Solda Ergenekon tartışması: Bir bilanço (07-08-2008)

Ergenekon davası Türkiye'nin gündemine bir bomba gibi oturduğundan bu yana, yani yaklaşık Temmuz başından beri, solda görülmemiş yoğunlukta bir tartışma sürüp gidiyor. Kimilerine göre bu yalnızca iki kutbu olan bir tartışma. Solun bir bölümü Ergenekon davasını Türkiye'de demokrasinin büyük bir atılımı olarak görüyor, bir bölümü ise emperyalizmin ve onun Truva atı "ılımlı İslam" AKP'nin cumhuriyete saldırısı. Bunlar, dünyayı siyah-beyaz bir film gibi kaydedenler, anlaşılan ikiliklerin ötesine geçemiyorlar ya da işlerine öyle geldiği için birçok farklı siyasi görüşü tek bir torbaya doldurmak istiyorlar. Elbette, yukarıda özetlenen iki görüş mevcut. İlki, bizim Mavi Defter'e geçen ay yazdığımız yazıda "Yeşil Elma" olarak nitelediğimiz, solun AKP ile ittifak içine girmesini savunanlardan oluşuyor. Burada hakim ton sol liberalizm. Esas olarak Taraf gazetesi yazarlarının damgası hissediliyor. Ama (maalesef!) solun kendini anti-liberal olarak niteleyen birçok örgütü de buraya meylediyor. İkincisi ise bizim yıllardır "kapıkulu sol" adını verdiğimiz soldan oluşuyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin sadece kurulduğu dönemde değil bugün bile insanlığın başına gelmiş çok iyi bir şey olduğuna inanarak bu cumhuriyetin koruyuculuğunu Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) çevresinde oluşacak bir "ulusalcı" ittifaka havale eden, devletin silahlı çekirdeği ile birlikte devleti savunmaya çıkan bir güçler yelpazesi. CHP'yi sol sayarsanız CHP, onun yanı sıra İşçi Partisi, Türksolu, Cumhuriyet gazetesi ve solda olduğunu iddia eden bir dizi toplumsal örgüte son dönemde TKP de iltihak etti.

Ne var ki, bu iki kutbun varolması, tartışmanın iki kutuptan ibaret olduğu anlamına gelmiyor. Ortada en az iki tavır daha var. Bir kere, Ergenekon'un burjuvazinin iki kampı arasındaki büyük mücadelenin bir ürünü olduğundan hareketle tarafsız kalmayı savunan ve solun çok geniş bir alanına yayılan bir tavır var. Bu tavrın kendini zaman zaman "üçüncü taraf" olarak ifade ettiği de oldu. Ama "üçüncü taraf" da bir taraftır. Oysa "tarafsız"lar kendilerine "üçüncü taraf" dediklerinde dahi bir taraf olamadılar çünkü Türkiye'yi haftalardır sarsan bir olay karşısında her iki burjuva kampını yerden yere vurmanın dışında ya hiç politika belirlemediler ya da bu bütünüyle negatif biçimde formüle edilmiş cümlelere tercüme oldu.

Bu alanda Ergenekon davasının ortaya çıkışının dinamiklerine ilişkin analizleriyle önerdikleri politika arasında hiçbir ilişki olmayan birçok örgüt var. Örneğin, Ergenekon'un bütün anlamını ABD'nin operasyonuna indirgedikten sonra 1 Mayıs 1977, Maraş olayları, 12 Eylül ve Gazi'nin de hesabı sorulsun diyenler bunlar. Ergenekon bir "Amerikan oyunu" ise, kendileri anti-emperyalist olan bu sol örgütler neden Ergenekon davasına sonuna kadar karşı çıkmıyorlar? Kafası karışık örgütler arasında "Amerikan oyunu" deyip AKP ile ittifak yapmayı savunanlar bile mevcut!

Bu tavrın dışında bir de bizim doğru olduğunu savunduğumuz tavır var ki, bu yukarıdakilerin hiçbiriyle özdeşleştirilemez. Kısaca özetlenirse, burjuvazinin siyasi iç savaşının sonucunda devletin bağırsaklarındaki pisliğin kontrolsüz biçimde ortaya saçılmasını kontrgerillaya ve darbeciliğe saldırıyı yükseltmek için bir çatlak olarak gören, ama bu çatlağı ancak işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinin genişletebileceğinden hareketle bir Üçüncü Cephe'nin inşasını savunan bir konum. Bu tavrın ötekilerden özgül farklılıklarına yazının sonunda döneceğiz.

Demek ki ikiden fazla saymayı bilmeyenler ya değişik tutumlardan hiçbir şey anlayamamış durumdalar ya da kendi tutumlarını karşılarındaki en yanlış tutumla karşılaştırarak kolay haklı çıkma telaşı içinde demagoji yapıyorlar. Aslında şunu da eklemek gerekiyor: Tartışmanın daha fazla öne çıkan iki kutbu, yani sol liberalizm ve ulusalcılık, son yıllarda Türkiye'nin önündeki bütün sorunlar konusunda hep aynı şeyi yaptılar. İster AB tartışması ister Kürt sorunu, hep solda sadece iki yaklaşım varmış gibi göstermeye çalıştılar. Bilmediklerinden mi? Hayır. İşlerine öyle geldiği için.

Bunu saptadıktan sonra şuna da değinmek gerekiyor. Türkiye solunun sol liberalizm ve ulusalcılık dışında kalan ya da kaldığını iddia eden parti ve örgütleri, Marksizmin yöntemini kullanma konusundaki içsel sınırları dolayısıyla gıdalarını büyük ölçüde bu iki düşünsel ve siyasi akımdan alıyor. Ergenekon olayı bunu bir kez daha kanıtladı. İleri sürülen analizler büyük ölçüde ulusalcılıktan veya sol liberalizmden (bazen de eklektik ve uzlaşmaz önermeleri bir araya getirir tarzda ikisinden birden!) alınmış durumda. Bu satırların yazarı, aynı zamanda, birçok siyasi hareketin içindeki farklı kadro, militan ve sempatizanların Ergenekon konusunda kendi parti ve örgütleriyle farklı düşündükleri, daha da öteye ne düşüneceklerini bilmedikleri ama kendi örgütlerine de güvenmedikleri kanaatinde. Bunlar entelektüel gıdalarını büyük ölçüde Cumhuriyet, Radikal veya Taraf gazetelerinden alıyorlar. Yani Türkiye solunda Marksist siyasi kültürün hegemonyası günümüzde dip noktasına yaklaşmış durumda.

Bu büyük kafa karışıklığını deşmek, eskilerin deyimiyle teşrih etmek gerekli. Ergenekon davasını bir sonuç olarak ortaya çıkaran dinamiklere ilişkin yapılan analizler ve bu dava konusunda savunulan politikalar Türkiye solunun durumu hakkında bir laboratuar incelemesine olanak veriyor.

 

Ergenekon'un ardındaki dinamikler

Ergenekon'un ardındaki dinamikler o kadar açık ki birçok sol hareket ilk bakışta doğru bir teşhisle bunun hakim sınıfların iki kampı arasındaki mücadelenin ürünü olduğunu söylüyor. Bizim 2006 sonundan bu yana yaptığımız niteleme, yani yaşananın "burjuvazinin siyasi iç savaşı" olduğu gerçeği, artık düzenin temsilcileri saflarından olsun, soldan olsun, birçok kişi tarafından, mecaz düzeyinde dahi kabul görüyor. Buraya kadar güzel. Ama iş burjuvazinin savaşan iki kampında hangi güçlerin yer aldığının açıklanmasına gelince her şey değişiyor. Yaygın kanı, kamplardan birinde AKP ve sermayenin olduğu, ötekinde ise TSK'nın. Sermayenin bütününü AKP'nin yanına yerleştiren bu analiz baştan aşağı yanlıştır ve kendisini sol liberalizmin dışında, hatta karşısında gören solun bir bölümünün sol liberalizmin Türkiye'deki mücadeleler açısından temel olan bir görüşüne katılmasından başka bir şey ifade etmez. Yani solun bu bölümü sol liberalizmin hegemonyası altındadır.

Önce bu görüşün neden yanlış olduğuna kısaca değinelim. Hakim sınıfların bölünmesi, sermayenin bir yanda, TSK'nın öteki yanda kaldığı bir bölünme değildir. Burjuvazinin kendisinin tam ortasından yarıldığı bir bölünmedir. Burjuvazinin bir kanadı, yaklaşık 70'li yıllara kadar rakipsiz olarak, 90'lı yıllara kadar da tek başına iktidara hakim olan Batıcı-laik kanattır. Bu kanat için Türkiye'nin emperyalist Batı ile ittifakı dokunulmazlık taşır. İkinci kanat ise, 70'li yıllarda Anadolu sermayesi olarak yükselen ama bugün kendisi bir finans kapital (tekelci sermaye) fraksiyonu haline gelmiş, İslamcılığı kendine bayrak edinmiş kanattır. AKP ile Batıcı-laik kampın güçleri (TSK, yargı, CHP vb.) arasındaki savaş bu sınıf içi mücadelenin siyasi alanda özgül biçimler alan ifadesidir.

Bunun kanıtlanması kolaydır. Batıcı-laik kampın yönetici gücü TÜSİAD, 2002-2007 döneminde AKP'yi, işçi sınıfı ve emekçilere saldırı politikası bakımından yıllarca görülmüş en güçlü hükümet olduğu için temkinli bir şekilde destekledikten sonra, 2007 baharından itibaren uyarı sinyalleri çalmış, seçim öncesinden itibaren ise AKP'ye karşı ültimatomlar çekmeye yönelmiştir. Seçimlerden sadece bir ay sonra, Eylül başında TÜSİAD'ın başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, İskenderun'da yaptığı bir konuşmada AKP'yi neredeyse ulusalcıların diliyle eleştirmiştir. (Bkz. "TÜSİAD'ın ültimatomu" başlıklı yazımız, http://www.iscimucadelesi.net/) Ardından Kasım ayında toplanan Yüksek İstişare Konseyi toplantısında TÜSİAD'ın ağır topu, Konsey başkanı Mustafa Koç, Anayasa tartışması vesilesiyle Türkiye'nin Batı'dan kopartılmasına yönelik her yaklaşıma son derecede ağır bir dille cephe almıştır. (Bkz. "TÜSİAD'ın gizli anayasası" başlıklı yazımız, http://www.iscimucadelesi.net/) O günden bu yana TÜSİAD'ın politikası TSK'nın politikasından ancak gölge farklarıyla ayrılmaktadır. Elbette, TÜSİAD öteki burjuva örgütleriyle birlikte Türkiye'de "huzur ve istikrar" istiyor, ama AKP'nin saflarında olmaktan bütünüyle uzaktır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ve sosyalist solda son derecede yaygın olan görüş, burjuvazinin iki kanadı arasındaki bir iç savaşı, burjuvazinin de içinde olduğu bir "sivil toplum" ile TSK arasında bir mücadeleye dönüştürerek, hem Türkiye'nin dinamiklerinin anlaşılmasını zorlaştırıyor hem de sol liberalizmin değirmenine su taşıyor.

Ergenekon'un ardındaki dinamikler değerlendirilirken solda yaygın olarak ortaya çıkan ikinci açıklama, AKP ile Genelkurmay arasında bir anlaşma sonucunda, kontrolden çıkmış "ulusalcı" ya da "Avrasyacı" güçlerin tasfiye edildiğidir. Genelkurmay'ın kendi kurumsal çıkarları açısından tam bir suç şebekesine dönüşmüş olan kontrgerillayı veya ham girişimlerde bulunmuş ve ipliği "Özden Örnek günlükleri" ile pazara çıkmış generalleri savunmaması anlamında bir pasif rızasından söz edilebilir elbette. Ama ilk açıklamada olduğu gibi, burada da bir gerçek payı şişirilerek başlı başına bir açıklama haline getirilmiş oluyor. Bu tür bir anlaşma iddiası burjuvazinin iç savaşının en önemli iki aktörünü müttefik gibi gösterdiği ölçüde burjuvazinin iç savaşının Türkiye'nin politik hayatında belirleyici bir rol oynadığını gözlerden saklar, ordunun siyasi hayattaki gerçek rolünün kavranmasını olanaksız kılar. Ordu Dolmabahçe Mutabakatı'ndan ve daha da önemlisi 22 Temmuz yenilgisinden sonra yerleşmiş bir askeri taktik uyarınca ricata geçmiştir. Bu ricatı da yeniden güç kullanmak ve başka büyük sorunlarını halletmek üzere kullanmaktadır. Birincisi, Kürt hareketine ciddi darbeler vurmakla meşgul olduğu bir aşamada ikinci bir cephede yıpranmak istemiyor. İkincisi, burjuvazinin iç savaşının ülkenin siyasi hayatını bir uçuruma doğru sürüklediği böyle bir dönemde taraflardan biri olarak görünerek yıpranma riskinden uzak duruyor, böylece gelecekte yapabileceği müdahalelere meşruiyet kazandırmaya çalışıyor.

Ama üçüncüsü, ve en önemlisi, Batıcı-laik kamp tarafından AKP'ye karşı sürdürülen iç savaşta geri çekilmesi, savaştan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Yukarıda sözü edilen AKP-Genelkurmay ittifakı iddiası bir kere bu iki gücün ilişkisini genel olarak yanlış tanımlıyor. Bu ittifak Kürt sorununda sağlanmıştır, kuşkusuz. Ama Genelkurmay, kendisinin ön plana çıkmadığı bir bağlamda, başta yargı olmak üzere başka güçleri kullanarak AKP'yi devirme çabasını devam ettirmektedir. Aksi takdirde, Anayasa Mahkemesi'nde türban davası ile AKP kapatma davasının açılmasının tam arasında Anayasa Mahkemesi başkan yardımcısı Osman Paksüt'ün Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'u gizlice ziyaretini nasıl yorumlayacağız? "Lahika-1" adı verilen ve başta yargı olmak üzere çeşitli güçleri hükümete karşı seferber etmeyi planlayan "onaylanmamış" ama varlığı reddedilemeyen Genelkurmay belgesini nasıl yorumlayacağız? Ayrıca, Genelkurmay'ın Ergenekon örgütünü çökertme konusunda AKP ile anlaştığı iddiası, Genelkurmay'ın Ergenekon soruşturmasından rahatsız olmadığı konusunda da yanılıyor. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerle Genelkurmay zayıf olduğu bir anda ricat taktiğinde ısrar etmekle birlikte, Ergenekon soruşturmasının ezilen kitlelerin yeterince güçlü bir toplumsal/siyasi mücadele vermesi halinde hızla JİTEM, Özel Kuvvetler Komutanlığı ve bir dizi başka dolayımla ordunun içine sıçrayabileceğinin gayet iyi bilincindedir. Nitekim, İşçi Partisi'nin Hava Kuvvetleri içindeki örgütlenmesi dolayımıyla TSK'nın Ergenekon ile ilişkilendirilme girişimi karşısında 18 Temmuz'da yayınladığı bildiriyle son derecede sert bir tepki vermiş ve halkı TSK'yı yıpratma çabaları karşısında "yasal ve demokratik" tepki vermeye çağırmıştır.

Bu aşamada bir noktaya işaret edelim: Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk açıklama tarzı, burjuvazinin iç savaşında burjuvazinin Batıcı-laik kanadını AKP'nin yanına yerleştirerek iç savaşın saflarının bileşimini yanlış temsil ediyordu. Ergenekon konusunda AKP-Genelkurmay anlaşması teorisi daha da ileri gidiyor ve TSK'yı da AKP'nin yanına çekiyor. Böylece, Türkiye'nin siyasi hayatının şu andaki en önemli belirleyeni olan burjuvazinin iç savaşı buharlaşıyor!

Üçüncü açıklama bunun üzerine tuz biber ekiyor. Bu açıklamaya göre, Ergenekon davası ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) doğrultusunda yaptığı bir operasyondur. Bu projeye uygun olarak ABD AKP'yi Türkiye'deki esas gücü olarak benimsemiştir. Onun için AKP karşıtı bir güç olan Ergenekon'u ortadan kaldırıyor. Solun ulusalcı olmayan hareketleri içinde de yaygın olan bu açıklama, ulusalcı hareketlerde daha keskin bir biçim alıyor. Buna göre, ABD AKP aracılığıyla Türkiye'ye "ılımlı İslam"ı hakim kılmayı amaçlamakta, böylelikle cumhuriyeti yıkma yönünde çalışmakta, dahası PKK'yi kullanarak Türkiye'yi bölmek istemektedir. İşte Ergenekon davası bütün bu politik yönelişin bir ürünüdür. Bunu Doğu Perinçek 1 Temmuz günü, Şener Eruygur ve Hurşit Tolon gözaltına alınır alınmaz, "ABD operasyonu" diyerek açıklamıştır.

Bu analizin, Türkiye solunun büyük bölümünün onyıllardır yaptığı gibi, Türkiye'nin tarihini emperyalizmin oyunlarından ibaret sayan bir yaklaşımla ülke içindeki sınıf mücadelelerini ve siyasi çatışmaları ya tamamen yok saydığı ya da bütünüyle önemsiz, ikincil bir konuma ittiği ortadadır. Bu yöntemsel uyarı kendi başına önemlidir, ama biz bununla yetinmeyerek somut durumun somut analizi çerçevesinde bu iddianın neden yanlış olduğunu görelim.

ABD'nin BOP projesi çerçevesinde Irak'ı ve/veya Suriye'yi ve/veya İran'ı olduğu gibi Türkiye'yi de yıpratmak, zayıflatmak, hatta bölmek istediği efsanesi yıllardır sürüyor. Bu konuyu Mavi Defter'e Ocak ayında yazdığım bir yazıda ele almış olduğum için (bkz. "Ulusalcı solun sefaleti"), sadece şunu hatırlatmakla yetineceğim: Bush ile Erdoğan arasındaki 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesinden ve TSK'nın Kuzey Irak'ı bombalamaya başlamasından sonra bu iddianın bütünüyle bir efsaneye dayandığı kanıtlanmıştır. ABD ile Türkiye şimdi bir savaş cephesinde PKK'ye karşı birlikte operasyon yapıyorlar. Kim kimin dostu, kim kimin düşmanı imiş ortaya çıktı!

İşin Ergenekon cephesine geldiğimizde, bu davanın bir ABD operasyonu olabilmesi için şu koşullar gereklidir: Birincisi, ABD Türkiye'de kendine AKP'yi seçmiştir, sonuna kadar onunla yürümeye kararlıdır. İkincisi, AKP'nin (hele hele "ılımlı İslam"ı yerleştirmek gibi bir amacı varsa) TSK ile doğrudan çatışma içine gireceği açıktır. Demek ki, ABD 55 yıllık NATO ortağı, bu askeri ittifakın ikinci en büyük ordusu, emperyalist ittifakın Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'ya açılan kapısındaki sadık bekçi, Türkiye'nin Batı ile ittifak içinde olmasındaki en önemli faktörlerden biri olan TSK'yı gözden çıkarmıştır. Bunların her ikisi birer efsanedir. AKP'nin oy gücünü hesaplayarak onunla belirli bir yakın ilişki sürdüren ABD, hiçbir biçimde başka politik aktörlere karşı tavır almamıştır. En önemlisi, TSK'yı gözden çıkarmak bir yana, hâlâ Türkiye'deki en yakın müttefiki olarak görmektedir.

Ulusalcılar bu analizi mantıksal sonuçlarına ulaştırarak bu durumda TSK'yı NATO müttefiki ABD'nin saldırısından korumaya karar verirler. İşte "kapıkulu sol", yani tekrarlayalım, Türkiye'nin siyasi hayatındaki sorunları TSK'nın hegemonyasında çözmeyi ana çizgi olarak benimsemiş sözde sol, buradan doğmuştur. Beraberinde yeni bir efsane yaratarak: TSK'nın ulusalcı, hatta anti-emperyalist bir güç olduğu efsanesini! Son dönemde, önce Hilmi Özkök yönetiminde, ardından Yaşar Büyükanıt döneminde, nihayet ilk işaretlerinin görüldüğü gibi 30 Ağustos'ta Genelkurmay başkanı olacak olan İlker Başbuğ yönetiminde TSK yönetici kadroları ulusalcı değil NATO'cu tavırlar aldıklarında bu ulusalcı sol, ordunun kendisinin ve geleneğinin ulusalcı olduğunu ama üst düzey komutanların bu yoldan saptıklarını ileri sürüyor.

Peki ulusalcı olmayan, ama Ergenekon davasını bütünüyle ABD operasyonuna indirgeyen sol? Ergenekon ile ilgili basın açıklaması yapan en az on hareket üzerinde ortaklaştıkları metinde Ergenekon'u "kontrgerillayı aklayıp, ABD'nin bölge planlarına uygun bir biçimde yeniden düzenlemekten başka anlam taşımayan bir operasyon" olarak niteliyor (vurgu bizim)! Yani Doğu Perinçek Ergenekon'u doğru analiz etmiştir!

Aynen yukarıda iç savaşın denkleminde sermayeyi TSK ile karşı karşıya getiren sosyalistler nasıl sivil toplumculuğun hegemonyası altında ise, bu sosyalist hareketler de ulusalcı solun hegemonyası altındadır. (Elbette somut politikalar bakımından arada büyük farklılıklar vardır. Bizim işaret ettiğimiz analiz metodudur.) Türkiye solunun işçi sınıfına yabancı ideolojilerden böylesine yoğun biçimde etkileniyor olması içler acısı bir durumdur ve üzerinde mutlaka dikkatle durulmalıdır.

Yukarıda ilk iki açıklamanın burjuvazinin iç savaşını buharlaştırdığını söyledikten sonra ABD operasyonu teorisinin buna tuz biber ektiğini belirtmiştik. Neden? Çünkü ilk açıklama TÜSİAD burjuvazisini, ikincisi TSK'yı, üçüncüsü de ABD'yi AKP'nin yanına yerleştiriyor. Artık karşı taraf yok olmuştur... denebilirdi, ama hayır, bütün bu dev cephenin uğraştığı, Ergenekon adı verilen sahte anti-emperyalist suç çetesidir. Bu üç teoriyi yan yana koyduğunuzda ortaya çıkan durumu görüyor musunuz? Bütün dünya ulusalcılar ile uğraşıyor. Türkiye'nin emperyalizme teslim olması, hatta çökmesi karşısındaki tek güç Ergenekon! İnsanın İlhan Selçuk'un ya da Doğu Perinçek'in kendine yüklediği misyona inanacağı geliyor!

Bu konuyu bitirirken iki noktaya değinelim. Birincisi, bizim burada iddia ettiğimiz, Ergenekon operasyonunda başat rolün ABD'de olmadığıdır. ABD elbette sadık müttefiki TSK içinde kendisi ile pazarlıkta koşulları yükseltmek isteyen eğilimlerin filizlenmesinden rahatsız olacaktır. Türkiye'nin kendi iç çelişkileri bu tür ekipleri köşeye sıkıştırmışken ABD'nin de istihbarat ve benzeri yöntemlerle yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Bu, operasyonun başka bir anlamı olmadığı anlamına gelmez. Operasyonun asıl anlamı, AKP'nin Batıcı-laik kampı sıkıştırmasıdır.

İkincisi, Haluk Gerger'in Temmuz başında Mavi Defter'de yazdığı yazıda, Ergenekon ve AKP kapatma davaları dolayısıyla ABD'ye atfettiği önemli rolün yukarıda sözü edilen yaklaşımla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Gerger, ABD'nin Türkiye'deki iki büyük gücü birbirleriyle çarpıştırarak burunlarını sürttüğünü, bunu da gelecekte bölgede sergileyeceği savaş ve operasyonlarda Türkiye'yi daha iyi kontrol etmek için yaptığını ileri sürüyor. Biz bu açıklamayı doğru bulmuyoruz. Bu Türkiye gibi en önemli müttefiklerinden biri söz konusu olduğunda, ABD için çok riskli bir politikadır. Ayrıca, Türkiye'de doğmuş olan burjuva iç savaş dinamiğini ABD de kontrol edemiyor. Gerger'in açıklaması ise ABD'ye kadir-i mutlak bir konum tanımış oluyor. Ama bunları söyledikten sonra ekleyelim: Gerger ile temel konuda hemfikiriz. O da ABD için Türkiye'nin zayıflatılacak, bölünecek, yıkılacak bir düşman değil, savaş alanlarına sürülecek bir müttefik olduğudur.

Nihayet, sol liberalizmin Ergenekon açıklaması biliniyor. AKP AB ile birlikte Türkiye'ye demokrasi getiren bir güçtür. TSK, demokrasi ve AB karşıtı olduğu için AKP'yi devirmek istemiştir. AKP de cesur bir çıkışla Ergenekon'u başlatmıştır. Bu analizin AB ve AKP destekçiliğinde basit bir halka oluşturduğu kolayca görülebiliyor.

 

Solun Ergenekon politikası

Solun farklı akımlarının ne tür politikalar savunduğu karmaşık analiz sorunlarından daha iyi biliniyor. Bu konuyu daha kısa özetleyebiliriz. Ulusalcı ve sol liberal akımların ne söylediği, ne yaptığı belli. İlki (Ergenekon'un sanığı olmadığı ölçüde) Deniz Baykal ile birlikte "Ergenekon'un avukatı" kesildi. İkincisi ise AKP'yi demokrasi şampiyonu ilân ederek onunla birlikte mücadele etmeyi seçti.

Asıl sorun öteki akımlarda. Solun önemli bir bölümü burjuvazinin her iki kampında da yer almama ısrarıyla hem ulusalcılardan hem de sol liberallerden bir adım ileride. Ama tarafsızlık politikası, bu hareketlerin bir konuda sol liberalizmin gerisine düşmesine yol açıyor. İki kampa katılmamanın mantıksal sonucu tarafsızlık değildir. Başka bir taraf olmaktır. Tarafsızlık taraftarları sıkıştırıldıklarında biz "üçüncü tarafız" diyorlar, ama bu "taraf"ın yaşanan somut çelişkilerde nasıl bir "taraf" olduğu bir türlü ifadesini bulamıyor. Türkiye'nin gün be gün yaşadığı çelişkilere "biz ve halkımız bu meselede taraf değiliz" diye sırt çevirmek, solu halkın gündeminden düşürür. Çünkü halk bugün en başta kendisini şaşkına çeviren bu konuda ve iki kampa ilişkin olarak nasıl tavır alması gerektiği konusunda bir yol arıyor. Ergenekon ve AKP kapatma davası konusunda halkın kafasındaki sorulara cevap vermeyen, halkı bu iki kamptan koparamaz. Daha da ötede, Ergenekon davası gibi, onyıllardır sola, işçi hareketine ve Kürtlere saldıran bir teşkilatın, yani kontrgerillanın pisliklerinin ortaya dökülmeye başladığı bir davaya kayıtsız kalmak, kontrgerilla ile mücadeleden yan çizmektir.

Taraf gazetesinin liberalleri, sola hücum ederken herkesi aynı torbaya koymaya çalışıyorlar dedik. AKP'nin yanında yer almak istemeyen "tarafsızlar" ordusunu, sanki Ergenekonu savunuyorlarmışçasına ulusalcı sol ile tek bir solukta sayıyorlar. Bizim açımızdan daha önemlisi, Üçüncü Cephe savunusu ile "tarafsızlık" arasına bir özdeşlik işareti koyuyorlar. Bu bütünüyle yanlıştır ve basit bir ayak oyununa dayanıyor: Ergenekon davasının yarattığı çatlağı kullanarak kontrgerillanın ve darbeciliğin üzerine gitmek, AKP'nin kuyruğuna takılmayı gerektirmez. Taraf gazetesinin liberalleri, bu ikisinin zorunlu olarak bir ve aynı şey olduğunu baştan kabul ediyorlar. Sonra, sadece iki kampın yedeğine girmemek için Ergenekon davasından uzak durmayı yeğleyen "tarafsız" sol ile taraf olmak gerektiğini savunan, ama bunu AKP ile birlikte yapmayı reddeden, bu mücadeleyi bir Üçüncü Cephe üzerinden vermek gerektiğini savunan çizgiyi birbirinin aynı gibi gösteriyorlar.

Biz Ergenekon davasında taraf olmak gerektiğini savunuyoruz. Bu bakımdan "tarafsızlık" cephesinden bütünüyle farklı bir yaklaşıma sahibiz. Ama liberallerden farklı olarak bunu bütün burjuva güçlerden bağımsız, Türkiye işçi ve emekçileri ile Kürt halkını bir araya getirecek bir Üçüncü Cephe temelinde yapmak gerektiğini savunuyoruz. Bu bakımdan Ergenekon'un avukatlarından da, AKP'nin destekçilerinden de, kendi köşesine çekilerek beklemeyi savunan tarafsızlardan da farklılaşıyoruz.

Peki, iki büyük gücün tarafı olduğu bir davada nasıl bir üçüncü taraf olunur? Üçüncü tarafı hak ettiği büyüklüğe kavuşturarak. Mücadele alanının genişletilmesiyle. İşin içine sınıf mücadelesini sokarak. 2007 ortasından beri kıpırdamaya başlayan işçi sınıfı ve kamu çalışanlarının mücadelesini güçbirliği temelinde ileri taşıyarak. Mücadele eden proletaryanın yüzünü siyasi alana çevirmesine yardım ederek. Siyasi alana girdiğinde burjuvaziden bağımsız bir Üçüncü Cephe oluşturmak üzere öncülüğü ele alması için mücadele ederek.

Türkiye'nin kördüğümünü ancak sınıf mücadelesi çözecektir.

30 Temmuz 2008

(Bu yazı mavidefter.org sitesinde yayınlandı)