Tekel işçileri neden evlerine gidemedi? (07-04-2010)

"Kavga bitmedi, daha yeni başlıyor" sloganlarıyla Ankara yolunu tutan Tekel işçileri önce Ankara girişinde barikatlarla karşılaşmış, kilometrelerce yapılan yürüyüşlerin ardından güç bela Kızılay'a ulaşmıştı. Kızılay'da Türk-İş'in önüne gidebilmek için yeni bir kavga daha başladı. Tekel işçisi ve Tekgıda-İş sendikası Türk-İş'in önüne gitmekte ısrar ediyor, barikat kuran Ankara polisi Valiliğin kararını gerekçe göstererek işçileri tehdit ediyordu.

Bir yanında Hükümet, Valilik ve polisin, diğer yanında ise Tekgıda-İş sendikası, Tekel işçisi ve dayanışma için gelenlerin olduğu bu denklemde tek bir unsur eksikti. Bu unsur, önünde yapılacak eylem yüzünden kıyametler kopan Türk-İş'in kendisiydi. Tüm yaşananlar boyunca hiçbir açıklama yapmayan Türk-İş yönetimi Tekgıda-İş sendikası ve Tekel işçilerini yalnız bıraktığı gibi adeta polis saldırısına davetiye çıkardı. Anlaşılan 78 günlük kâbusu yaşayan sadece devlet değil aynı zamanda da başta Mustafa Kumlu olmak üzere Türk-İş bürokrasisiydi.

Tekel işçisi: Mustafa Kumlu'nun kâbusu

1 Nisan'dan önce başta öncü işçiler olmak üzere Tekel işçileri arasında mücadeleyi yükseltmeyi savunan bir eğilim giderek güç kazandı. Bu eğilim, Türk-İş önünde 1 günlük oturma eylemi olarak planlanan 1 Nisan buluşmasını yeniden bir direnişe dönüştürmeyi ve mümkünse çadırların yeniden kurulmasını öngörüyordu. Sendikalarla öyle ya da böyle anlaşmayı başaran devlet için tabandaki baskıyla güçlenen bu olasılık 78 günlük kâbusun yeniden başlaması demekti. Tekel direnişi sırasında işçilerin tepkisinden çekinerek uzun süre başkanı olduğu Konfederasyon binasına giremeyen, girdikten sonra da işçilere reva görülen muameleyi balkondan seyreden Mustafa Kumlu da aynı kâbusu görüyordu. Dolayısıyla da Türk-İş bürokrasisi ve devlet el ele vererek işçilerin karşısına çıktı.

Tekel işçisi bu durumun bilincinde olarak (özellikle ikinci gün) en gür sesiyle "Türk-İş işçinin alınteridir!" sloganını atıyor ve bürokratlara sendikaların onların malı olmadığını hatırlatıyordu. Aynı işçiler "Türk-İş bizim evimizdir!" sloganlarıyla polis baskısının gayrimeşru olduğunu ortaya seriyorlardı. İşçiler "ev"lerine ulaşmak için kâh oturma eylemiyle, kâh barikatlara yüklenerek, kâh gaz yiyerek, kâh arkalardan dolanmaya çalışarak yılmayan bir çaba içine girdilerse de bir türlü "ev"lerine ulaşamadılar.

Tekgıda-İş'in sorumluluğu

İşçilerin evine gitmesini istemeyen sadece Türk-İş yönetimi ve devlet değildi. Doğrusu Tekgıda-İş yönetimi de bu konuda pek istekli değildi. Tekgıda-İş yönetimi esas olarak işçilerin "ev"ine gitmesini değil basın açıklaması yapıldıktan sonra evlerine dönmesini istiyordu. İki gün boyunca bu doğrultuda hareket etti. 78 Gün belki Mustafa Türkel için bir kâbus olmamıştı ama o direniş günlerinin bedelleri de vardı. Gelişmeler içinde Mustafa Türkel hükümetin hedef tahtasına oturmuş, direniş her an sendikanın sınırlarını aşma eğilimi göstererek büyümüş, işçiyle Türk-İş, dolayısıyla da Mustafa Türkel ile Türk-İş yönetimi karşı karşıya gelmiş, Mustafa Türkel bir aşamada Türk-İş Genel Sekreterliği'nden istifa etmiş ve direnişin en kritik günlerinde ortadan kaybolmuştu. Gerçek şu ki Tekgıda-İş yönetimi (bürokrasisi) için Tekel direnişinin mümkün olduğunca kontrol altında ve en az maliyetle sürmesi öncelikli hedef oldu.

Tekgıda-İş yönetimi bu yüzden;

İşçilerin büyük bir yürüyüşle Ankara'ya gitme girişimini engelledi. 1 Nisan'a toplu halde gelinmemesi için otobüs kaldırmadı. Kendi imkânlarıyla Ankara'ya gelen işçilere maddi destekte bulunmadı. Ankara girişinde otobanlarda, Kızılay'da sokaklarda polisle karşı karşıya gelen işçiyi yalnız bıraktı. Sakarya abluka altına alındığında barikatların önünde işçi mücadele ederken saatlerce toplantı yaptı. Güç bela Sakarya'ya girildikten sonra oturma eylemi başlattı. Ardından ortadan yok oldu.  Polis saldırmakla tehdit ettiğinde telefonlarla işçileri alandan çekti, gece vakti her yanı polis tarafından kuşatılmış sokaklarda beklemeye yönlendirdi.

Bu yüzden;

En kritik anlarda ortadan kaybolanlar iş basın açıklaması yapmaya geldiğinde hemen beliriverdiler. 2 Nisan sabahı işçiler polisin bol küfürlü, gazlı, coplu saldırısıyla Sakarya dışına çıkarıldığında, Mecit Amaç'a rağmen oturma eylemi başlatıldı ve geçen saatlerin ardından Mustafa Türkel nihayet işçilerin yanına gelebildi. Bir önceki gece eğer Valilik Türk-İş'in önüne bırakmazsa Ankara'dan dönmeyeceğini açıklayan Mustafa Türkel polisle yaptığı pazarlıkta Türk-İş'in 100 metre ilerisinde, kafelerin arasında açıklama yapmaya razı oldu.

Bu yüzden;

Görev savma kabilinden bir eylem takvimi açıklayıp çarçabuk eylemi bitirmeye çalıştılar.

Reklamcılar rol çalmaya çalışınca

Tekel işçileri olan biteni gayet iyi gördü. Tepkisini de gösterdi. Dün de aynı yere kadar direne direne ulaşan, ama 2 Nisan'da mutlaka "ev"lerine gitmeye kararlı olarak yola koyulan işçilerden evlerine dönmesi isteniyordu. İşçiler bunu kabul etmedi ve Mustafa Türkel'e ciddi bir tepki gösterdiler. Bu sırada Türkel'in imdadına bazı solcular yetişti. İşçinin ne yaptığına, ne istediğine aldırış etmeden kendi reklamı için oraya gelen gruplar Mustafa Türkel'e fiili saldırıda bulundular. İşçi kendi içindeki soruna dışarıdan yapılan bu müdahaleye ciddi bir tepki gösterdi. Aynı gruplar bir gün önce işçinin oturma eylemi yaptığı alanı pankart ve bayraklarıyla gasp etmiş, aklı sıra rol çalmaya çalışarak eylemi provokasyona açık hale getirmişti. Polis de avuçlarını ovuştura ovuştura bu provokasyonu gerçekleştirmiş ve 1 Nisan akşamı yapılacak oturma eylemini dağıtmayı (üstelik tek bir cop vurmadan, tek gaz bombası atmadan) başarmıştır. Çünkü eylem, reklamcıların alanı gasp etmesiyle zaten saatler önce bitmiş, iş polisin bir fiskeyle istediğini kazanmasına kalmıştır.

Bir gün önce bu olayları yaşayan işçilerin reklamcı solculara tepki göstermesi gayet doğaldır. Ancak işin kötüsü bu bilinçsiz topluluğun sorumsuz tavırları, sendika bürokrasisine karşı yükselen tepkiyi dakikalar içinde söndürmüş, belki de direnişin devamı için hayati önemde olan bir anda öncü işçilerin kitleden kopmasına yol açmıştır. En önde polis barikatının karşısına oturan ve Tekel kimliklerini çıkaran işçilerin polisin saldırısı başlar başlamaz tabana kuvvet kaçan reklamcılara kollarını kaldırarak durun dediği o görüntüler yaşananları en dramatik biçimde özetleyen fotoğraf olmuştur.  

Düştük eylem yollarına, gaz veren çok olur!

Tekel işçisinin iyi gün dostları DİSK ve KESK yine oradaydı. Süleyman Çelebi basın açıklaması yapılacağı zaman ortaya çıkmayı ve kitleyi selamlamayı ihmal etmezken en kritik anlarda yine DİSK'in yerinde yeller esiyordu. İlk gün Sakarya'da işçilere bol bol gaz veren Çelebi, 26 Mayıs için ısrarla genel grev sözünden kaçınıyor ve "genel eylem" demekte ısrar ediyordu. Aynı Çelebi ve DİSK ertesi gün nice badirelerden sonra barikatı aşan ve Türk-İş'in önüne yürüyen Tekel işçilerine katılıyor ve tabii ki pankartıyla işçileri yararak en öne geçmeyi ihmal etmiyordu.

KESK Genel Başkanı Sami Evren ise önce Tuna Caddesi'nde kurulan barikatın önüne gelerek alkışları topluyor, megafonla tüm konfederasyon başkanlarını oraya gelmeye çağırıyor ve daha beş dakika bile geçmeden oradan sendikacılarla görüşmek üzere ayrılmakta beis görmüyordu. Bu sıralarda başka bir caddede toplanan KESK üyeleri arasında Tuna caddesine gidip gitmemek üzerine büyük bir kararsızlık ve tartışma yaşanıyor, bu tartışmanın bedelini KESK'liler bolca gaz yiyerek ödüyorlardı. İkinci gün KESK geç kalıyor, her şey olup bittikten, Türkel açıklamayı bitirdikten sonra işçilerin gülümseyen bakışları arasında pankartını getirip öne taşımaya çalışıyordu.

DİSK ve KESK'in 1 Nisan performansı daha önce Tekel direnişine karşı aldıkları tutumun bir devamıdır. Kameralar önünde destek, tribünlere oynama ama işyerinde, eylem alanında görevden kaçma adeta bir alışkanlık olmuştur. DİSK ve KESK, Türk-İş bürokrasisinin gericiliğinden beslenerek kendilerini ilerici olarak göstermeyi temel politika olarak benimsemiştir. Gerek Çelebi gerekse de Evren bu anlamda Kumlu'ya çok şey borçludur.

Bürokrasiye karşı mücadele şart

Tekel işçisi mücadelesinde karşısında sadece devleti değil bürokrasiyi de görmüştür. Her aşamada devlet kurduğu barikatları sendika bürokratlarıyla tahkim etmiştir. Tekel işçisinin ve mücadele etmek isteyen tüm emekçilerin aynı zamanda bürokrasiye karşı da bir mücadele yürütmeleri gerektiği açıktır. Ancak bu mücadele kuru lafla olmaz. Mücadelede öne çıkan işçilerin kararlarda da söz sahibi olmaları için mutlaka taban inisiyatifine dayanan bir hareket gerekmektedir. Direnen işçiler bu hareketi yaratmanın zorunluluğunu kavramaktadır. İş, konfederasyon ve siyaset ayırt etmeden mücadeleci işçi ve emekçilerin güçlerini birleştirmektedir.