Sol tartışma, sol düşünce (Mahmut Mutman (Radikal2, 18.05.08) - 01-07-2008)

Sungur Savran’a göre son 1 Mayıs olayı gösterdi ki, AKP demokrasi yanlısı değil aslında 12 Eylülcü bir düzen partisidir. Dolayısıyla sırf AB yanlısı reformlar yaptığı ve siyasal-bürokratik seçkinlerin hışmına uğradığı için tüm demokrasi mücadelesini AKP’nin yörüngesine oturtmakla liberal solun temsilcileri ciddi bir siyasal hata yapıyorlar. 1 Mayıs skandalının AB’nin 2004’te Kopenhag Ölçütlerini gerçekleştirmiş kabul ettiği bir ülkede oluştuğu düşünüldüğünde, liberal solun hâlâ ulusalcılarla tartışıyor (yani onları ciddiye alıyor) olması gariptir ve liberal solun asıl Marksistlerle konuşuyor olması gerekir. Savran, demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesiyle ikame edilmesini değil, demokrasi için asıl tartışılması, konuşulması gerekenlerin Marksistler olduğunu ileri sürüyor. Umalım ki bu eleştiri karşısında “o bizden değil, eleştirisinin de bir önemi yok” denmez, çünkü kimlik mantığıyla hareket eden tartışmasızlık tavrının kimseye yararı yok. Veya, bir başka muhtemel tepki olarak, “ama biz de Marksistiz!” savunması yapılmaz, gereksiz ispat çabalarına girişilmez, çünkü birisi sizi eleştiriyorsa zaten sizin gibi düşünmüyor demektir (sizi haklı bulan da zaten ne olduğunuzu biliyordur). Demokrasi açısından önemli olan karşınızdakinin söylediğini duyabilmenizdir.

Liberal tez

Bu duyulması gereken bir eleştiri. Neden? Bugünün liberalizmi özgül koşullar altında 12 Eylül sonrasında ve büyük ölçüde sol bir geçmişi olan şahıslarca oluşturuldu. Sol liberalizm de onunla birlikte doğdu. 1980’lerin ortasında Nokta ve YeniGündem gibi haftalık haber dergilerinin oynadığı önemli muhalif rolü hatırlayalım. Bu fikri oluşumda, bir yandan 12 Eylül öncesinin anti-Stalinist solu, Birikim dergisi, öte yandan sosyal demokratların entelektüel kanadı önemli bir rol oynadı. Bu konumun ayırt edici özelliği, cumhuriyetin Türk ulus inşasının bir anomali olduğu çözümlemesidir. Türkiye’de cumhuriyet ve modernleşme tepeden inme biçimde gerçekleşti. Bunu gerçekleştiren otoriter seçkinler, eksik sivil yapıların gelişmesini engelleyerek siyaseti vesayet altına aldı ve bu durum kendini yakın tarih boyunca askeri müdahelelerin sürekliliğinde ifade etti. Dolayısıyla örneğin sağ ve merkez sağda yer alan hareketler, bize özgü bir paradoks sonucu daha demokratik olmuşlardır, vb. Max Weber ve Norbert Elias’ın Batı-merkezci görüşlerinden geleneksel Marksizme, ve Amerikan sosyal bilimine kadar değişik kaynaklara bağlanabilecek olan bu argümanın Türk sosyal bilimlerinde de kaynakları, Şerif Mardin’in sosyolojik çözümlemelerinde ifadesini bulan merkez-çevre karşıtlığı anlayışı ya da İdris Küçükömer’in Doğu-Batı karşıtlığına dayanan yaklaşımıdır. Bu karşıtlıkların liberal ve liberal sol yazarların kavramsal sözlükçesini oluşturduğunu gazete okuyan herkes biliyor. Bu kavramsal sözlükçe gitgide kamusal alan içinde benimsendi ve bir yandan basitleşir ve vülgerleşirken öte yandan demokratik tartışma ve kamusal söylemi çerçeveleyen ve anlamlandıran bir güce kavuştu.

Liberal sol neyi halledemez?

Bu konumun pek çok ve değişik versiyonları ve kendine özgü önemli açılımları var. Ama egemen eğilim, en az eleştirdiği şey kadar basit ve kolay bir tepeden inmecilik ve vesayetçilik eleştirisi oldu. Bu zorunlu olarak yanlış olmayan ama sığ yaklaşımın Türkiye’de demokrasi mücadelesini dilsizleştirdiği, konuşma imkanını belirli bir konuma verdiği ve orada tıkadığı kanısındayım. Marksizmin ürettiği Stalinizm ve indirgemecilik sorunu, Marksist bir çözümleme yapamamanın bahanesi olmamalıydı çünkü bu görüş gerek ekonomi politik gerekse sınıfsal ve siyasal analizde güçlü bir entellektüel araçtır. Onun sorunlarını ve sınırlarını akılda tutuyorsanız ne mahsuru var?

Bu basitleştirici dilsiz dil sayesinde popüler kamusal alanda da yer alınabildi, ama bu bir tercüme ve eklemleme sorunu olarak görülmekten ziyade, konuşması kolay, duruma uygun sözcüklere, dar konjonktürel çözümlemelere sığınıldı (eğer bir AKP’cilik varsa buradan kaynaklanıyor olmalı). Sonuç, demokratikleşme gibi devasa bir siyasal, toplumsal ve kültürel dönüşümü, somutlaşmasını AB üyeliğinde bulan aşkın bir hukuksal normun Türkiye’de gerçekleştirilmesiyle sınırlayan, tüm enerjisini buna odaklayan ve AB’ye yönelik en ufak eleştiriye kuşkuyla bakan dar görüşlü bir yaklaşım oldu. Bu, devletçiliğe karşı olmak (!) adına neoliberal ekonomik politikalara duyarsız bir tutumla ya birleşerek ya da neoliberalizmden kendisini ayırt etmeyi beceremeyerek, solun adresinden uzaklaşmasına yol açtı. Liberal sol böyle yaptıkça, solun ve Marksizm’in zaten en ciddi sorunu olmuş olan şey kendini saklayarak yeniden üretti.

12 Eylül baskıcılığı karşısında, dertsiz tasasız “demokratikleşince” ve “geçmiş eleştirilince” günahtan arınmış olundu ve ne olduğu açık ve seçik olan demokrasiyi gerçekleştirmekten başka dert kalmadı... Halbuki solda demokrasiyi öldüren Stalinizm basitçe despotik bir yönetim değil, tüm perspektifin iktidar perspektifi haline gelmesinin sonucudur. Solun asıl sorunu ise iktidarı almak değil, dünyayı değiştirmektir. Eğer siz toplumu değiştirmeyi ihmal ederek meseleyi günlük bir iktidar mücadelesi haline getirirseniz (ki liberal solun hali tam budur), bir “karar vermiş” olmakla geride bıraktım zannettiğiniz düşünüş tarzını farkında olmaksızın saklayarak sürdürmüş olursunuz ve en beklenmedik yerde sahneye çıkıverir. Bunun yakın geçmişimizde mebzul miktarda trajikomik kanıtı var, hiç girmeyelim.

Demokrasi nasıl oluşur?

Soru zor ve karmaşık ama en azından bu yazıya düşen paya yanıt verelim: Demokrasi düşünce üretmekle ve tartışmakla kurulur, birilerinden istemekle değil. Düşünce ise, basitçe ne program ne de vizyondur; “düşünmek” diye Voltaire’in ve Rousseau’nun, Kant’ın, Hegel’in ve Marx’ın, Foucault’nun, Badiou’nun ve Derrida’nın yaptıklarına denir. Düşünce ve kavram üretmek, zihinleri, bakış açılarını değiştirmek, demokratik alışkanlıkları oluşturmak, eleştirelliği refleks haline getirmek... Kimse demokrasiyi bugünden yarına olup bitiverecek hukuki bir iş sanmasın, böyle sanan da hiç tatlı canını üzmesin, bu işi bıraksın. Türk muhaliflerinin asıl sorunu düşünce üretememeleri, en müthiş muhalif yazının köşe yazısı olmasıdır. Örnek: Liberal soldan Mehmet Altan geçtiğimiz yıllarda Marksist Liberal diye bir kitap yayınladı. Duyduğumda heyecanlanmış ve “nihayet şu konumu eklemleyen bir çalışma çıktı!” diye sevinmiştim. Başlığına bakarak insanın içinde Bernstein, Kolakowski veya Jon Elster bulmayı bekleyeceği bir kitap, değil mi? Kitapçıya koşup kitaba el attığımda ne görsem beğenirsiniz? Meğer köşe yazılarını toplamış! Ama başlık... “Marksist Liberal”! Mehmet Altan istediği kadar bozulabilir, istediği kadar iyi niyetli de olabilir, ama buna demokrasi kurmak değil tüketim toplumu kurmak denir. Türk liberal ve sol muhaliflere göre, onlar köşe yazılarında ve dergilerinde “doğruları” söyleyecek ve sanki ortada mantıksal bir sorun varmış gibi, bunları okuyan ulusalcılar ulusalcılıktan vazgeçecek, devlet de aklını başına toplayıp uygulayacak.

Majör siyaset, minör siyaset

Toplumsal sınıflar ve grupların, onları temsil eden partilerin, ideolojilerin ve temsil mekanizma ve biçimlerinin yer aldığı alana “majör” siyaset alanı diyelim. Bu alanda Marksist bir çözümlemenin söyleyeceği pek çok şey vardır ve Sungur Savran liberal solun, terk etmiş olduğu bu çözümleme tarzını ciddiye alması gerektiğini söylemekte haklı. Ama bu majör alan ve temsil politikası, geçtiğimiz yüzyılın son yarısından itibaren feminizmden ırkçılık karşıtı, azınlık ve çevreci hareketlere kadar pek çok toplumsal hareket tarafından altüst edildi. Bu noktada, demokratik olmaya karar vermek yeterli değildir, çünkü bambaşka, neredeyse imkansız denebilecek, zor ve çetrefilli bir siyasallaşma başladı: Gündelik yaşamın, dilin, kurumların, öznellik yapılarının siyasallaşması “minör” siyaset diyebileceğimiz yepyeni bir alan açıyor, bu alan yeni kuramsal ve düşünsel açılımlar gerektiriyor. Aynı nedenle, klasik Marksizm de hiçbir biçimde yeterli değil, çünkü o da majör, temsili siyaset sınırlarını geçemez. Mesele çoğulculuğun kabulü kadar basit de olmamalı... Değişik toplumsal hareketlerin ve öznelerin eleştirel ve direngen söylemleriyle birbirlerini hem imkansız hem mümkün kıldıkları, tartışmanın hiç bitmediği bir siyasallık nasıl oluşturulabilir? Hukuksal düzenlemenin zorunlu ama yeterli olmadığı bu dünya için zihinsel, düşünsel faaliyetin önünü açabilmek gerekiyor.

1 Mayıs’ta ne oldu?

Liberal sola göre, AKP merkeze kendini beğendirme yanılgısı içinde. Marksist Sungur Savran’a göre ise, AKP 12 Eylülcü bir burjuva partisi olduğunu gösterdi. Savran’ın liberal sola genel eleştirisi haklı olmakla birlikte, liberal solun homojen bir blok halinde ve eleştirisiz bir AKP desteği olduğunu söylerse herhalde maksadını aşan bir yargı vermiş olur. Örneğin Ahmet İnsel uzun bir süredir, AKP’nin merkeze oynadığını ısrarla söylüyor. Bu da, liberal sol ve Marksist sol eleştiriler arasındaki benzerlik ve akrabalığı ortaya çıkarmıyor mu? Aslında İnsel’in ve Savran’ın konumları aynı: AKP, burjuvadır, merkezdir, vb. Peki ama öyleyse, bir burjuva partisi pekala liberal de olabileceğine göre 1 Mayıs’taki aşırı tavrı zorunlu kılan ne? Sungur ve İnsel’in açıklama tarzında, burjuva ve merkez terimleri verili bir özne konumuna gönderme yapıyor ama olayı, ilişkiyi açıklamıyor... Gerekli olan minör perspektif: Aşağıdan yukarı baskıyla kurulmuş, baskıyla çalışan bir toplumda, baskı görenlerin ilk tepkisi bu baskıyı kendinden daha aşağıdakilere geçirerek rahatlamaktır. Bu, sistemin kendini yeniden üretmesinin yollarından biridir ve herhangi bir ideolojik ve siyasal seçimden önce gelir. AKP’yi elbette eleştirirken, aslında bunun herhangi birisi olabileceğinin farkında olmak zorundasınız. Ancak adları yinelemenin (burjuva, merkez, vb) ötesine geçtiğimiz ve yapıları açıklayabildiğimiz ölçüde demokratik alışkanlık oluşmuş, eleştirel refleks çalışıyor demektir.