Kürt sorununda alarm zilleri! (08-10-2007)

Bilindiği üzere 1999 yılında PKK geliştirdiği program doğrultusunda silahlı güçlerini Türkiye sınırları dışına çekmiş ve bu süreç 2004 yılına kadar devam etmişti. 2004’te çarpışmalar yeniden başlamış, fakat sonra yapılan bazı ateşkes çağrılarını dikkate alan PKK, 1 Ekim 2006’da kendisine yönelik bir saldırı olmadıkça herhangi bir silahlı eylem yapmama kararı almıştı. Ancak tüm bu adımlara rağmen TSK operasyonlara devam etmiş ve sık sık ölümlü çatışmalar meydana gelmişti. Bu gelişmeler karşısında, farklı açılımlar yapmaya çalışan DTP eksenindeki Kürt hareketi, son genel seçimlere bağımsız adaylarla katılarak, eskiye oranla fazlaca oy kaybetse de grup kuracak sayıda milletvekili ile meclise girmiştir. Bu sayede Kürt sorununun meclise taşınması olanağı doğmuş ve Kürt sorunundaki her türlü gelişmeye meclisteki DTP milletvekilleri müdahale etme olanağına kavuşmuştur. Kürt hareketinin meclise girmesi nasıl ki kendi içinde Kürt sorununun çözümü doğrultusunda neler yapılacağına dair bir dizi tartışmayı beraberinde getirdiyse, aynı şekilde devlet tarafında da belli başlı çözüm(süzlük) yöntemlerini berraklaştırdı. Seçimlerden önce, Kürt sorununa geleneksel bir şekilde “görme, yok say ve yok et” politikasıyla yaklaşanlar ile özellikle Mehmet Ağar’ın temsil ettiği, Kürt sorunu yerine Kürtleri çözme politikası, yani onları bölerek, silahlı güçlerinin desteğini keserek, burjuva unsurlarını muhatap alıp hareketi önderliksiz bırakarak zaman içinde dağılmasını sağlama politikası arasında bir tartışma hâkimdi. Seçim boyunca da bu tartışmanın Kuzey Irak’a operasyon özelinde sıkça gündeme geldiğini hatırlatmakta fayda var. Ancak seçimden sonra DTP’nin mecliste grup kuruyor olması ve Kürt sorunu ile ilgili bazı noktalarda sözünü esirgemeyip özgürce sayılabilecek açıklamalarda bulunması, devleti bahsi geçen tartışmada bir kez daha geleneksel yönteme başvurmaya itmiş gibi gözüküyor. Bu noktaya Kerkük referandumunun da katkıda bulunduğunu akıllardan çıkarmamak gerek

Bizi böyle düşünmeye iten faktörler ise yaz boyunca ortaya çıkmış durumda. Gelişmeler tıpkı 1994’te bugünkü DTP’nin öncülü olan meclisteki DEP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılarak hapse atılmalarına neden olan 2 Mart saldırısını ve ona eşlik eden 93 konseptini hatırlatıyor. 1993 yılında alınan ve uygulanan bir takım kararların bütününden oluştuğu için 93 konsepti olarak adlandırılan bu dönemi hatırlamak gerekirse; bir yanda dağlarda aralıksız operasyonlar ve her iki taraftan yüzlerce can kaybı, diğer taraftan bizzat devlet tarafından boşaltılan ve yakılan köyler, PKK’ye destek iddiasıyla yargısız infaz edilenler, faili meçhul cinayetler, bölgede yaşamaktan başka bir suçu olmayan binlerce insanın “yanlışlıkla” öldürülmesi ve saymakla bitmeyecek ancak özü itibariyle topyekûn “yok etme” kapsamındaki yığınla yöntem…

Bugün bu yöntemler yeniden devletin gündemine girmiş gözüküyor. Öncelikle Genelkurmay başkanı bir politikacı gibi davranarak Kürtlerin önemli bir bölümünün desteklediği bir parti olan DTP’yi hedef haline getiriyor ve askeri yetkililer her fırsatta bu partiyi hedef alan açıklamalarda bulunuyor, sonra medya ağız birliği etmişçesine her haber bülteninde DTP’lilerin yapmamış oldukları açıklamaları dahi yapılmış gibi göstererek, mevcut açıklamalarını çarpıtarak ve ön yargılı yorumlar yaparak DTP’ye saldırıyor… Şimdiden DTP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının düşürülmesini gündeme taşımaya başlamış bulunuyorlar bile! Büyükanıt’ın Harp Akademileri konuşmasında “hukuk içinde gereken yapılsın!” komutunun anlamı tam da budur.

Dağlarda ise askeri operasyonlar önceki dönemlere göre gözle görülür bir şekilde arttırılmış durumda. Operasyonlara artık yüz binlerle ifade edilen sayılarda asker ve korucu katılıyor, iddialara göre bu operasyonlarda kimyasal silahlar dahi kullanılıyor. Bu durum da her iki taraftan can kaybının hızla artmasını ortaya çıkarıyor. Ama her şey bu çatışmalarla bitmiyor. Bölgedeki pek çok sivil “silahlı saldırı hazırlığında olmak” iddiasıyla askerler tarafından öldürülüyor. Yaz aylarında özellikle Dersim’de “karakola bombalı araçla saldıracağı” iddiasıyla şoförlük yapan bölge insanları hedef alınarak öldürülmüştü. Geçtiğimiz hafta da aynı yerde iki köylü gündelik işlerini yapmak üzere köylerine gittikleri sırada öldürüldüler ve daha kanları dahi kurumadan “terörist” oldukları ilan edildi. Benzer olaylar bir dizi Kürt ilinde artış halinde…

Fakat gelişmeler bunlarla da sınırlı kalmıyor. Öyle olaylar yaşanıyor ki, Kürtlere karşı silahlı ve siyasi anlamda ciddi bir yönelişin olacağı kendisini hissettiriyor. Örneğin yaz aylarında ABD’de muhafazakâr Hudson Enstitüsü'nde yapılan bir toplantıda TSK’nin Kuzey Irak’a girebilmesi için bir dizi görüş ortaya atılıyor. Senaryoya göre İstanbul’da kalabalık bir mekâna örneğin Taksim’e çok güçlü bir bombalı saldırı yapılıyor ve nerdeyse 50’ye yakın kişi ölüyor, Ankara’da Anayasa Mahkemesi Başkanı öldürülüyor, bu eylemleri de PKK’nin yaptığı ortaya atılıyor. İşte böyle bir toplantıda TSK’nin de iki tane temsilcisi bulunabiliyor. Ardından Ankara’da içinde yüksek miktarda bomba bulunan bir minibüs merkezi bir noktada sayılabilecek kapalı bir otoparkta kahraman köpeklerin yardımıyla şıp diye bulunuyor ve birkaç saat içinde olayın PKK kaynaklı olduğu açıklanıyor, bombanın tipinden, araç içindeki saç tellerinden ve cep telefonu modellerinden dolayı. Ertesi gün yine Ankara’da bu kez giriş noktasında benzer bir bombalı araç yakalanıyor, PKK’ye ait olduğu iddia edilen bombalı aracın bir devlet kuruluşu olan MKE’ye ait olduğu daha sonradan açıklanıyor. Aynı şekilde Ankara merkezli olup bir alış veriş merkezi girişinde patlatılarak 8 kişinin ölümüne neden olan bombayı da benzer bir gelişme olduğu için burada anmakta yarar var.

Şimdi ise bunlarla paralel bir şekilde Beytüşşebap’ta içinde çoğu silahsız olmak kaydıyla korucuların bulunduğu bir araca saldırı yapılıyor ve 12 kişi hayatını kaybediyor. Saldırıdan hemen sonra tüm basın ve yayın organları ölen 5 yaşındaki çocuğun nasıl öldüğüne ve nerede bulunduğuna dair ayrıntıları da vererek olayı anlatıyor, ancak bir gün sonra çocuğun o araçta hiç bulunmadığı ve sağ olduğu ortaya çıkıyor. Her halde yapılan plana göre çocuğun da o araçta olması gerekiyordu. Yapılan plan diyoruz, çünkü neresinden tutulursa tutulsun saldırının kontrgerilla kaynaklı olduğuna dair belirtiler var. Her şeyden önce, hiçbir araştırma yapılmadan olayın PKK kaynaklı olduğu iddia edilmiştir. Bölgede yüz bin asker operasyon halindeyken bu olayın nasıl gerçekleştirildiği açıklanmamıştır. Çatışmaların şiddetli bir şekilde devam ettiği koşullarda korucuları silahsız yola çıkmaya hangi nedenler itmiştir? Üstüne üstlük bu olay 1992-94 arasında Lice’de görev yapan emekli Albay Erdal Sarızeybek’in terörle mücadele adına askerlere PKK’li kıyafeti giydirilerek operasyon yapıldığı ve Lice ilçesinin bu gerekçeyle her hafta bombalandığı şeklindeki açıklamalarıyla aynı döneme denk gelmiştir. Daha önce Emekli Korgeneral Altay Tokat bölge hakim ve savcılarını “yola getirmek” için kendilerine bombalı saldırılar yaptırdığını itiraf etmişti. Böyle bir durumda olayın “PKK işi” olduğu acelesine ne gerek var? Tabii eklemek gerekir ki bunlardan bağımsız olarak PKK olayla herhangi bir ilgisinin olmadığını bir basın açıklamasıyla duyurmuştur.

Yine aynı şekilde Ankara’dakilere benzer gelişmeler İzmir’de de yaşanmaktadır. PKK’nin olduğu iddia edilen bombalar sağda solda patlamaya ve can almaya başlamıştır. Bunun üzerine de Ankara’da DTP Genel Merkezi silahlı saldırıya uğramıştır. Adeta halka  “Yaşanan olayların sorumluları bunlardır!” mesajı verilmek istenmiştir. Zaten medya artık mesaj verme işini de bir kenara bırakıp DTP’lileri, Genelkurmay başkanını örnek alarak, açıkça hedef göstermektedir. Türkiye’de ne zaman medya bu şekilde hareket etmeye başlasa siyasi cinayetlerde ve linç olaylarında son derece ciddi gelişmeler ortaya çıkar. Bugün de benzer şeyler beklememek için bir neden yok!

Şimdi sormak gerekiyor; her şey geçmişte topyekûn savaş döneminde yaşananlara bu denli benziyorken; emekli askerler terörle savaş adına o dönemde “PKK yaptı” denilen olayları kendilerinin yaptıklarını itiraf ediyorken, nasıl hâlâ bu yalanlara inanabiliyoruz veya tepkisiz kalabiliyoruz? Kalıyoruz çünkü o günden bugüne yaşanan gelişmelere karşı “birlikte mücadelenin” olanakları yaratılmadı. Bugün soyut bir takım birlik tartışmaları yapılmakta ancak “mücadeleyi” görmezden gelen bir tarzda… Artık anlaşılmalıdır ki, bu sistemin Kürt sorununu çözmeye niyeti yok! Öyleyse onun acısını en fazla yaşayanlar başta Kürtler, işçiler emekçiler, gençler, kadınlar ve diğer tüm ezilenler, örgütleri aracılığıyla somut mücadeleye katılmalı ve mücadelenin ilk adımını 2 Mart benzeri bir darbeyle dokunulmazlıkları kaldırılmak istenen DTP’lileri sahiplenmek olmalıdır. Şaibeli olaylara anında müdahale edilmeli ve bunların açığa çıkarılmasına dönük eylemler örgütlenmelidir. Bu mücadele yalnızca işçi, emekçi, ezilen, genç ve kadınların örgütlü kesimini kapsamamalı, aynı zamanda bu büyük denizin örgütsüz kesimleri de mücadeleye dâhil edilmelidir. Bunu için uzun vadede onların güvenini kazanacak talepler benimsenmeli ve gerçekleşmesi için onlarla birlikte de mücadele edilmelidir.

Bu kez süremiz kısıtlı, DTP’lilere yönelik 2 Mart benzeri bir saldırı adım adım tezgâhlanmaktadır, bu durum Kürt sorununun çözümsüzlüğünü derinleştirecek işçi, emekçi, genç ve kadınların çektikleri acıları katmerleştirecektir. Bu kez onlara aldanmamalıyız. Bu kez biz kazanmalıyız!

Yeni 2 Mart’lara karşı barikat oluşturalım!
DTP milletvekillerini kontrgerillaya karşı koruyalım!
Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!