılan, hakları ellerinden alınan, gerektiğinde ucuz iş gücü olarak kullanılan küçük kardeş olmayı kabullendikten sonra neden kardeş olmasın ki halklar? Eşitlik mi? O da neymiş?

Akşam gazetesi işçi ve işveren örgütlerinin düzenlediği yürüyüş diye bahsediyordu söz konusu yürüyüşten. İşverenlerin ne amaçladığı malum. “İşçi örgütlerinin” işçi sınıfının bakış açısını ne kadar yansıttığı ise apayrı bir tartışmanın konusu. Bu topraklarda kalıcı barışın ve kardeşliğin inşa edilmesinin yolu ise gerçekten işçi sınıfından geçiyor. İşçi sınıfı, halkların kardeşliği için önce eşitliğin gerektiğini anlayıp barış talebiyle meydanlara indiği zaman, işte o zaman, hiçbir zalimin zulmü, emekçi çocuklarını ikbal savaşlarına kurban etmeye yetmeyecek!