Siyasi çözüm doğru yolda ilerlemiyor! (27-10-2009)

1990'lı yıllarda Filistinliler, 2000'li yıllarda Kürtler

(21 Ekim 2009)

Habur'da yaşanan olay, elbette Kürt sorununun gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmaya aday. Barış ve Demokratik Çözüm grubu olarak Türkiye'ye gelen 34 kişi 221. maddenin "aktif pişmanlık" hükmünden yararlanmayı reddettikleri halde, 29'u mahkemeye bile sevk edilmeden serbest bırakıldı, geri kalan 5'inin ise tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Bu, fiili bir af ima ediyor.

Bugün Kürt halkının uzun yıllardır vermekte olduğu onur ve özgürlük mücadelesi bütün Türkiye toplumunun gözleri önünde bir kabul görüyor. Habur'da toplanan on binlerin, Güneydoğu bölgesinin kent ve kasabalarının, Diyarbakır'daki yüz binlerin heyecanını anlamamak mümkün değil. Bir halk, çeyrek yüzyıldır yaşanan ölümlerin, acıların, fedakârlıkların, mücadele azminin nihayet sağır kulaklarca dahi duyulması karşısında coşku içinde. Yüreğimiz Kürt halkıyla birlikte atıyor. Kürtlere kendi kaderlerini tayin hakkı da dahil bütün haklarının verilmesini özlüyoruz. Ama aklımız bize bugün sorular sormanın günü olduğunu söylüyor.

Çünkü Habur'da yaşanan gelişmeyi ondan kısa süre önce yaşanan bir başka gelişmeyle birlikte değerlendirmek gerekiyor: ABD, PKK'nin üç önderini (Murat Karayılan, Rıza Altun, Zübeyir Aydar) "uyuşturucu kaçakçısı" ilân etti. Bunun anlamı açıktır: Yarın fiili af kapsamlı bir siyasi affa dönüşse bile, PKK'nin yönetici kadrosu bu aftan yararlanamayacaktır.

Çünkü hem Kürt hareketi hem de sol, Barış ve Demokratik Çözüm Grubu'nun Öcalan'ın çağrısıyla Türkiye'ye geldiği fikrini yayıyor, ama ortada insanı irkilten bazı başka veriler var. Kürt halkının ve Kürt hareketinin kabulünün getirdiği coşku içinde, bu gelişmenin Öcalan'ın çağrısıyla ortaya çıktığı inancı yerleşiyor. Böylece, Kürt hareketinin bu atağıyla, bir türlü ileri adım atmayan hükümetin ve devletin elini zorladığı biçiminde bir yorumun temeli olarak gösteriliyor. Öcalan'ın "yol haritası"na el konulmasıyla engellenen inisiyatif bu şekilde yeniden Kürt hareketinin eline geçmiş oluyor.

Oysa hükümette, hükümetin taraftarlarında, devletin saflarında bu konuda hiçbir telaş görülmüyor. Başbakan Erdoğan mutludur, İçişleri Bakanı Atalay umutludur. Kandil'den gelen PKK'lilerin serbest bırakıldığı gün toplanan MGK, en azından şikâyetçi değildir. O MGK, bildirisinde ne derse desin, "açılım"ın devlet içindeki en aktif unsuru olan MİT başkanı Emre Taner'in görevini 4. kez uzatıyor. Cumhurbaşkanı Gül, devlet katındaki bu ortaklığa CHP'yi de katmak için ana muhalefetin MGK'ya katılmasını öneriyor. İnisiyatifi yitiren taraf, eli zorlanan taraf bu kadar mutlu ve aktif olabilir mi?

Dahası var: Hükümetle iç içe olan gazetecilerin söylediklerini ve yazdıklarını bırakalım. MİT'in eski müsteşarı Sönmez Köksal, aylar önce çizdiği "yol haritası"nda işin kademe kademe nasıl yürütülmesi gerektiğini yazarken, bu tür bir grubun Türkiye'ye gelmesini ilk adım olarak önermiş bulunuyor. Devletin bu tür hizmetkârlarının devletten bağımsız davranacağı düşünülebilir mi?

Sönmez Köksal, Can Dündar'ın programında PKK lider kadrosunun "Nordik ülkeler"den birine sürgüne gidebileceğini söylüyor. "Nordik ülkeler" terimi Türkçe'de yok, İngilizce'de ise "İskandinav ülkeleri" demek. Herkesin kendi kendine sorması gerekiyor: Eski MİT Müsteşarı neden Türkçe değil de İngilizce düşünüyor?

Açılımın nasıl yürüyeceğinin ana hatları ortaya çıkmıştır. "Suça karışmamış" diye nitelenen PKK'liler fiili olarak affedilecek. Ama lider kadrosu uzunca bir süre Kürt politikasından yalıtılacak. Yapılacak bir dizi reformla Kürt halkının beklentileri kısmen karşılanacak. Böylece Kürt hareketinin Türkiye'de legal planda mücadelesinin giderek düzenin dişlileri arasında evcilleştirilmesi sağlanmaya çalışılacak.

Bütün bunlar Türkiye'nin ABD'nin Balkanlarda, Ortadoğu'da ve Avrasya'daki stratejik yönelişi olan sürekli savaşında sağlam bir müttefik olarak oynayacağı rol içinde Kürt sorununun bir engel olmasını önlemeye, daha da ötede Kürtlerin de bu stratejinin bir parçası haline getirilmesine yönelik bir genel planın parçaları. Bu emperyalist planın içinde, 25 yılda 40 bine yakın insanın hayatına mal olan bu savaş belirli bir sonuca ulaşsa bile orta vadede Türk, Kürt ve diğer bölge halklarını kanlı bir gelecek bekliyor. ABD emperyalizminin (ve müttefiklerinin) Afganistan'da 8 senede 10 bin insanın, Irak'ta ise 6 yılda bir milyondan fazla insanın ölümüne yol açtığı düşünülürse İran'da, Kafkaslar'da ve diğer bölgelerdeki askeri serüvenlerin Türk ve Kürt halkları için daha büyük kayıplar anlamına geleceği açıktır. ABD emperyalizmi adımlarını bu kanlı geleceği planlayarak atmaktadır. 

Bu planın bütün yönleriyle uygulanabilmesinin tek bir koşulu var. Kürt halkının beklendiği gibi evcilleşmesi. Bunun ise ABD ve Türkiye açısından hiçbir güvencesi yok. Ama halkın bütün enerjisi bu planın yedeğine koşulursa, bu sonucun doğması neredeyse kaçınılmaz olacak.

Filistin halkı, 1948'de topraklarından kovulduktan sonra onyıllar boyu bir Filistin devleti için mücadele etti. 1967'de Batı Şeria ve Gazze'nin de İsrail hakimiyetine girmesinden sonra Filistinliler bütün vatanlarından yoksun kaldılar. Körfez Savaşı'nın ertesinde İsrail-Filistin sorununda "barış süreci" denen yeni bir yöneliş uygulamaya konuldu. Önce Oslo'da, ardından Madrit'te yapılan görüşmelerle, 1993'te bir Filistin Otoritesi kuruldu, Filistin hareketinin önderi Yasir Arafat da bunun başkanı oldu. O yıllarda, Batı Şeria ve Gazze kentleri Filistin Otoritesi'ne verildikçe Filistin halkının sevinci görülmeye değerdi. Sonra Cenin katliamı geldi, Arafat'ın Ramallah'taki evine hapsedilmesi geldi, Tecrit Duvarı geldi, Gazze'deki mezalim geldi. Bugün Filistin'in başında Birleşmiş Milletler'in İsrail'i savaş suçları işlemekten sorumlu tutan Goldstone Raporu'nu desteklemeyecek kadar emperyalizm ve Siyonizmle işbirliği içinde olan bir "başkan" (Mahmut Abbas) var!

Kürt halkı da 2000'li yıllarda Filistin halkının 1990'lı yıllarda yaşadığına benzer bir süreç yaşıyor. Önce Irak Kürdistanı'nda bir özgürleşme sevinci yaşandı, şimdi Türkiye Kürdistanı'nda benzer bir süreç yaşanıyor. Dikkat!

Filistin "barışı" Oslo'da başlamıştı. Oslo, Norveç'in başkenti. Norveç bir "Nordik ülke"!

İyi günde de beraber, kötü günde de!

Yukarıdaki yazının Türkiye solunun Habur olayı karşısındaki kayıtsız koşulsuz coşkusu ile bir karşıtlık üzerine inşa edildiği açıktır. Yani Devrimci İşçi Partisi Girişimi'nin Habur konusundaki tavrının baskın yönü bütünüyle akıntıya karşıdır. Keşke yanılmış olsaydık! Ama maalesef yazının yazılmasından sonra yaşanan gelişmeler, bu yazıda dile getirilen görüşleri bütünüyle doğrulamıştır.

Habur'a ilişkin yazının ana fikri, bu çok önemli olayın hem sağdan hem soldan Abdullah Öcalan'ın çağrısı üzerine gerçekleştiğine dair yayılan bilginin yanlış olduğu idi. Yazı, ortadaki bir dizi verinin, bu dönüşün hükümetin icazeti altında, hatta belki de inisiyatifi sonucunda yapıldığına işaret ettiğini belirtiyordu. Avrupa'dan gelecek kafilenin dönüşünün ertelenme tarzı, uygulamaya konulanın bir evcilleştirme planının ilk adımı olduğunu doğrulamıştır.

Bir kere, Öcalan'ın çağrısıyla başlayan tek yanlı bir PKK atağı sayılan barış sözcüleri operasyonunu, Erdoğan'ın iki dudağı arasından çıkan bir cümle durdurmuştur. PKK'nin bu erteleme kararına derhal uyum sağlaması, karşı tarafı sıkıştıran bir taktiğin değil, karşı tarafla anlaşma içinde yürütülen bir operasyonun söz konusu olduğunu bir kez daha açığa kavuşturmuştur. Demek ki, inisiyatif PKK'de değil, tam tersine hükümettedir. Daha ötesi var. PKK adına grubun İstanbul'a hareket etmeyeceğini açıklayan Zübeyir Aydar şöyle demiş: "Grup üyelerinin gözaltına alınmayacağına dair güvence, gittiklerinde çözüme hizmet edebilecekleri şartlar oluşturulduğunda kararımızı gözden geçireceğiz." (Vurgu bizim) Aydar, İstanbul'a gelmesi planlanan ekibin geleceği hakkında bir şey söylerken, muhtemelen o niyeti taşımaksızın Habur hakkında da bir bilgi veriyor: Habur'a gelen kafileye de muhtemelen aynı güvence verilmiştir.

Bir de olayın bir başka yönü vardır: İstanbul Valisi Muammer Güler'in Habur sonrası yaşanan olaylara İstanbul'da kesinlikle izin verilmeyeceğini açıklamasından sonra DTP'de yaşanan gelişme Taraf gazetesinde şöyle özetleniyor: "Parti yönetimi Genel Başkan Ahmet Türk ve bir grup milletvekilinin, ‘Bölgede yeterince mesaj verdik, İstanbul'da benzer görüntüler olmasın' önerisiyle, ‘şov' olarak eleştirilen karşılama törenini iptal etmeyi tartışıyordu. DTP'den gelen bilgiler parti yönetiminin süreci yumuşatma yönünde bir karar alacağıydı." Taraf'ın sunduğu bilgi yanlış ise DTP yönetimi bunu açıklamalıdır. Aksi takdirde bu gelişme de inisiyatifin hükümetin elinde olduğunu, bütün operasyonun hükümetin onayı ile yapılmakta olduğunu ortaya çıkan bir başka karine olarak yorumlanacaktır.

Peki bütün bunlarda yanlış olan nedir? Kürt hareketinin şu ya da bu kanadının devletle bir pazarlığa girişmesi midir kötü olan? Elbette hayır. Siyasi çözüm diyen bu tür görüşme, müzakere, pazarlık süreçlerini dışlayamaz. Barış olacaksa pazarlık da uzlaşma da olacaktır. Pazarlık sonucunda güvence almış olmak mı kötüdür? Hayır, elbette bu tür bir eylemin anlamlı olması için güvence son derecede anlamlı bir mevzidir.

Yanlış olan işin başka yanlarıdır. Her şeyden önce halka doğru söylenmelidir. Eğer bu grupların dönüş kararı, Öcalan'ın devletten bütünüyle bağımsız biçimde yaptığı çağrı ile değil de, devletle anlaşma içinde, hatta daha da ötesi devletin daveti, yani inisiyatifi üzerine kararlaştırıldı ise, bu halka Öcalan'ın tek taraflı inisiyatifi imiş gibi sunulmamalıdır. Eğer sunulursa, o zaman şu soru doğar: Neden öyle sunuluyor? Ve daha da önemlisi, devlet neden bunun doğru olmadığını söylemiyor? Kendisinin onayının, hatta belki de davetinin bu olayın gerçekleşmesinde büyük rolü olduğunu neden gizliyor? Bu gizlemenin devlete büyük faydası olabilir mi?

İkincisi, eğer bu iş devletin daveti ile başladıysa, siyasi çözüme bu yaklaşım doğru değildir. Bu heyetlerin Türkiye'ye dönüşünün anlamı açıktır. Elbette hiçbir pişmanlık ifade edilmemekle birlikte "dağdan inme"dir bunların anlamı. Oysa ortada, bir gün "Kürt açılımı", bir gün "demokratik açılım", bir gün "milli birlik projesi" diye anılan, Başbakan Erdoğan'ın edebi konuşmalarıyla süslenen, sadece sözlere dayanan bir proje vardır henüz. Koşullar değiştiğinde sözler uçar gider. Dolayısıyla, bu iyi niyet jestleri sadece Kürt halkında boş umutların yeşermesine, halkın ne olduğu belli olmayan bir planın peşine düşmesine neden olur.

Diğer yandan sürekli farklı adlarla anılan bu projenin temelinde hep söylediğimiz gibi Kürt hareketinin tasfiyesi hedefi yatmaktadır. Bu tasfiye kamuoyuna sunulduğu gibi sadece dağdaki kadroları kapsamıyor. Kürt hareketinin siyasi olarak da etkisizleştirilmesi hedefleniyor. Yani evcilleştirme planı dağları, köyleri ve şehirleriyle tüm Kürt halkını kapsıyor. Bu yüzden de son "dağdan iniş"lerde DTP'nin inisiyatif alarak Kürt kitlelerini seferber etmesi, hareketin tasfiye olmak bir yana konsolide olması şeklinde yorumlanarak, devlet ve burjuvazi tarafından tepki almıştır. Devlet tarafından sürekli gündemde tutulan tasfiye politikasıyla gerçek bir barış ve çözüme ulaşılamayacağı açıktır.

Kürt halkının haklarını masaya getirin!

Devrimci Marksistler ezilen ulusla dayanışma içinde, onun kendi kaderini tayin hakkı dahil olmak üzere bütün haklarının teslim edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu demektir ki, hükümet ve devlet onların bu haklarını tanımalı ve Türk halkını da bu haklarla yaşamaya alıştırmalıdır. Elbette siyasi bir çözüm için, barış için iki taraf da adım atmak zorundadır. Ama barış adil bir barış olmalıdır. Devlet Kürt halkının hakları konusunda ne güvence veriyor? O tür bir güvence verilene kadar, açılış hamlesi olarak "dağdan inişi" öne çıkarmak yanlıştır.