Picasso ve Rodin Sabancı'nın, İstanbul Bienali Koç'un! (Can Ilgın - 08-10-2007)

Bize kalırsa, bienal asıl bir başka anlamda çok “politik”. Bunu bienalin resmi katalogunun sayfalarını çevirmeye başlar başlamaz görüyorsunuz. Katalogun ilk sayfasında bienalin resmi adı, bir sonraki ana sayfada bu yılın teması verilmiş. Bunlar her katalogda kaçınılmaz olarak yer alacak kalemler. Asıl birinci sayfa, sonra gelen. Orada ne yazıyor? “Bienal sponsoru” ve bu ifadenin İngilizcesinin ardından manda gözü gibi puntolarla: “Koç” ibaresi ve Koç Holdingin “koç gibi” logosu! Bütün bir sayfa buna ayrılmış!

Sadece katalogda mı? Basının bienalin haberlerini nasıl verdiğine dikkat ettiniz mi? En güzeli “solcu” Cumhuriyet gazetesinde idi. Bienal için bir açılış kokteyli düzenleniyor. Sanat ve iş dünyaları bir araya geliyor. (“İş” dünyasının sanat konusunda, örneğin sendikalara göre ayrıcalığı nedir demeyin. Yazıyı okumaya devam edin.) Bienal hakkında konuşmalar yapılıyor. Sonra Cumhuriyet gazetesi haberi ertesi gün şu başlıkla veriyor: “Koç’un sanata desteği”. Bienal mi dediniz? Kokteyl bienalin açılış kokteyliydi, haber oydu mu dediniz? Ne münasebet, siz hangi dünyada yaşıyorsunuz? Nasıl ki, kapitalist toplumda televizyon yayını seyirciye program seyrettirme görünümü altında reklâmcıya seyirci satmaktır, bugün sanat faaliyetleri de topluma sanat sunmak görünümü altında sponsorların reklâmını yapmak için düzenlenir.

Sadece katalogda, sadece medyada mı? Bienalin mekânlarının yakınındaki İstanbul sokakları, ardı ardına dizilmiş, her otobüs, tramvay, minibüs yolcusunun kaçınılmaz olarak göreceği “banner”larla süslenmiş. Ne yazıyor? Dikkatle okuyalım, çünkü kompozisyon son derecede anlamlı. “İmkânsız değil, üstelik gerekli: Küresel savaş çağında iyimserlik.” Sonra en büyük puntolarla bienalin sponsorunun Koç Holding olduğu ilân ediliyor. Yani neredeyse bir slogan yazılmış ve imza Koç Holding. Bu tablo karşısında “iyimserlik” kimin, insan daha iyi anlıyor. Koç, böyle reklâm yapabildiğine, aydınların kafalarını ve midelerini böyle kolayca fethetme olanağına kavuştuğuna göre, iyimser olabilir!

Bu durumda bienalin aydınlar arasında konuşulduğu anlamda politik olmasının, yani bienale katılan sanatçıların “solculuk” yapmalarının ne kadar kıymet-i harbiyesi kalıyor, onu da onlar hesaplasın. Mesela ilk sayfasında Koç’un sponsorluğunun reklâmının yapıldığı katalogda yer alan ilk “iş”lerden birinin New York’un zengin binallarından birinde bir patlama göstermesi ve “Devrimci (gün)” başlığını taşıması ne kadar ağırlık taşır? “Rakip saha”da oynayan bu sanatçılar Koç’un reklâmının vesilesi olurken Koç’un müttefiklerinin savaşlarının çağında nasıl “iyimser” olabiliyorlar?

Aslında bu sanatçıların kendilerinin “politik” olmasının bir vitrin süsü olmaya çalışmaktan öteye bir anlamı olup olmadığı bile tartışmalı. Örnek olarak bienalin artık gelenekselleşmiş olan paneller dizisine katılan sanatçıların yaklaşımını alabiliriz. Bu panellerden ilki “Bağımsız İnisiyatifler” başlığını taşıyordu. Kimden bağımsız? Paneli tanıtan metin şöyle diyor: “Son on yılda çağdaş sanat küreselleşmenin genişleme yolunda attığı hızlı adımları ve dünya çapında farklı bölgelerdeki etkilerini yansıtacak şekilde hızla yerleşik kurumlarla ve pazar düzeniyle bütünleşti. Özgürlük ve bağımsızlık adına yeni talepler ve küresel sermaye ve siyasal gücün kültürel, toplumsal ve ekonomik nezihleşmeye verdiği desteğe direnişleriyle sanatçılar ve kültür işçileri, gerçekten yenilikçi, genellikle de siyasi ve toplumsal müdahaleden yana projeler geliştirdiler. 10’uncu Bienalin organik bir parçası olarak Türkiye'den ve diğer ülkelerden birçok bağımsız örgütten projelerini sunmaları istendi. Bu panelin amacı bu grupları bir araya getirerek tecrübelerini ve stratejilerini paylaşmalarını sağlamak.” Çeviri pek iyi olmasa da, panelin amacı açıkça ifade edilmiş: sermayenin verdiği desteğe direniş gösteren sanatçıları konuşturmak.

Panel başlıyor ve daha ilk konuşmacı konuşurken panel yöneticisi (panelin konusunun para olduğunu hatırlayarak ve konuşmacının bu konuya hiç girmediğini görerek) soruyor: “Peki, nasıl para buluyorsunuz?” “Direnişçi” sanatçımızın verdiği cevap: “Biz şanslı insanlarız. Ben şirketlere gidiyorum, onlar da bize para veriyor.” Hatırlayın, sermayenin verdiği desteğe direnen “bağımsız” sanatçıların konuştuğu bir paneldeyiz. Herhalde biz yanlış biliyoruz. Şirketler sermaye olmuyor demek ki! Panel yöneticisi (cep telefonu ile konuşmaktan fırsat bulduğunda) bir sonraki konuşmacıya da aynı soruyu soruyor. O “biz bir önceki arkadaşımız kadar şanslı değiliz” dedikten sonra ekliyor: “Sponsor buluyoruz.” Bakın işte şimdi farklı bir yöntem karşısındayız. Sermayeye karşı bağımsızlığın sponsor bularak sağlanması bayağı etkili bir yol. Biz bunu daha önce neden düşünememiştik?

Sermayeye karşı bağımsızlık buraya kadar. Zaten aynı “politik” küratör, sermayeye karşı bağımsızlığı tartıştırdığı bu panelin hemen ardından başlayan ikinci panele öyle bir konuşmacı koymuş ki, ne istediğini anlamamak mümkün değil. İkinci panelin ilk konuşmacısı, Açık Toplum Enstitüsü’nün resmi sözcüsü. Hani şu George Soros adlı demokrasi ve kültür hamisi var ya. Onun kurduğu enstitü. Konuşmacı sanatçı falan da değil, sadece Soros’un vakfının sanat alanında ne kadar güzel işler yaptığını anlatarak reklâm yapmaya gelmiş. Alın size bir başka sermayeden bağımsızlık yolu: Uluslararası spekülatör George Soros’un kurduğu enstitüden para alırsanız, “küresel sermaye”den bağımsızlaşırsınız, hatta direnmiş olursunuz!

Bütün bunların ışığında bir panel konuşmacısının “iş”ini anlatırken “Second Life” (İkinci Hayat) adını taşıyan ünlü sitenin komünist partisine üye olduğunu söylemesine şaşırmamak lâzım. Sanat dünyası iş dünyası ile bu kadar iç içe olunca, insan ancak sanal alemde komünist olabilir. Ya da birinci hayatınızda kapitalist yardakçısı, ikinci hayatınızda komünist!

Bienal sadece sermayenin aydınlar ve halk üzerindeki etkisi bakımından önemli değil. Sermayeler arasındaki rekabet bakımından da önemli. Belki de işin en önemli yanı bu. Sabancı Holding, kurduğu müzede düzenlediği Picasso ve Rodin sergileri vesilesiyle “dağa taşa” kendi adını yazmıştı. Şimdi Koç on yıl boyunca bienal sponsorluğunu üstlenerek onunla rekabetinde yeni bir atak yapmış oluyor. Bienal gerçekten çok politik!


Che İstanbul bienalinde

Sanatın sermayenin halkla ilişkiler faaliyetinin bir yan kolu haline gelmesinin çarpıcı bir örneğini oluşturan 10. İstanbul Bienali’ne bir konuk geldi: Che Guevara. Sanatçı Yusuf Mintaş, gerilla üniforması giymiş, elinde tüfek taşıyan bir Che heykelini, serginin mekânlarından biri olan, İstanbul Modern’in komşusu 3. Antrepo önüne yerleştirdi. Sermaye ile aydınların buluştuğu bu nezih ortamda elindeki silahla Che epeyce tehditkâr görünmüş olmalı ki bienal yöneticileri bu “korsan” yapıtı derhal kaldırttılar. 20 Eylül tarihli BirGün gazetesi heykelin resmini de içeren bir haber yapmıştı. Bu satırların yazarı aynı sabah Che’yi görmeye gittiğinde yerinde yeller esiyordu. İstanbul Modern’in bekçisi önce “öyle bir heykel yok” dedi. Sonra BirGün’deki resim kendisine gösterilince kızdı: “Vay alçak, buraya mı koymuş? Hiç korkma abi, bak kaldırılmış.” Korkalım mı, korkmayalım mı?