Anayasa Mahkemesi armut topluyor!

KCK davasının üç yıllık macerası, 2 Temmuz günü İstanbul’da başlayan 205 sanıklı dava ile yeni bir safhaya girdi. Dava, daha önce Diyarbakır’da, Adana’da, Antep’te, Urfa’da, Siirt’te, Mersin’de va başka yerlerde görülen davalar ile ortak yanlar taşıyor. Bu ortaklıklar arasında en önemlisi, yüzde doksanı Kürt olan sanıkların bu davada da anadillerini kullanmak istemesi, mahkemenin ise bunu engellemesi. Mahkeme heyetinin verdiği gerekçeler Allahlık!

Lozan Antlaşması için geleneksel “Türkiye’de sadece gayri müslimler azınlıktır” gibi konuyla ilgisi olmayan bir gerekçenin yanı sıra “şartların değiştiğini” de belirtiyor. Böylece, Lozan Antlaşması’nın geçerliliğinin kalmadığını ilan etmiş oluyor! Mahkeme, sanıkların Türkçe konuşuyor ve anlıyor olduğunu da bir gerekçe olarak ileri sürüyor. Böylece, anadili tartışmalarından bütünüyle bihaber olduğunu da ortaya koymuş oluyor. Çevirmen sorunlarının ortadan kalkacağını söylemek gibi, adaletin yerine gelmesi için alınması gereken önlemleri “masraf” hanesine yazan bir tavra sahip. Ama en güzeli, Türkçe konuşmanın sanıklar için “daha iyi” olacağı iddiası. Sanıklar için neyin daha iyi olacağını da mahkeme biliyor!

İstanbul davasının kendine özgü bazı önemli yanları var. Biri, KCK tartışmasının Türkiye’nin siyasi ve entelektüel kalbi olan İstanbul’a girmesi. Olan biten her şey, uzak Diyarbakır’da veya bir başka Kürt kentinde değil, demokrasisiyle pek övünen, kendisini Arap ve İslam dünyasının üstünde görüp Batılılara öyle anlatmaktan büyük zevk alan Türkiye burjuvazisinin arka bahçesi Silivri’de yaşanıyor. İlk gün dayanışma için gelmiş olan yabancı heyetin  bilgisayarlarının ve cep telefonlarının çalındığı,  ama parasının çalınmadığı, yani birilerinin onların bütün ilişkilerini öğrenmek için açık açık hırsızlık yaptığı bir davadan söz ediyoruz. Mahkeme binasının çevresinin 12 Eylül’ü aratmayan bir manzarayla polis ve jandarma ile doldurulduğu, mahkeme salonunun da bir süre sonra kışlaya çevrildiği bir davadan söz ediyoruz. İkinci günün sabahı, cüppeleri ve kimlikleriyle gelen avukatlara saldırı yapıldığı, avukatların ve izleyicilerin olmadığı bir salonda duruşma yapıldığı bir davadan söz ediyoruz. Haydi övünün bakalım demokrasinizle!

İstanbul davası bir başka bakımdan da özel: başta Ragıp Zarakolu, Profesör Büşra Ersanlı ve Deniz Zarakolu olmak üzere birtakım Türk aydınlarının da KCK saldırısından pay alması. Bunun anlamı açık: devlet Türk aydınlarına “Kürtlere bulaşmayın, omuz vermeyin, destek olmayın, yoksa yakarım” diyor! Hâlâ tutuklu olan Profesör Büşra Ersanlı için 38,5 yıla kadar, Deniz Zarakolu için 22,5 yıla kadar, beş ay hapis yattıktan sonra uluslararası destek sonucu salıverilen Ragıp Zarakolu için 15 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

Bütün bu ayrıntılar iki meseleyi gölgede bırakmamalı. Bunlar birbiriyle bağlı iki mesele. Birincisi, KCK davası açılım karşıtı bir saldırı değil, açılımın devam eden boyutu. Hemen hemen herkes yanlış hatırlıyor: ilk KCK tutuklamaları açılım bittikten sonra değil, açılım başlamadan önce yapıldı. İlk tutuklamalar, yerel seçimlerden on beş gün sonra Nisan 2009’dadır. Açılım ise aynı yılın yaz aylarında başlamıştır. KCK davası açılımın bir parçasıdır. Amacı üst düzey PKK yöneticileri Norveç’e yollanır, alt düzey militanlar toplumsal hayata entegre edilirken, halk kitleleri içinde politik çalışma yapabilecek bütün ara kadroları felç etmektir ki hareket tasfiye edilebilsin.

Bununla bağlantılı ikinci nokta ise şudur: bütün bu kadrolar açık siyasi mücadele alanında bulunduğu için elbette BDP’lidir. Dolayısıyla, esas saldırı BDP’yedir. Bu partinin altı milletvekili, parti başkan yardımcıları, parti yöneticileri, onlarca belediye başkanı ve belediye meclis üyesi, yüzlerce il ve ilçe yöneticisi, gazetecileri, avukatları, yazarları, öğrencileri binleriyle tutukludur. Gerekçe, bu insanların bir terör örgütüne mensup olmaları olduğuna göre, aslında BDP bu bakımdan bir odak haline gelmiştir. Yargılanması gereken BDP’dir. Zaten Silivri duruşmasında avukat Meral Danış Beştaş da suç unsuru olarak gösterilen bütün eylemlerin (siyasi kampanyalar, Siyaset Akademileri, kadın çalışması vb.) hepsinin BDP eylemleri olduğuna işaret etmiştir. Öyleyse sonuç açıktır: yargılanması gereken BDP’dir, yargı mercii de Anayasa Mahkemesi.

Anayasa Mahkemesi armut topluyor. Yetkilerinin, adı değiştirilmiş Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nce gaspedilmesine ses çıkarmıyor. Polis devletine boyun eğiyor. Dikkat etse iyi olur. Anayasa Mahkemesi’nin bugün içini boşaltanlar, yarın kalan kabuğa saldırmasınlar? Anayasa Mahkemesi’ne ne gerek var, bir işe yaramıyor demesinler? O zaman çok geç olabilir. Anayasa Mahkemesi kendini nal topluyor bulabilir!