Diriliş mi, hortlama mı?

Bugün İstanbul’un fethinin 562. yıldönümü, Tayyip Erdoğan bu vesileyle yarın İstanbul’da miting düzenliyor. Başlığını da şöyle koymuşlar: “Yeniden diriliş, yeniden yükseliş”. Bu amaçla “fetih ruhu”nu yeniden canlandıracaklarmış.

Meseleye Erdoğan’ın AKP oylarındaki gerilemeyi tersine çevirmek için bir gövde gösterisi yapması olarak bakabilirsiniz. Hiç kuşku yok doğru bir bakış olur bu. Hele HDP’nin Kazlıçeşme mitingi de engellenebilseydi, tadına doyum olmazdı Erdoğan açısından. Ama göze alamadılar bunu!

Seçim için manevra olduğu doğru da, bir de öteki yanı var. Bu “fetih ruhu” çağırma operasyonu 2014’te yapılmış olsaydı nasıl olurdu ya da 2016’da seçim yokken yapılsa sorunsuz mu olacak? Meseleye bir de o yandan bakmayı deneyelim.

Dünyada Konstatinopolis’in fethedilederek İstanbul haline getirilmesine benzeyen örnek azdır. Birbirlerinin toprağını işgal eden kavimler veya modern uluslar elbette az değil. Ama o toprakların toptan bir uygarlık değişimine uğraması az görülen bir şey. Üç örnek verelim: Roma İmparatorluğu, Britanya’dan Filistin’e birçok bölgeyi “fethetti”, Roma topraklarına kattı, ama oralar Roma olmadı, Roma hâkimiyetindeki topraklar oldu. Rusya 19. yüzyılda Türki ulusların yaşadığı toprakları adım adım “fethetti”, ama oralar hiçbir zaman Rusya olmadı. Ruslar da dâhil herkes o topraklara Rus imparatorluğunun Türki halkların yaşadığı bölgeleri olarak baktı. Bir başka örnek de Batı Avrupa’nın emperyalist sömürgeciliğinden verilebilir. Britanya Hindistan’ı, Hollanda Endonezya’yı, Fransa Vietnam’ı, birçok Avrupa ülkesi Afrika’da belirli bölgeleri “fethetti”, ama oraları kimse İngiltere ya da Hollanda ya da Fransa gibi görmedi. Hindistan Hindistan’dı, ama Britanya’nın hâkimiyetinde yaşıyordu. O kadar. Ötekiler için de aynı şey geçerliydi.

Modern tarihte Osmanlı’nın İstanbul’u, Anadolu topraklarını ve Doğu Rumeli’yi (Trakya’yı) fethine benzeyen başka bir örnek var: Amerika kıtasının Avrupalılarca fethi. “Latin” diye adlandırılmış olan Amerika’yı alalım. O tarihi olayda da aynen bizde olduğu gibi, fetih (“Conquista”) ve fatihlerden (“Conquistadores”) söz edilmiştir. Üstelik bu örnek tarih bakımından İstanbul’un fethine az çok denk düşer. İstanbul 1453, Latin Amerika’nın fethi için kullanılan temsili tarih ise 1492. Bundan sadece çeyrek yüzyıl önce 1992’de bu fethin 500. yıldönümü yaşandı. Bakın “kutlandı” demiyoruz, “yaşandı” diyoruz. Çünkü o 500. yıldönümünde herhangi bir şey olduysa o da Amerika yerli halklarının “fethi” lanetlemesi, İspanyol (ve Portekiz) kökenlilerin ise özür dilemesi oldu. Herkes öyle düşündü demiyoruz. Ama hâkim kültürel-ideolojik atmosfer buydu.

Bizde fethin 500. yıldönümü bugünkü iktidar sahiplerinin kahramanı Adnan Menderes dönemine denk düşer. Aman ne tören, ne kutlama! Haydi, Türkiye o zaman dünyayı daha az tanıyordu, daha bir taşraydı; ayrıca uygarlıklar ve uluslar arasındaki ilişkiler bugünkünden farklıydı: olağan olarak çok daha hasmane, çok daha ilkel biçimde tanımlanıyordu. Peki, 2015’te, Latin Amerika’da da, Kuzey Amerika’da da, bunlara benzeyen ama tarih olarak farklı bir dönemde yaşanan Avustralya ve Yeni Zelanda örneklerinde de fatihler yerli halklardan neredeyse özür dilerken, tazminat tartışmaları yaşanırken, bizde bu “fetih” saplantısı ne?

Kimileri diyebilir ki, ama Latin Amerika yerlileri, Kuzey Amerika “Kızılderilileri”, Avustralya “Aborjinleri”, Yeni Zelanda “Maorileri” kılıçtan geçirildi, ezildi, neredeyse yok edildi. Oysa Fatih Sultan Mehmed ve onu izleyen Osmanlı padişahları İstanbul’u, Trakya’yı, Anadolu’yu, Rumlarla, Ermenilerle, hatta o İspanyol “Conquistadores”in kendi topraklarında ezdiği için sığınma hakkı tanıdığı Yahudilerle bu coğrafyayı paylaştı. Tamam da sonra ne oldu? Nerede şimdi Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin ve Anadolu’nun bütün o kadim halklarının çocukları? Daha 24 Nisan 2015 yeni yaşanmadı mı?

Bir halk yaşadığı kenti başkasından kılıç zoruyla aldığı için değil, o kenti inci gibi süsleyen mimarları olduğu için, o kentin güzelliği ile müsemma şiirler yazan şairleri olduğu için, o kentin halkını refaha kavuşturan güçleri harekete geçiren vasıflı üreticileri olduğu için övünmelidir. Türkler bunu yapmış mıdır, yapmıştır. Ama Rumlarla, Ermenilerle, Yahudilerle birlikte. İstanbul 470 yıl güçlü bir imparatorluğun “payitahtı” olduysa bundandır. Mimar Sinan’la övünün, ama bu kentte 19. yüzyılın bütün güzel yapılarını yapan Balyan ailesiyle de. Şiir zevkinize göre Bâki, Nedim, Yahya Kemal veya Nâzım ile övünün, ama klasik Türk musikisinde Türkler kadar usta olan Rum, Ermeni ve Yahudi müzisyenleri, Komitas’ı ve diğerlerini unutmadan. İstanbul’un zanaatkârlarını övün, ama onların en ustalarının Ermenilerden ve Rumlardan çıktığını unutmadan.

Onların derdi başka. İslam uygarlığını yeniden başka uygarlıkların tepesine dikmek istiyorlar. “Fetih ruhu”nu sadece dün için övmüyorlar, yarın için canlandırmak istiyorlar. Başka uygarlıklara üstünlük taslayacaksanız, buna emperyalizmin hâkimiyetinde ezik, sinmiş, boynu eğik bir uygarlığın yeniden ayağa kalkması anlamında “diriliş” denmez. Buna fetih savaşlarının, işgallerin, sivil halkı kılıçtan geçirmenin tekrar canlanması anlamında “hortlama” denir. “Fetih ruhu”na “eyyy ruh, geldinse at kılıcını” diye çağrı yapıyorsunuz çünkü!

İstanbul dünya şehridir, doğru. Küreselcilerin anladığı “İstanbul’u satmak” anlamında değil. Yüzyılların derinliğinden gelen bir uygarlık yuvası olduğu için, bütün dünyanın, bütün halklarındır, o anlamda dünya kentidir.

Ne İstanbul’dan vazgeçeriz, ne Selanik’ten, ne Kudüs’ten. Hepsi halkların, kültürlerin, uygarlıkların kardeşliğinin yuvaları olana kadar!