Uygurlara karşı vahşet, etnik temizlik, soykırım! (Sungur Savran - 16-07-2009)

Ama bunların hepsinden çok daha önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ve MHP'nin genel başkanı Devlet Bahçeli'nin bu olaylara yönelik teşhisleri oldu.

Sırça köşkte oturanlar...

Erdoğan, G-8'in konuğu olarak İtalya'ya gitmeden önce Urumçi'de yaşanan olayları "vahşet" olarak nitelemişti. Nitelemenin pek de yanlış olmadığını birazdan göreceğiz, ama "vahşet"in kim tarafından yapıldığı konusu çok önemli bir ayrıntı. Erdoğan doğrudan doğruya Çin devletini suçluyor bu açıklamasıyla. Bunu not edelim. G-8 toplantısından sonra ise basına, yabancı liderlere yönelik olarak bu terimi yine kullandığını, ama aynı zamanda olayları en iyi ifade edecek kelimenin "soykırım" olduğunu belirttiğini açıkladı. Aynı gün devlet Bahçeli de "Uygur Türkleri"ne karşı bir "etnik temizlik" uygulanmakta olduğunu söylüyor, Erdoğan'a "‘one minute' de!" diye çağrıda bulunuyordu.

"Vahşet", "etnik temizlik", "soykırım"! Bunlar iri sözler. Öyle uluorta kullanırsanız, başınıza bela açar. Hele hele Türkiye'nin düzen partilerinin liderlerinin ağzından çıkarsa bu kelimeler, epeyce baş ağrıtır. Maalesef sözde devlete eleştirel yaklaşanlar arasında, hatta gerçek sol basında bile Urumçi olayları son derecede çarpık biçimde ele alındığı, "Türklere uygulanan katliam" edebiyatını zorlayacak bir biçimde verilmediği için bütün bu nitelemeleri dikkatli biçimde irdelemeliyiz.

Türk basınından olayları izleyenler, Urumçi'deki olayları Çin polisi ve jandarması ile barışçı Uygur göstericiler arasında yaşanan bir çatışma sonunda yüzlerce Uygur'un ölümüyle sonuçlanan bir gelişme olarak algıladılarsa kimse onları suçlayamaz. Sol basının temsilcilerinde bile olayları Çin polisi ile Uygur göstericiler arasında bir çatışma olarak sunmak yaygındır. Oysa ABD ve Britanya basını dahi olayları bambaşka biçimde sunmuştur. Türk basınında olaylar bu kadar çarpıtıldığına göre, gerçekte yaşananın çok kısa bir özetini yapmak, durumu değerlendirebilmek için elzemdir.

Olaylar 5 Temmuz günü 1000 ila 3000 arasında Uygur göstericinin, Çin'in Şincan'dan çok uzak bir bölgesinde, ülkenin hakim ulusal grubu Han'lar ile Uygur göçmen işçiler arasında çıkan bir çatışma sonrasında devletin hukuki ayrımcılık yaptığı iddiasıyla Urumçi'de bir protesto düzenlemesiyle başlamıştır. Çin polisinin gösteriyi bastırmaya çalıştığı hemen hemen kesin olmakla birlikte ne ölçüde sert davrandığını bilmiyoruz. Ama kendisi sokakta işçiye, emekçiye, öğrenciye sabah akşam copla, suyla, gazla saldıran bir devletin temsilcileri bu konuda suskun kalırlarsa daha doğru olur.

Zaten sonuçta (Çin devletinin resmi açıklamalarına göre) 184 ölüme yol açan olaylar arasında bu gösteri yoktur. Aynı akşam, Çin basınının yanı sıra bütün ciddi Batı basınının da belirttiği gibi, genç Uygurlar sokaklara dökülmüş, terör estirmiş ve kadın erkek çocuk dinlemeden Hanları dövmüş ve öldürmüştür. İlk verilen ölü rakamı olan 156 ölü hemen ertesi günü dünyaya yayılmıştır. Bu ölülerin çok büyük bölümünün Han olduğu kimsenin tartışamadığı bir gerçektir çünkü o gece saldıran Uygurlardır. Bu olaylardan bazı resimler basında ve medyada da yayınlanmıştır. Çin hükümetine göre son verilen ölü sayısı olan 184 kişinin 137'si Han'dır, 46'sı Uygur'dur, biri ise başka bir azınlık grubu olan Hui'dir.

Hanların marifeti ise bundan iki gün sonradır. 7 Temmuz'da işler tersine dönmüş ve bu kez Han güruhları Uygur avına çıkmıştır. Canını yitiren Uygurların çoğu muhtemelen bu olaylar sırasında ölmüştür. Uygurlar kendi kayıplarının çok daha fazla olduğunu iddia ediyorlar. Muhtemelen doğrudur. Ama onları öldürenler Çin devletinin polisi ve jandarması değil, sivil Hanlardır. Peki polis bu olaylar sırasında ne yapmıştır? Propaganda, polisin olayları seyrettiğini söylüyor. Ama olayları bizatihi Urumçi'de izleyen BBC muhabiri polisin Uygurların yoğun olarak bulunduğu Çarşı bölgesini korumaya aldığını, Han saldırganlara gözyaşı bombası atarak olayları engellemeye çalıştığını bildiriyor (7 Temmuz 2009 tarihli BBC haberi). Çin polis ve jandarmasının Uygurları katlettiğine dair Batı basınında hiçbir tanıklık çıkmamıştır. Bu o kadar böyledir ki, bu satırların yazılmakta olduğu 13 Temmuz günü Çin polisinin üç Uygur'u öldürmesine ilişkin haberi ajanslar ve medya bir ilk olarak vermiştir.

Demek ki, şu sonuç kaçınılmazdır: Urumçi'de onca cana mal olan olaylar Çin polisi ile Uygurlar arasında bir mücadele değildir; sivillerin yürüttüğü bir etnik çatışmadır. Üstelik çatışmayı ve katliamı başlatan Uygurlar olmuştur. Bu konuda hiçbir tartışma olamaz. Gelişmelerin bundan sonra hangi yönde olacağını elbette bilemeyiz. Ama bu ana kadar durum tam böyledir.

Şimdi Erdoğan'a sormak gerekiyor: siz hangi "soykırım"dan söz ediyorsunuz. Soykırım devletlerin bir suçudur, şahısların değil. Mesela Osmanlı devletinin Ermenileri kitlesel olarak sürmesinin ve bunun sonucunda yüz binlerin ölmesinin soykırım olup olmadığı tartışılabilir çünkü o ölümlerde devletin sorumluluğu vardır. Urumçi olaylarında ise, 1915 olayları için Türk milliyetçilerinin pek sevdiği terimle tam bir "mukatele" (karşılıklı öldürme) vardır! Siz 1915 için "ama önce Ermeni çeteler Türkleri öldürdü" diyeceksiniz. Ama Uygurlar önce Hanları öldürünce "soykırım" diye efeleneceksiniz.

Bu Osmanlı. Ya Türkiye Cumhuriyeti? PKK ile savaşta ölen insan sayısını hatırlıyor musunuz Tayyip Erdoğan? Artık 40 bini de aştı verilen sayı. Resmi rakamlara göre bunların ne kadarı Kürt? 30 bini mi, 35 bini mi? Siz diyeceksiniz ki, bunlar devlete karşı savaşırken öldü. Peki binlerce, on binlerce sivil kayıp ve faili meçhul cinayetten de mi haberiniz yok? Bırakın bütün bunları. 1992'de Newroz kutlanırken Şırnak'ta devlet güçlerinin kadın çocuk demeden en az 120 kişiyi öldürdüğünü bilmiyor musunuz? Urumçi için "yüzlerce insanın öldürüldüğü bir olay, adeta bir soykırım" demişsiniz. Ya Şırnak?

Bahçeli'ye gelince, "etnik temizlik" iddiasının Urumçi'deki maddi temeli nedir, anlamak mümkün değil. Bu, Türkçe'de yıllardır herkesin katkısıyla yanlış kullanılan bir kavramın artık yozlaştığı ve anlam kaymasına uğradığı gerçeğinden başka bir şey göstermiyor. 1990'lı yıllarda Yugoslavya savaşları sırasında yaygınlaşan bu kavramın İngilizcesi "ethnic cleansing". "Cleansing" İngilizce'de temizlemek demek gerçekten de, ama insanların katledilmesi anlamına gelmiyor. "Ethnic cleansing" de zaten öldürme eylemini değil, bir bölgenin tek bir etnik grubun hakimiyetine girmesi amacıyla başka etnik gruplardan arındırılması anlamına geliyor. Çevirmenlik bir sanattır. Aklını çalıştırmadan bu kavramı kelime kelime Türkçe'ye çevirenler "etnik temizlik" dediler. Oysa doğrusu kelime kelime çeviri değil, kavramın anlatmak istediği şeyi Türkçe ifade etmektir. Bu kavramın doğru Türkçesi "etnik arındırma"dır. Siz Türkçe'de "öldürme" anlamına da gelen "temizlik" sözcüğünü kullanırsanız, günün birinde Bahçeli de gelir, Uygurlar öldüğü için Çin'in "etnik temizlik" yaptığını söyler.

Eğer Bahçeli "etnik temizlik"ten gerçekten "etnik arındırma"yı anlıyorsa, bu olayda "arındırma" nerede? Belki dönüp Türkiye'ye bakarsa tarihte (uzak ve çok yakın tarihte) bunun örneklerini görebilir. Ermenilere uygulanan, soykırım değilse bile etnik arındırmadır. Artık Anadolu'da neredeyse hiç Ermeni kalmadı. Kürtlerin tekrar tekrar yeniden iskânı bu yönde atılmış birer adımdır. Son dönemin zorla köy boşaltma politikaları belki etnik arındırma değil de insansızlaştırmadır.

"Sırça köşkte yaşayanlar taş atmamalı" derler. Erdoğan ve Bahçeli uluorta konuşmadan önce biraz düşünseler iyi ederler.

Uygurlar ne kadar eziliyor?

Politikacıların bu sorumsuz tavrına basın Uygurların ne kadar ağır bir ezilme içinde olduğunu anlatarak eşlik ediyor. Hürriyet'in Londra muhabiri Faruk Zabcı, son üç yılda Şincan'a hem de iki kez gizlice girmiş. Belki biri kulağına Şincan'ın bugünlerde önem kazanacağını fısıldamıştır, kim bilir! Hürriyet'te tam zamanında bir dizi yayınlıyor. Ne kadar acıklı hikâyeler anlatıyor, bir bilseniz. Tamamını anlatmak için yerimiz yok, ama şu pasajı birlikte okuyalım: "Çinli patronlar işçisi Uygur kızlarına ‘Misafirim var. Bu akşam bize geleceksin' dediğinde kimse itiraz edemiyordu. Gitmese işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Uygur kocalar bile karıları işlerini kaybetmesinler diye ses çıkartamıyorlardı." Bahçeli kusura bakmasın, Uygurlar Türk falan olamaz! Türk erkeğine yakışır mı hiç? Yoksa bu Faruk Zabcı "dünya Türklüğü"nü içeriden dinamitlemeye mi çalışıyor? Alayı bırakalım, işin ciddi yanına gelelim. Zabcı o kadar komik bir ezilme öyküsü anlatıyor ki sonunda şirazenin kaçmaması mümkün değil. Üstelik bu anlatılanlar doğru olduğu ölçüde soralım: Zabcı hiç mi kapitalizm diye bir şey duymamış? Dünyanın her yerinde işçi kadının, örgütlü ve savunmasız ise patronların bu tür suistimal girişimlerine maruz kaldığını işitmemiş? Bizim ona bir tavsiyemiz var: bıraksın Urumçi'yi, İstanbul'da "tekstil kızı" deyiminin ne anlama geldiğini bir araştırsın, sonra konuşalım.

Çin'de bir Han ulusal hakimiyeti olduğu kuşku götürmez. Bu bakımdan Çin'de yaşayan öteki ulusal ve etnik grupların, kendi kaderlerini tayin hakkı dahil haklarına sahip çıkmak her şeyden önce biz Marksistlerin görevidir. Ama kendisi Kürtler konusunda bir inkâr ve asimilasyon politikasını onyıllardır uygulayan bir ulusun sağa sola "dünya Türklüğü" eziliyor diye saldırması, daha da önemlisi bunu düpedüz yalana dayanarak yapması kabul edilemez. Uygurların hangi hakları çiğneniyorsa onların yanında ilk biz oluruz. Türki bir ulus oldukları için değil, ezilen bir ulus oldukları için. Ama aşağıdaki verileri bilerek.

  • New York Times'da yazan Stevan Harrell adlı Amerikalı profesöre göre Çin'deki azınlıklar bütün yurttaşlık haklarından tam olarak yararlandıkları gibi, "pozitif ayırımcılıktan ve daha az katı nüfus planlaması düzenlemelerinden faydalanırlar." (8 Temmuz 2009) Şu sıralarda Çin bir skandalle çalkalanıyor. Üniversite sınavlarında birinci gelen genç, ailesi Han olduğu halde sınava girerken kendini azınlık diye kaydettirmiş. Peki ne olacak diyeceksiniz? Çünkü azınlıklara bir ekstra 20 puan veriliyor-gencimiz de bu sayede sınavda birinci olmuş! Türkiye'de Kürtlere ya da Lazlara herhangi bir sınavda ekstra bir 20 puan verildiğini duyan var mı?
  • Nüfus planlamasına ilişkin noktanın da biraz açılmasında yarar var. Mezkûr Faruk Zabcı, genç bir Uygur kadınının devletten evlenmek için izin alamadığını iddia ederek kadını isyan ettiriyor: "Çinli kızlar evlenebiliyor da biz niye evlenemiyoruz?" Cin okur "Çinliler Uygurların nüfus artışını engellemeye çalışıyor" diye bile düşünebilir. Öyleyse belirtelim: Çin'de ortalama ailenin birden fazla çocuk yapması mutlak bir anlamda yasak iken, Uygur çiftlerin üç çocukta durması parasal teşvik yoluyla sağlanmaya çalışılıyor, yasakla değil. İşte size profesörün sözünü ettiği pozitif ayrımcılık.
  • Uygurların kendi dillerinde eğitim göremedikleri basında sık sık yazılıyor. Yalan! Son yıllara kadar Han çocukları Çin'in ana edebi dili olan Mandarince eğitim görürken, Uygur çocukları da Uygurca okuyorlardı. 2005'te iki dilli eğitime geçiliyor. Uygurlar çocuklarının erkenden Mandarince öğrenmesini kendi kültürlerinden koparılmak istenmelerine bağlıyorlar. Elbette doğru olabilir bu. Ama bu arada Hanlar de Uygurca öğreniyor. Ayrıca Uygurca'nın öğretim dili olarak kullanıldığı üniversiteler bile var. İlköğretimden üniversiteye kadar Kürtçe, pardon Uygurca öğretim dili! Zaten Çin kökenli olmakla birlikte ABD'de öğretim üyeliği yapan bir başka profesörün New York Times'da aktardığı izlenimlerinden öğreniyoruz ki, Şincan'da yaşayan  birçok Han Uygur komşularıyla ve iş arkadaşlarıyla Uygurca konuşurmuş. Siz Kürt iş arkadaşıyla ya da komşusuyla Kürtçe konuşan tek bir Türk tanıyor musunuz?
  • İslam üzerinde kısıtlamaların sık sık sözü ediliyor. Yalan değil. Ayrıntıya girmeden bir örnek verelim: devlet görevlisi olarak çalışan Uygur erkeklerinin sakal bırakması, kadınlarının ise başörtüsü takması yasak. Bir yerden tanıdık geliyor mu? Çin devleti ile Türkiye devletinin İslam karşısındaki tutumlarının çok benzer olması ilginç bir araştırma konusu olabilir. Ama Türkiye'den Fransa'ya başörtüsü yasakları kol gezerken bunu Çinlilerin Uygurları asimile etme çabası olarak göstermek gülünçtür.
  • En komiğine geliyoruz. Asimile edilmek istenen Uygurların yaşadığı toprak parçasının Çin anayasasına göre resmi adını biliyor musunuz? "Şincan Uygur Özerk Bölgesi"! Türkiye Kürtleri özerklik der demez silahlarına sarılanlar, Irak anayasasına göre adı resmen Kürdistan Özerk Bölgesi olan yabancı bir anayasal oluşumu bile adıyla anamayanlar, şimdi "Uygur Türkleri"nin asimile edilmek istendiğini söylüyor. Asimilasyon nasıl olur biliyor musunuz? "Sen yoksun" diyerek! O halkın adı bölgenin adında bile varsa, nasıl asimile edeceksiniz? (Biz gelecekte asimilasyon çabası olmayacağını söylemiyoruz. Bugüne kadar bunun bir belirtisi olmadığını söylüyoruz.)

Uzatmayalım. Uygurların ve Çin Halk Cumhuriyeti'nde yaşayan, Hanlar dışında kalan öteki ulus ve etnik grupların ne ölçüde ezildiği ciddiyetle araştırılması gereken bir konudur. Ama bugünlerde çizilen karikatürü elimizin tersiyle itelim. Hele hele Türkiye gibi bu konuda sicili hiç temiz olmayan bir ülkeden konuşurken biraz izan!

Bu konuyu bitirirken şu "Uygur Türkleri" ifadesine ilişkin iki cümle söyleyelim. "Türk" sözcüğü bizim yaşadığımız ülke Türkiye olarak anılalı beri artık ikirciklidir. Orta Asya/Moğolistan kökenli kavimlerin ortak adı olmaktan uzaklaşmış, şimdi bulunduğumuz coğrafyada yerleşerek uluslaşan bir halk topluluğunun adı olmuştur. Eğer Uygurlar "Türk"se, o zaman Kazaklar da, Özbekler de, Türkmenler de, Azeriler de, Rusya Federasyonu içinde yaşayan sayısız halk da "Türk"tür. O zaman biz Anadolu Türkleri demek ki "Türk ulusu" değiliz. Hayır, böyle değil. Uluslar tarihsel oluşumlardır. "Türk" artık Anadolu ve Rumeli'de oluşan bu yeni halkın adıdır. Ötekilerin her biri "Türki halklar"dır, ama Kazaktırlar, Azeridirler, Türkmendirler, Özbektirler, Uygurdurlar. "Uygur Türkleri" değil!

"Bir kadın liderin doğuşu"

Hürriyet gazetesinin 11 Temmuz tarihli nüshası, Urumçi olaylarına düzen güçlerinin yaklaşımındaki vahametin mükemmel bir örneği idi. Birinci sayfada manşet, ABD'de yaşayan Rabia Kadir adlı Uygur kadınla yapılmış olan görüşmeye tahsis edilmişti. İçeride bu kadın "Uygur Ana" olarak tanıtılıyordu. Faruk Zabcı dizisi bir başka sayfada "Evlenmeyi bile yasaklıyorlar" başlığıyla verilmişti. Bir de Hürriyet'in yeni yıldızı, tarikat prenslerinden Eyüp Can'ın yazısı vardı: Başlığı, "Bir kadın liderin doğuşu" idi. Gazetenin kendisiyle görüşme yaptığı Rabia Kadir'in ABD'de üç ay önce yayınlanmış Dragon Fighter kitabının dokunaklı bir bölümünü aktarıyordu yeni yıldızımız. Can'ın yazısından birkaç sonuç çıkararak esas konumuza dönelim. Birincisi, "Dragon Fighter", "Ejderha ile savaşan savaşçı" demek. "Ejderha" bilindiği gibi Çin'in simgesi. Rabia Hanım bazen insan hakları falan diyor ama kendi kitabına koyduğu başlık amacını anlatıyor. İkincisi, kitabın Urumçi olaylarından üç ay önce yayınlanması anlamlı. İnsan, aynen Zabcı'nın üç yılda iki kez Şincan'a "gizlice" gitmesinde olduğu gibi, zamanlamanın nasıl bu kadar iyi tutturulduğunu merak etmeden edemiyor. Acaba Washington'da yaşayan Rabia Hanım, Urumçi'de üç ay sonra olaylar çıkacağını biliyordu da halkla ilişkiler açısından kitabını tam zamanında mı yayınladı? Üçüncüsü, haydi Rabia Hanım'ı anladık da, Eyüp Can Urumçi olayları çıkar çıkmaz bu kitabı nereden edinmiş? Amazon'a yazsa gelmesi zaman alır. Yoksa Uygur mücadelesine özel bir ilgi mi duyuyor da vaktiyle ele geçirmiş "tesadüfen"? Belki cemaati harekete geçirmiştir Amerika'da. Olabilir.

Bu Rabia Hanım'ı biraz yakından tanımakta yarar var. Hem Uygur Amerikalılar Derneği'nin başkanıymış, hem de daha önemlisi diyasporadaki Uygur derneklerinin bütün dünyadan katılımıyla kurulmuş Dünya Uygur Konseyi'nin. Şimdi de dünya Uygurlarının önderi falan diye sunuluyor. Hürriyet gazetesi, okumaya zahmet edene büyük bir hizmet yapmış. Hanımefendi "Beyaz Saray'ın sadece bir sokak ötesinde" bir iş merkezinin birçok ülkeden "insan hakları mücadelesi" yapan birçok "sivil toplum kuruluşu"na yer verilen bir kattaki odasında görüşmüş Hürriyet muhabiriyle. Herhalde eskiden Nikaragua kontralarının, bugün de Küba rejiminin muhalifi "gusano"ların da "STK"ları burada çalışıyorlar(dı). Rabia Hanım'ın STK'sının değirmen suyu nereden mi geliyormuş? ABD Kongresi'nden. Muhabir soruyor, başka kaynağınız yok mu diye. Elcevap: "Amerika'dan başka kimse para vermiyor."

Hürriyet muhabiri paranın kaynağı olarak ABD Kongresi demiş. Biz başka kaynaklardan hareketle bunu biraz daha spesifik bir bilgi haline getirelim. Rabia Hanım'ın "sponsoru" National Endowment for Democracy (Ulusal Demokrasi Vakfı) adlı kuruluştur. Geçen sene 215 bin dolar vermiş vakıf Rabia Hanım'a. (Kitabın yayın masraflarını da buradan karşılamıştır belki!) Bu kuruluş, dünyanın çeşitli yerlerinde ABD karşıtı rejimlere karşı "demokratik" muhalefetler besler. En son kötü şöhretli marifeti, 2002'deki Venezüella darbesini kısmen finanse etmiş olmasıdır. Hiç tartışmasız biçimde, ABD emperyalizminin düşman olduğu rejimlere karşı "beşinci kol" güçlerini destekleme kanalıdır. Rabia Hanım, artık ne hikmetse, 2007 Haziranında ABD başkanı Bush ile, aynı yılın Ekim ayında da Britanya Dışişleri Bakanlığı'nın yetkilileriyle görüşmeler yapmıştır. (Bush ile görüştüğüne göre çok uzak olmayan bir gelecekte "devlet insanı" olması bekleniyor olmalı!)

Rabia Hanım'ın çözüm önerisi Wall Street Journal'da yayınlandı, Radikal gazetesi de (9 Temmuz 2009) Türkçe'ye çevirdi. Buyrun: "ABD daima zulme uğrayanlardan yana sesini yükseltmiştir; bu yüzden de Uygur davasını Çin hükümetine takdim etmek konusunda liderlik etmiştir. Bu kritik kavşakta ABD Urumçi'deki şiddeti kınamalı ve burada bir konsolosluk açmalı. Bir konsolosluk, amansız baskı ortamında bir özgürlük feneri görevi görebilir ve Uygurların her gün maruz kaldığı insan hakları ihlallerini gözlemleyebilir." Varsa yoksa ABD!

Eğer Uygurların kendi kaderlerini tayin çabasının birleşik örgütü Dünya Uygur Konseyi ise vah onların haline! Bu mücadele bir ABD kuklası tarafından yönetiliyor demektir!

Urumçi olayları Avrasya mücadelesinin bir parçasıdır

Urumçi olayları, hiç kuşku yok, Çin'in kapitalistleşme sürecinde Şincan'da yaşanan ekonomik, sosyal, demografik değişimlerin bir ürünüdür ve bu anlamıyla bütünüyle yerli bir olaydır. Ama bu olayların bugün dünya çapında kazandığı yer, bunların aynı zamanda emperyalizmin stratejisinde bir satranç atağı olarak yer bulduğunu gösteriyor. Olayların Çin devletinin resmi tezinde ileri sürdüğü gibi Rabia Kadir tarafından planlanmış olduğuna inanmak zor. Ama bu olayları kullanarak emperyalizmin (en azından ABD'nin) bir süredir beslemekte olduğu Rabia Kadir'i ve Dünya Uygur Konseyi'ni Çin devletinin karşısına bir güç olarak çıkarmaya çalıştığı da ortadadır.

Bunun ardında, ABD'nin Avrasya stratejisi yatıyor. İşçi Mücadelesi bu stratejiyi daha 2001 yılında yayınladığı bir kitapçıkta ayrıntısıyla incelemişti. Mesele, esas olarak ABD'nin Asya kıtasında Rusya ve Çin'e karşı üstünlüğünü korumasıdır. Bunun için Müslüman ve Türki halkların sürekli kışkırtılacağı o zamandan öngördüğümüz bir şeydi. Bugün bu yöneliş Uygurlar üzerinde oynanan oyunlarla karikatür boyutlarında gün yüzüne çıkıyor. Urumçi olaylarının en önemli yanı budur.

Çin kendine hâlâ "Halk Cumhuriyeti" adı verse de, adı "komünist" olan bir parti tarafından demir yumrukla yönetilse de, artık kapitalizme koşar adımlarla geçmekte olan bir ülkedir. Bir yanda kapitalizmin, bir yanda yozlaşmış bir işçi devletinin bürokrasisinin yönetim ideolojisi olan Stalinizmin (ya da onun Çin'in kendi topraklarında yetişmiş aşırı milliyetçi versiyonu Maoizmin) en kötü yanlarını birleştiriyor. Bu ülkede büyük işçi ve yoksul köylü kitleleri her gün bu devlete karşı yeni bir mücadeye girişiyor. Bizim yerimiz bu işçilerin ve köylülerin, Çin'in bütün ezilenlerinin ve ezilen uluslarının yanıdır. Ama Çin bürokrasisinin bir türlü bütünüyle yıkamadığı, kendisi değilse bile kalıntıları hâlâ sürmekte olan eski işçi devletini yıkacak güç ABD olacaksa biz bunun karşısında yer alırız. Çin'in sömürülenlerinin ve ezilenlerinin mücadelesi ile ABD'nin Çin üzerinde oynadığı oyunların etkileri dünya prolateryasının çıkarları açısından birbiriyle taban tabana karşıttır.

Bir liberalin sayıklamaları

Urumçi olayları konusunda yüksek fikirlerini belirten bir başka yazara bir dipnot olarak da olsa değinmeden bu yazıya son verirsek olmaz. Çünkü pratik politikada alınan tavırlar bazen binlerce sayfa yazıdan daha çok şey anlatır. Şimdi sözünü edeceğimiz yazar da Urumçi olayları ile birlikte suç üstü yakalanmıştır!

Bu yazarın adı Rasim Ozan Kütahyalı. Şöhretin basamaklarını hızla çıkma çabası içinde 71 kuşağı devrimcilerine dil uzatarak onları milliyetçilikle suçlayan, olumlu hiçbir miras bırakmadıklarını iddia eden (bkz. Ersen Olgaç'ın Devrimci Marksizm dergisinin 9. sayısındaki "Bir Fırtınadan Kalan Miras: 1968" başlıklı yazısı) bu kişinin, kendi çerçevesine göre Türk milliyetçiliğinin en tutarlı karşıtlarından biri olması gerekir. Şimdi bakın Urumçi olaylarının ertesinde ne yazıyor:

"Doğu Türkistan'da yaşanan Türk kıyımına Çin devleti ‘iç meselemiz' diye bakıyor. Orada çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden bir devlet terörü uygulandı. Yüzlerce insan alenen katledildi..."

Böyle başlayan bir yazıda, yazar bir dizi safsata saydıktan sonra yazısını "yiğit Türk lideri Rabiya Kadir"i selamlayarak ve Türkiye devletinin bu hanıma ancak şimdi vize vermeye hazırlanmasının "utanç verici" olduğunu belirterek bitiriyor.

Neresinden tutmalı? Şincan'a hiç gerekçelendirilmeden Doğu Türkistan denmesinden mi, "Türk kıyımı"ndan mı, Rabia Kadir'e verilen destekten mi, yoksa bu ABD ajanına Türkiye vize vermediği için dile getirilen sitemden mi? Yukarıda yazılanlar buradaki yalanları yeterince teşhir ediyor. Uğraşmaya değmez.

Üzerinde durulması gereken tek bir şey var: Kütahyalı'nın yazısının milliyetçi dili ve içeriği. Kütahyalı dün Deniz Gezmiş'i milliyetçilikten mahkûm etmeye çalışmıştı. Bugün "dünya Türklüğü"nün kurtarıcılığına soyunuyor! Gazanız mübarek olsun! Burjuva kabuğundan kurtulamayan herkesin sonu şu veya bu aşamada, şu veya bu şekilde milliyetçiliktir. Hem de bu özel vakada MHP türü milliyetçilik.

Yine de insan sormadan edemiyor: Neden bu kadar büyük bir çelişki? Sanıyorum cevap Kütahyalı'nın Rabia Kadir konusundaki tavrında yatıyor. ABD'nin ardında olduğu bir güce destek vermekte yatıyor. Pusulası ABD olanlar, ABD politikaları öyle gerektirince liberalken, böyle gerektirince milliyetçi olur çıkarlar!