Kargaşa içindeki bir dünyadan dünya devrimine (DEYK Uluslararası Sekretaryası - 28-09-2007)

Dünya kapitalizmi, sınıflar ve devletler arasındaki tüm ilişkileri karmaşıklaştıran, tüm sosyal ekonomik veya siyasi dengeyi bozan ve istikrarın yeniden tesisini şüpheli ve geçici hale getiren çalkantılarla sarsılmaktadır.

Dünya gelişmeleri, mevcut dönemde düzensiz, şiddetli zikzaklarla tanımlanmaktadır.

ABD emperyalizminin Irak’taki çıkmazı ve Irak bataklığından aşamalı olarak geri çekilmeye yönelik Baker–Hamilton raporundaki öneriler Bush ve Cheney’nin saldırgan tırmandırma stratejisiyle birlikte ilave 30.000 birliğin Bağdat’a gönderilmesi şeklinde cevaplanmış, bu tırmandırma amacına ulaşmakta açıkça başarısız olmuştur.

Siyonist İsrail ordusunun 2006 yılında Lübnan’daki yenilgisini, Siyonist rejimin en derin krizi ve rejimin siyasi-manevi çözülüşü takip etmiştir. Ve daha sonra birbirinden kopuk yaşamakta olan sivil Filistin halkına yönelik vahşi saldırılar, apartheid duvarının inşasının hızlandırılması ve Hamas’ı ve Gazze’deki halk direnişini kırmak için Abbas liderliğindeki El Fetih güçlerinin başarısız şekilde seferber edilmesi girişimi aracılığıyla Filistinlilerin ulusal davasını yok etme girişimleri bunu izlemiştir.

Avrupa’da çalkantılı istikrarsızlıklar her şeyden önce kıtanın politik kalbinde, Fransa’da, görülmektedir. 1968 Mayısından sonraki en büyük gençlik hareketi, yani İlk İstihdam Sözleşmesine (CPE) karşı sağcı hükümeti geri adım atmaya zorlayan Şubat-Mart 2006’daki kitlesel seferberliği, “68 Mayısının mirasını sona erdirme” sözü veren sağcı, popülist Sarkozy’nin seçim zaferi izlemiştir.

Bu istikrarsızlık ve sağa ve sola ani dönüşler, tarihi düşüş ve kriz içindeki bir sosyal sistemin, dünya kapitalizminin göstergeleridir. Maddi temelleri, kapitalist sistemin tüm çelişkilerinin birikmesi ve şiddetlenmesi nedeniyle zayıflamaktadır.

Çin ve Rusya’daki kapitalist restorasyon süreciyle bağlantılı olarak finans kapitalin küreselleşmesi, sistemik krizlerden uzak, uzun vadeli bir yolu açmadı, gerçek bir saatli bomba olarak işlev gören ve tüm dünyayı kapsayan bir borç okyanusu yarattı. 1997 Asya çöküşünden sonraki on yılda görülen sayısız balonun bazıları (örn. ABD tarihindeki en büyük konut finansmanı balonu) çoktan patlama sürecindedir. Merkez Bankalarının bankası Uluslararası Ödemeler Bankası yıllık raporunda, “1930’ların Büyük Bunalımına ve 1990’ların Asya krizine yol açan koşulların mevcut çerçevede yansımasını bulduğu” yönünde uyarı yapmaktadır (Daily Telegraph, Londra, 26 Haziran 2007). Hayali sermayenin devasa gelişiminin gösterdiği gibi aşırı birikim, spekülatörler ve burjuva asalaklardan oluşan finansal oligarşisi için bir lütuftan en kötü kâbuslarına dönüşmektedir.

Büyük açıklarla karşı karşıya olan, aşırı borçlu ABD ekonomisiyle küresel sermayenin en önemli birikim merkezi olarak hızla büyüyen Çin’i bağlayan eksen, 2000 yılındaki finansal şoktan sonraki yıllarda iyileşmenin itici gücü olarak çalışırken bugün, Çin borsasında 27 Şubat ve sonrasında 30 Mayıs 2007’de yaşanana benzer çöküşler nedeniyle sarsılmaya başlamıştır.

DEYK’in daha önce belirttiği üzere, 11 Eylül saldırıları bahane edilerek Bush yönetimi tarafından önce Afganistan’a, sonra Irak’a karşı başlatılan ve bugün daha fazla ülkeye yayılma tehdidi bulunan ipliği pazara çıkmış “teröre karşı savaş”, Soğuk Savaş sonrasının kaos dünyasında sistemin küresel krizinden bir çıkış yolu bulma ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. ABD emperyalizmi her şeyden önce, yeni koşullarda ABD’nin şimdiki veya olası rakiplerine karşı dünya üstünlüğünü kurmak amacıyla petrol üreten Ortadoğu ve Orta Asya’nın siyasi haritasını yeniden şekillendirme ihtiyacı duymaktaydı.

Altı yıl sonra bu dünya çapındaki emperyalist savaş kampanyası, acınası bir şekilde başarısızlığa uğramış durumdadır ve hem saldırgan hem de saldırgan olmayan ülkelerde rejim krizlerine yol açarak geri tepmektedir.

{mospagebreak title=2. Teröre karşı emperyalist savaş: büyük bir başarısızlık }

2. Teröre karşı emperyalist savaş: büyük bir başarısızlık

İşgal güçleri tarafından sivil halka yaşatılan büyük acılara, “gönüllü müttefikleri”ne ve paralı özel ordularına rağmen emperyalizm, Bağdat ve Kâbil’deki Yeşil Bölge’nin dışında (hatta içinde) herhangi bir bölgeyi etkili bir şekilde kontrol altında tutamıyor.

Afganistan’da ABD/NATO birliklerinin vahşi faaliyetleri, sadece gerillaların Güneydeki yeni direnişlerini durdurmayı başaramamakla kalmadı, Pakistan’da Müşerref rejimini ve Hint alt kıtasında durumu tamamen istikrarsızlaştırdı.

Irak’ta Bush’un emriyle 30.000 yeni askerin konuşlandırılması yoluyla kaotik durumu ABD lehine çevirmeye yönelik umutsuz girişim herhangi bir sonuca ulaşmamıştır. ABD her zamankinden daha az denetime sahiptir. Yardakçılardan oluşan Maliki hükümeti, sadece ABD tarafından Bağdat’ta korunan bürolarda sözde var olabilmektedir. Kuzey Kürt bölgesi dışında ülkenin büyük bir bölümünde Sünni direnişçiler ve Şii milisler gerçek aktörlerdir. Muazzam askeri taarruza rağmen ABD, (160 bin ABD askeri ve 180 bin ABD özel paralı askeri dışında) Taliban ve Barzani’nin Kürt peşmergelerinin desteğine dayanmak zorundadır. Bu olgunun muazzam yan etkileri bulunmaktadır: Bu, Ankara ile Washington arasında gerginliklere neden olmuştur çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’li Kürt gerillaların üslerine saldırmak amacıyla Kuzey Irak’ta bir saldırıya hazırladığını resmen açıklamaktadır. Bu savaş hazırlıkları, ordunun ılımlı İslamcı Erdoğan hükümetiyle çatışmasından dolayı uzun süredir oluşmakta olan bir rejim krizini hızlandırmıştır. 

ABD’nin Irak’taki emperyalist varlığının dayandığı bir diğer dayanak, Tahran’ın etkisindeki ve temelde laik olan Baasçı Sünni ayaklanmaya karşı bir tampon ve silah olarak kullanılan Şii dini liderliktir. Bu Şii milisler ABD işgal otoritelerine boyun eğmekten uzaktır, birçok kez onlarla silahlı çatışmaya girmiştir; Washington’un Iraklı Şiiler üzerinde Tahran’ın etkisine ihtiyaç duyduğu bir dönemde, ABD Yönetimi ve Pentagon’daki neo-con’lar İran’a karşı askeri bir saldırı yapılması için baskı yapmaktadır. Başkan Yardımcısı Cheney, Bush’un BM eski büyükelçisi John Bolton, dinci sağın, ABD’deki Siyonist Lobinin ve Tel Aviv’deki Siyonist şahinlerin büyük çoğunluğu, nükleer program bahanesiyle İran’a karşı savaşılmasını istemektedir. Aşırı gerici, savaş kışkırtıcısı aynı çevreler Suriye’ye ve Lübnan’da Hizbullah’a karşı yeni savaşlar için çağrı yapmaktadır.   

Çıkmaz, yeni savaşların patlak vermesinin koşullarını biriktirmekte, bölgedeki ve dünyadaki tüm halklara yönelik tehdit oluşturmaktadır. Ama aynı zamanda savaş konusundaki çözümsüzlük Amerika’nın kendisinde siyasi rejim krizlerini derinleştirmektedir. Kitle seferberliklerinde ve Kasım 2006’da gerçekleştirilen ara seçimlerde Cumhuriyetçilerin yaşadığı seçim yenilgisinde görüldüğü üzere kitlelerin savaş karşıtı duygularını alevlendirmektedir. ABD’nin yönetici sınıfı ve devlet içindeki ayrılıkları derinleştirmekte; yürütme, yasama ve yargı arasındaki çatışmaları keskinleştirmekte ve genişletmektedir. Rejim krizinin şiddetlendiği, bizzat mahkemede Başkan’ın kendisi tarafından kınanmasından sonra Libby’nin suç eylemlerinin skandal bir şekilde korunduğu CIA-gate olayında, muhafazakâr süperstarların bir bölümünün (Pearle, Rumsfeld ve Wolfowitz) baskı altında  görevden alınmasında, Yargı ile Adalet Bakanı Gonzalez arasındaki uyuşmazlıkta ortaya çıkmaktadır.

Bu, Vietnam savaşı ve Watergate’ten sonra ABD’de yaşanan en kötü rejim krizidir. 2008 seçimleri ve Demokratların iktidara olası dönüşleri, bu krizi etkisiz hale getiremez çünkü Demokratik Parti’nin uluslararası programı, kılık değiştirmiş bir biçimde (askeri üsler) olsa da Irak’ın işgalinin devam etmesini desteklemekte ve Siyonizm’e desteğini sürdürmektedir. İki emperyalist parti arasında temel bir farklılık bulunmamaktadır. Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa, Rusya ve Çin’deki uluslararası yankıları muazzamdır. Amerika, kapitalist dünya ekonomisinin krizinin merkezi olmakla kalmamakta, siyasi krizinin de merkezi olmaktadır.

{mospagebreak title=3. Bir dönüm noktası olarak Gazze}

3. Bir dönüm noktası olarak Gazze

Dünyadaki kargaşa, bugün patlamaya en çok hazır biçimini Ortadoğu yanardağında bulur. Ortadoğu’daki krizin merkezi meselesi de Filistin sorunudur, yani Filistin halkının topraklarından Siyonizm tarafından işgal ve baskı ile sürülmesi ve Filistinlilerin - tüm mültecilerin evlerine dönüş hakkı dahil - ulusal haklarından mahrum edilmesi.            

Alternatif bir kurtuluş programı öne sürmek üzere bir stratejik çizgi belirlemek için, Filistin’de, tüm bölgede ve uluslarası durumda kesin bir dönüşe işaret eden Gazze’deki son çarpıcı gelişmelere tarihsel bir perspektiften bakmak gerekir. 

Filistin halkı bugüne kadar sürekli yinelenen bir dizi felaketten (Nakba) geçmiştir. Önce 1948’de Siyonist İsrail Devleti’nin kurulması. Sonra 1967’de 6 Gün Savaşları sonucunda Filistin topraklarının işgali tamamlandı. 1987’de halk İntifadasını durdurmak için yüz kızartıcı Oslo ‘barış süreci’ hayata geçirildi; bu da ezilenlere ‘Filistin Özerk Yönetimi’ liderlerinin suç ortaklığı ve ihanetiyle ezenler tarafından dayatılan düzmece bir “konsensüs” ile birbiriyle bağlantısız Filistin “bantustan”larından oluşan düzmece bir “mini-devlet” empoze etmeye çalışan yavaş çekim bir Nakba  idi. Süreç başarısızlığa uğradı ve 2000’de El Aksa İntifadasının patlak vermesiyle sonuçlandı.

Filistin ulusal hareketinin siyasi çelişkileri ve burjuva ulusal sınırları, laik milliyetçi Filistin Özerk Yönetimi önderliğinin yolsuzlukları, Dahlan’ın meşum rolü ve İsrail ve CIA’nın Filistinli ‘güvenlik’ güçlerini yedeğine alması Filistinli kitleleri farklı bir çıkış bulmaya, siyasal İslam ve Hamas’ın ortaya koyduğu, Ocak 2006  seçimlerinde başarı sağlayan alternatife yöneltti. Gazze’deki son olaylar ABD, Avrupa Birliği ve İsrail’in Hamas hükümetini devirmek için işgal altındaki topraklara uyguladığı, tüm halkı açlık, sefalet, her türlü tıbbi ve sosyal hizmetten mahrumiyet ve ölüme mahkûm eden soykırım niteliğindeki ekonomik ambargo ve ablukanın doğrudan sonucudur. Özellikle Gazze umutsuz, işsiz, açlık içinde mülksüz insanlarıyla tam bir açık cezaevine dönüşmüştür.

2006’daki İkinci Lübnan Savaşı dahi bizzat seçimle başa geçmiş Hamas Filistin hükümetini devirmek için yürütülen bir ABD-Siyonizm kampanyasının sonucu olarak başlamıştır; Lübnan Hizbullahı saldırı altındaki Gazze’yi savunmak üzere aktif müdahalede bulunan tek Arap gücü olduğundan, İsrailli generaller İran ve Suriye’ye karşı daha geniş çaplı bir saldırının provası olarak, zaten ellerinde hazır bulunan Hizbullah’ı yok etme planlarını hayata geçirdiler.

Lübnan Savaşı Siyonizm için küçük düşürücü bir askeri-siyasi yenilgiye doğru gidince, iç çözülme krizini de hızlandırdı. Suudilerin bir Hamas-El Fetih ulusal birlik hükümeti oluşturma inisiyatifi en başta İsrail’in inadı yüzünden çöktü. Bush ve Olmert hükümetleri Muhammed Dahlan’ın ABD, Siyonist ve Mısır rejimlerince silahlandırılan ve finanse edilen birliklerini kontra olarak kullanıp Hamas’ı askeri yönden bitirmeye kalkıştılar. Dahlan emperyalist-Siyonist planlı darbeyi hayata geçirmek üzere Mısır’da son hazırlıklarını yaparken, Hamas özsavunma amacıyla bir önleyici karşı saldırı gerçekleştirdi. El Fetih güçleri Hamas milislerince yenildi ve acımasızca Gazze’den sürüldü.

Bir Hamas darbesi yaşandığı, emperyalist, Siyonist ve gerici Arap medyasının yaydığı bir yalandan ibarettir; aslında ABD, İsrail, Mısır, Ürdün ve Abbas’ın eseri darbe yenilmiş ve emperyalizm yara almıştır.

Yaşanan vahşet ve Gazze’nin Abbas’ın kontrolündeki Batı Şeria’dan kanlı bir şekilde ayrılması ABD’li, Siyonist ve AB’li emperyalistlerin yerli işbirlikçileriyle birlikte yürüttükleri korkunç siyasetin yanürünüdür. Alaycı ‘Hamasistan – Fetihistan’ söylemi Filistin ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ulusun adacık parçacıklarına dağılması şekline sokan emperyalist stratejiyi gizlemek içindir.

Bu strateji bugün Hamas-El Fetih çekişmesini hedeflerine ulaşmak için kullanmaya çalışmaktadır. Bush yönetimi, Olmert hükümeti ve AB, Abbas’a ve sahte ‘acil durum hükümetine’ hemen ve tam siyasi, mali ve askeri destek sunarken, diğer yanda kuşatma altındaki Gazze de ya açlıktan ya da yeni bir askeri saldırıyla ölme tehdidi altında. Siyonist bir saldırı karşısında, kuşatma altındaki Gazze’yi savunmak tüm anti-emperyalist ve işçi sınıfı güçlerinin enternasyonal ölçekte birinci önceliğidir.

Yürütülen emperyalist strateji aslında Bush’un ‘yol haritasının’ ve Sharon’un ‘kantonlaştırma planının’ devamıdır. İsrail Başbakanı Olmert tarafından ABD Kongresi’ne Mayıs 2006’da, Lübnan’ın işgalinden hemen önce sunulmuştur. Kurmayı hedeflediği şey ise “üçü Batı Şeria ve Gazze’de dört bağlantısız kantondan oluşan budanmış bir Filistin ‘devletidir’. Duvarla sınırlı ana yerleşim bloklarını genişleterek İsrail ülkenin %85’ine yayılacak, Filistinlileri geri kalan %15’lik toprakta yoksul adacıklara hapsedecektir. Böyle bir ‘iki devletli çözümde’ İsrail sınırların, Filistinlilerin içeride ve dışarıda dolaşımının, ‘Kudüs metropoliten bölgesi’nin, tüm su kaynaklarının, hava sahasının, iletişim sahasının ve hatta Filistin devletinin dış politikasının denetimini elinde tutacaktır.” (Jeff Halper, “İstikamet Apartheid” Media Monitors Network 25/06/2007)

Bu farazi ‘kantonların’ Hamas’ın denetimindeki bölgeye ve Abbas/El Fetih denetimindeki Batı Şeria’ya dağıtılmasıyla, ‘iki devletli çözüm’ bile çökme eğilimine girmiştir. ABD ve İsrail Dışişleri Bakanları Condoleezza Rice ve Tzipi Livni tarafından geliştirilen ve piyasaya sürülen bir B planı var: “ABD’nin tek taraflı olarak, sabit sınırları olmayan, anlamlı bir egemenliği bulunmayan, ekonomisi ayakta kalamayacak ve Duvar, İsrail’in yerleşim bloklarını içeren doğudaki ‘demografik’ sınırı ve yine İsrail’in  doğudaki ‘güvenlik’ sınırı olan Ürdün vadisi arasında sıkışıp kalmış bir ‘geçici’ Filistin devleti ilan etmesi”. (a.g.m.)

Pasifistlerin, Stalinistlerin, STK aktivistlerinin, her türden merkezcinin vb. çok sevdiği ‘iki devletli çözüm’ masalı artık yerle yeksan olmuştur. Mekanik biçimde Güney Afrika deneyimini işleyen bazıları da, yüzlerini ‘tek devletli çözümün’ burjuva bir versiyonuna, mevcut İsrail devletinin ‘demokratikleşerek’ ‘tüm yurttaşları için demokratik bir cumhuriyet’ haline gelmesi ihtimaline çevirmekte. Siyonizmi ‘Siyonizmsizleştirmek’ mümkün değildir; yok etmek gerekir. Krizi ne kadar derinleşirse o kadar militarist ve demokrasiden uzak hale geliyor; sadece Suriye ile İran’ı değil tüm bölgeyi yeni ‘önleyici’ savaşlarla tehdit ettiği gibi, baskı ve zora dayalı ‘tehcir’ planlarını tırmandırarak ‘Filistin sorununun nihai çözümüne’ doğru ilerliyor.

Hamas alternatif bir çözüm sunamaz.  Dini milliyetçilik hem umutsuzluğun hem de burjuva laik milliyetçilikteki çözülmenin ifadesidir. Hamas’ı yok etmeye yönelik emperyalist-Siyonist kampanyaya kararlılıkla karşı çıkarken, başlangıçta FKÖ’nün laik milliyetçiliğine karşı Suudi monarşi ve hatta Mossad tarafından desteklenen Filistin usulü bir sağ kanat Müslüman Kardeşlik’in ulusal ve toplumsal kurtuluşa giden yolu açacağı iddialarını da reddediyoruz. Britanya’daki SWP/IS eğiliminin takındığı tavır, bu eğilimin müslüman burjuvazisine ve Müslüman Kardeşler’in hakim olduğu Britanya Müslümanlar Birliği’nde yer alan seçim müttefiklerine verdikleri oportünist tavizlerin kaba bir dışavurumudur.

Filistin’deki tüm sahte ‘çözümler’ Filistin davası için ölümcül bir çıkmaz sokağı temsil etmekte. Tek çıkışı, DEYK’in stratejik yönelimi ve programı sunmaktadır. ‘İki devlet’ safsatasının çökme momenti potansiyel olarak, parçalanmadan yeni bir devrimci yükselişe geçiş momentidir aynı zamanda.

Ölüm mangalarının Filistin halkını bölmesine ve terörize etmesine izin verilmemelidir; Filistin halkı toparlanmalı, sekter bölünmelere ve parçalanmalara son vermeli, 1987 İntifadasındaki gibi halk komiteleri idaresinde silahlanmalıdır. Duvarı ve tüm apartheid ‘düzenlemelerini’ yıkalım! İsrail birlikleri işgal altındaki topraklardan hemen geri çekilsin ve yerleşim birimleri dağıtılsın ! Filistinlilere ezen ve mülksüzleştiren, İsrailli Yahudileri ise yoksulluğa ve sonu gelmez askeri maceralara mahkûm kılan ortak düşmana karşı Filistin ulusal hareketiyle Yahudi işçi ve yoksullarının ortak mücadelesi için ileri! Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı, tüm Filistinli mültecilerin evlerine dönme hakkı için ileri!

Siyonizmin emperyalizmin bölgedeki kalesi, Filistinliler için imha kampı, Yahudiler için ise ölüm tuzağı, ırkçılığın ve anti-Semitizmin etkili ve zehirli itici gücü olduğu artık iyice belli olmuştur. Etnik temizlik ve savaş aygıtı olan Siyonist devlet yıkılmalı ve yerine – Ortadoğu’nun özgür bir birliktelik içindeki bütün halklarının sosyalist federasyonunu kurma yolunda önemli bir adım olmak üzere - tüm tarihi Filistin bölgesinde demokratik laik ve sosyalist bir cumhuriyet kurulmalıdır.

{mospagebreak title=4. Yeni bir "Soğuk Savaş" mı? }

4. Yeni bir “Soğuk Savaş” mı?

Ortadoğu ve Orta Asya’daki savaş, hep devasa petrol ve gaz rezervlerinin, boru hatlarının ve dağıtım ağının kontrolü, bunun yanı sıra kapitalist restorasyon sürecinde eski Sovyetler bölgesinin, Rusya ve Çin’in kontrolü için stratejik emperyalist düşüncelerle bağlantılı olmuştur. Öyle ki emperyalizmin Irak’ta, Afganistan’da ve Lübnan’da başarısız olması, bu savaşlarda İslamcı İran’ın kaçınılmaz bir güç simsarı olarak ortaya çıkması ve bölgesel hegemonik güç haline gelmesi, Putin liderliğinde Rusya’nın rolünün yeniden canlanması ve devlet aygıtının restorasyonu, Rusya ve Amerika arasındaki gerginliklerin ve yeni bir rekabetin tırmanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu ise bazı yorumcuların yeni bir “Soğuk Savaştan” bahsetmesine yol açmıştır.

Bu yüzeysel nitelendirme, İkinci Dünya Savaşından sonraki sınıf güçlerinin kendine has uluslararası ilişkileri içinde emperyalizm ve Sovyetler Birliği arasındaki karşıtlığı ve dağılmayı ve Stalinizmin çöküşünü,  yani Soğuk Savaş sisteminin tarihsel doğasını göz ardı etmektedir. Putin’in Bonapartizmi, Sovyetler Birliği zamanlarına bir dönüşü ve Sovyetler Birliğinin yeniden doğuşunu temsil etmemektedir; sosyalizme geçişin çarpık bir biçimine dönüş değildir, aksine 1998 Ağustosunda Rusya’nın borçlarını ödeyememesi sırasında Yeltsin’in şok terapisi altında kapitalist restorasyonun ilk aşamasının başarısızlığını ve çöküşünü takiben kapitalizme doğru, dünya piyasalarıyla bütünleşmenin bir başka yoludur. Putin’in rejimi, başta enerji sektörü olmak üzere ekonominin stratejik sektörlerini kısmi olarak yeniden millileştirmek ve bazı endüstrileri yeniden canlandırmak zorundaydı; petrol fiyatlarının 2000-2006 döneminde astronomik ölçüde artmasından faydalanarak ülkenin dış borçlarını geri ödemek, gecikmiş emekli aylıklarını ödemek ve gelecekteki finansal şoklar için  hazırlık amacıyla İstikrar Fonu oluşturdu. Eski KGB, şimdiki FSB denetiminde devletin muazzam büyümesi, uluslararası finans kapitalin dış baskısının ve sosyo-ekonomik yaşamın çökmesinden kaynaklanan iç baskıların ürünüdür. Ancak Sovyet Stalinist yönetim biçimlerinin başka amaçlar için kullanılmasına rağmen, bazı oligarklara vurulan darbeyle birlikte ekonominin stratejik sektörlerinin yarı devletleştirilmesi 1991 öncesindeki Sovyet dönemine bir dönüş anlamına gelmemektedir. Bu amaçlar ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve kapitalist bir çizgide işlemesini sağlamaktır. İstikrar Fonunun önemli hiçbir bölümü, ne altyapının ne de halka yönelik sosyal hizmetlerin yenilenmesi için kullanılmadı. Asıl amaç dünya bankerlerine ödeme yapmak ve küresel finans kapital çevreyle işbirliği yapmaktı. Bir petrol çıkarma ve hammadde ekonomisini güçlü bağlarla uluslararası finans kapitale bağlamak sosyalizme, hatta Putin’in sözde yaptığı gibi ulusal egemenliğe doğru bir yol değildir. Bölgeler arasındaki eşitsizlikler artmaktadır, sadece Federasyonun Moskova çevresindeki Merkez Bölgesi’ndekiler başta olmak üzere elitler ekonomik düzelmeden faydalanmaktadır. Putin’in otoriter rejimi, kitlelerin savaşması ve yenilgiye uğratması gerektiği bir halk düşmanı olmaya devam etmektedir. Bu savaşın, oligarkların veya Kasparov, Yavlinsky vs. etrafındaki kapitalist liberallerin amaçlarıyla ve komplolarıyla ortak hiçbir yanı yoktur. Ayrım çizgisi Putin yandaşları ve karşıtları arasında değildir, kapitalist restorasyon yanlısı veya karşıtı sınıf çizgisidir. İşçilerin ve halk kitlelerinin kapitalist restorasyonun tahribatından ve ülkenin yarı sömürge, Batının hammadde kaynağı ve uluslararası finans kapitalin hizmetkarı haline dönüşmesinden kurtulması, gerçek bir sosyalist program ve uluslararası bir perspektif temelinde devrimci araçlarla restorasyon yanlısı güçleri yenme yolunda işçi sınıfının, gençlerin ve tüm ezilenlerin örgütlenmesine ve seferberliğine bağlıdır. Rusya’nın ve bütün eski Sovyet Bloğu ülkelerinin (Çin de dahil) geleceğine uluslararası arenadaki mücadelede karar verilecektir.

Emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin Putin liderliğinde güçlenen ve dünya politikasında, Ortadoğu’da, Avrupa’da ve Balkanlar’daki rolü yeniden kabul gören Rusya’nın bu gidişine karşı savaş açtığı doğrudur; her şeyden önce Rusya’nın dünya kapitalist pazarının yeniden içine çekilmesinin önündeki belirsizlikler için savaşmaktadır. Emperyalizm Putin’in değil, Rus halkının düşmanıdır. ABD emperyalizminin Avrupa’da, Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirmek istediği yeni balistik füze sisteminin gerçek hedefi onlardır. Amaç Londra’ya, New York veya Washington’a yönelik bir İran füze saldırısını önlemek değildir, eski Sovyet bölgesinin yeniden sömürgeleştirilmesi  ve dünya hegemonyasıdır. Avrupa’daki ve dünyadaki işçi hareketleri ve savaş karşıtı hareketler, yeni balistik füze sisteminin yerleştirilmesine karşı, insanlığı bir kez daha nükleer soykırımla tehdit eden NATO’nun ve tüm askeri üslerinin, tesislerinin kapatılması için mücadele etmek zorundadır.

{mospagebreak title=5. Fransa seçimlerinden sonra Avrupa}

5. Fransa seçimlerinden sonra Avrupa

Avrupa ve onun yaşlanmış, gerilemekte  olan kapitalizmi, dünya kapitalist krizinden ve ABD ile rekabetinden doğan basınçların ve ABD ve Sovyet sonrası restorasyonist Rusya arasında yaşanan yeni çatışmanın odağı haline geldi, Ortadoğu’da yaşanan patlamaların doğrudan etkisi altında kaldı ve yeni kitlesel sınıf kalkışmalarının arenasına dönüştü. 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da AB anayasasının referandumlarda reddedilmesi, Fransa ve Yunanistan’da 2006-2007’de yükselen kitlesel gençlik hareketleri fırtınadan önce çakan şimşeklere benzemektedir.

AB’nin krizi Fransa’da açık bir şekilde görülmektedir. Burjuvazi, seçimi sağın tam bir zaferine dönüştürmek için, tüm Avrupa’da neoliberal politikalara karşı oluşan toplumsal direnci bitirmeye yönelik bir çağrı ile birlikte Fransa işçi sınıfı ve gençliğine yönelik sınıf savaşı programı temelinde aşırı sağ Le Pen’in seçmen tabanını da işin içine çekerek merkez sağ Sarkozy’yi destekledi.

Sarkozy’i iktidara taşıyan yükselişin arkasındaki itici güç ve onun işçi sınıfı karşıtı, gençlik karşıtı, göçmen karşıtı, 68’ Mayıs’ı karşıtı programı, her alanda hızlı bir çöküşle karşı karşıya kalan Avrupa kapitalizminin ve kamu borcu İtalya’yı bile gölgede bırakan  Fransa kapitalizminin krizi ve çöküşüdür.

Sarkozy, Fransa’da ve tüm Avrupa’da işçi haklarına yönelik kapitalist taarruz açısından belirleyici bir dönüm noktasına işaret eden yeni Thatcher olarak kendisini konumlandırıyor. Kitlelerin toplumsal direnişini yenilgiye uğratmak için ilk 6 ay içinde sınıf düşmanı reformlar dizisini hızlandırarak amaçlarına ulaşmayı hedefliyor. Bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Eğer başarısız olursa sonuç Fransa ve Avrupa burjuvazisi için bir felaket olacaktır. Seçim dönemi de dahil olmak üzere Sarkozy’nin küstah ve kibirli tavrı tepkileri de beraberinde getirdi. İki parlamento seçimi arasında KDV’nin %19’dan 25%’e yükseleceğinin duyurulması, Sarkozy’nin sağ kanat iktidar partisine, bir önceki sağcı başbakan Raffarin’e göre, “parlamentoda 60 sandalye kaybettirmiş”, ezici bir seçim zaferini engellemiştir. Her koşulda, Sarkozy’nin iktidara yükselişi yalnızca Fransa’da değil, bütün Avrupa kıtasında sınıfların karşı karşıya gelişinin artacağı bir evreye işaret ediyor.

Yeni bir Thatcher olabilmek için Sarkozy’nin işçi sınıfı ve gençlikle çatışması ve onları yenilgiye uğratması, ayrıca dünya ekonomisinin ana merkezlerinde gelişmekte olan finansal ve ekonomik krizi alt etmesi gerekir. Sarkozy yeni bir Thatcher olamaz. Thatcherizm sermayenin uluslararası neoliberal saldırısının başlangıç noktasıydı, 20. yüzyılın sonunda sendikaları ve işçi sınıfının gücünü yenilgiye uğratmak, Bretton Woods antlaşmasının çöküşünü izleyen dünya çapındaki devrimci dalgayı durdurmak için geliştirilen finans küreselleşmesinin ilk evresiydi. Sarkozy, Thatcher ve Reagan tarafından başlatılan o ilk saldırı döneminin soluğunu yitirmesinden sonra sahneye çıkıyor. Bu soluk tükenmesi ifadesini, bir dizi finansal şokta, neoliberal politikaların sistemin krizine çözüm bulmaktaki başarısızlığında, günümüz dünya ekonomisinin genelleşmiş istikrarsızlığında olduğu gibi politik krizde, kitlesel isyanlarda ve savaşlarda buluyor.

Sarkozy’nin gücü, dağılmakta olan merkez sol Sosyalist Parti’nin, hatta uç solun yarattığı boşluktan geliyor. AB Antlaşması referandumunda “Hayır”ın zaferinde, Paris’in ve öteki büyük kentlerin varoşlarındaki gettolarda çıkan isyanlarda, İlk İstihdam Yasası (CPE) karşıtı harekette ifadesini bulan kitlelerin radikalizasyonu ve sola dönüşe karşılık, siyasi sitemin bütünü sağa dömüş bulunuyor: Sarkozy’nin partisi, Le Pen’in aşırı sağ programını ve seçmenini devraldı; Ségolene Royal’in Sosyalist Partisi sınıf barışı çağrısında bulundu, sağınkinden ayırt edilemeyecek bir liberal program savundu ve sağın “Merkez” kılığına giren Bayrou etrafında toplanan bir kesimine yaklaştı; uç solun çoğunluğu Sosyalist Parti’nin kuyruğuna takıldı ve (Besançenot’nun LCR’si ve Laguiller’nin LO’su dahil) ikinci turda Royal’e oy verilmesi çağrısı yaptı.

Komünist Parti’den LO’ya solun büyük bölümünün seçimde yaşadığı çöküntü, iddia edildiği gibi yalnızca bölünmüşlüğünden, tek bir cumhurbaşkanı adayı vb. çıkaramayışından,  Sosyalist Parti’yi “ehven-i şer” ve Sarkozy’nin saldırısına “direniş hattı” olarak görmesinden kaynaklanmıyordu. Özellikle LO 1995 ve hatta 2002’deki seçim zaferlerinden, bir buçuk milyon oydan sonra, artan ölçüde bir siyasi muhafazakârlık gösterdi, kendisinin ortaya attığı işçi partisi fikrini “erken” diye niteleyerek terk etti, bu tür bir projeyi savunan herkesi ihraç etti, Dördüncü Enternasyonal yolunda her tür çabayı reddetti, ulusal ortama uyarlanmış sendikalist bir rutini dar görüşlü biçimde uygulamayı tercih etti ve önce Fransız Komünist Partisi’nin, sonra da ikinci turda Ségolene Royal’in adaylığının kuyruğuna takıldı.

LCR’nin adayı Olivier Besançenot’nun bağımsız adaylığının göreli başarısı (Komünist Partisi ve LO’yu fersah fersah geride bıraktı Besançenot), LCR’nin kendi içinde güçlü bir eğilimin savunduğu, gelecekte Sosyalist Parti öncülüğünde, Komünist Parti’nin ve küreselleşme karşıtı hareketin büyük bölümünün desteklediği bir yeni “çoğulcu sol” Merkez Sol hükümeti perspektifini destekleme türünden açıkça teslimiyet anlamını taşıyan bir yaklaşımı reddetmesinden kaynaklanıyor. BirSek’in Fransız seksiyonunun güçlü bir azınlığı (Haziran 2006’daki Kongre’de % 59 Besançenot’nun kendi başına seçime girmesi yolunda oy kullanırken % 41 bu azınlığa katıldı), kendi örgütünün bağımsız adayına karşı çıktı. Bunların bazıları (Uluslararası Sosyalizm destekçileri, yani Cliff’çiler ve LCR içindeki başka hareketçi akımlar) tarım sendikacısı, küreselleşme karşıtı hareketçilerin kahramanı, “Fransız gıda sektörünün ulusal egemenliği”ni savunan ve daha baştan ikinci turda Royal’e oy çağıran José Bové’nin adaylığı fikrini savunuyorlardı.

Bu başarısına rağmen Besançenot’nun kendisi de ilk turun akşamında ikinci turda Royal’e oy çağrısında bulundu. Seçim programı ise militan, demokratik bir reformizmin sınırlarının hiçbir biçimde ötesine geçmiyordu.

Daha önce İtalya ve Brezilya’da olduğu gibi, Fransa’daki “radikal sol” da burjuva Merkez Sol sınıf işbirliği hükümetlerine destek veren bir güç haline geliyor veya bu yönde eğilimler gösteriyor. İtalya’da geçmişte sadece Rifondazione Comunista’nın lideri olarak değil, küreselleşme karşıtı hareketin de önderi olarak yüceltilen Berttinotti, partisi ve (aralarında BirSek’in destekçileri de olan) iç platformların büyük çoğunluğu ile birlikte Merkez Sol Prodi hükümetini destekliyor; bu hükümete, Afganistan ve Lübnan’a emperyalist birlikler yollanması söz konusu olduğu aşamalarda bile tekrar tekrar güvenoyu verdi, Rifondazione Comunista’nın içinde BirSek taraftarlarını temsil eden Sinistra Critica (Eleştirel Sol) bu emperyalist hükümete defaralarca “güven” ifade ettikten sonra, nihayet son dönemde mesafelenmeye başladı, ama hâlâ bağımsız bir işçi partisi kurma yönünde harekete geçmiyor. DEYK’in İtalyan seksiyonundaki yoldaşlarımız ise tam tersini yaptılar: Önderleri Marco Ferrando Irak ve Filistin’e ilişkin gözüpek anti-emperyalist bir tavır aldığı için korkunç bir cadı avına maruz bırakıldı; bir bütün olarak yeni bir partinin, Komünist İşçi Partisi’nin (PCL) kuruluşuna giriştiler.

DEYK geçen yıl şöyle bir uyarı yapmıştı: “Kendilerine ‘Avrupa Anti-Kapitalist Solu’ adını veren partilerde bir sağa kayış var. Bunlar Avrupa Birliği’nin sosyal reformistlerini ve yeniden dönüşüme tâbi tutulan Stalinist partilerini bir araya getiren ‘Avrupa Sol Partisi’ ile yakınlaşıyorlar. Kimilerince ‘kitlesel anti-kapitalist partiler’ olarak anılan bu ikinci tür partiler, başlangıçtan itibaren reformist siyasi kökenli güçlerle devrimci bir gelenekten gelen güçleri ortak bir ‘ara’ örgütlenmede birleştirmek gibi bir politik yönelişin içinde oldu. Şimdi Avrupa’daki yeni sınıf kutuplaşması koşullarında, bu tür bir ‘ara’ ortam için fazla bir yer yok; böylelikle, bu yöneliş geçmişte göreli olarak özerk olan bir konumun terk edilmesine, reformizm ile uzlaşılmasına ve burjuva siyasi sitemiyle bütünleşmeye yol açıyor. İtalya’da olduğu gibi bu bazı durumlarda burjuva hükümetlere katılmayı da içeriyor.” (DEYK Uluslararası Yürütme Kurulu Bildirisi, 29 Ağustos-3 Eylül 2006).

DEYK bütün sınıf mücadeleci örgütlerine ve Sol’un emperyalizme, Merkez Sol’a ve sınıf işbirliğine teslimiyetini reddeden bütün militanlarına, ulusalararası durumdaki değişimin ortaya çıkardığı zorlu sorunları tartışma ve günümüzün devrimci görevlerini saptayacak bir Avrupa Konferansı’nı DEYK ile birlikte çalışarak hazırlama çağrısını yapar.

{mospagebreak title=6.Latin Amerika: Bir öndevrimci durum }

6. Latin Amerika: Bir öndevrimci durum

Dünyanın bütün dikkati Ortadoğu’yu ve Orta Asya’yı temellerinden sarsan krizlere ve felâketlere dönmüş durumda iken, Yanki emperyalizminin arka bahçesinde, dünyanın her köşesinde işçi sınıfı ve halk saflarındaki militanların müthiş ilgisini çeken devrimci boyutlarda gelişmeler ortaya çıkıyor. Bir bütün olarak Latin Amerika bir öndevrimci dönemden geçmektedir. Bu gelişmelerin derinleşmesi ABD’nin kendisinde siyasi krizin ve yeni bir halk uyanışının hızlanmasına yol açabilecek bir nitelik taşıyor.

Günümüz dünya krizinde Latin Amerika devrimi temel bir tarihsel süreç karakterini taşıyor.

Öndevrimci bir durumun özellikleri açıkça görülmektedir: Arjantin’de 2001 yılındaki halk isyanı ve günümüzde mücadelelerde yeni bir yükseliş; Bolivya’da sınıflar arasındaki tarihsel ilişkiyi değiştiren, bir rejim krizi ve bir devlet krizi doğuran çeşitli isyanlar ve iki kitlesel ayaklanma; Meksika’da Oaxaca Komünü’nün kurulmasına yol açan halk ayaklanması ve ülke çapında seçim hilelerine karşı seferberlikler; Peru’da başta madencilik bölgeleri olmak üzere tekrar tekrar yaşanan bölgesel halk ayaklanmaları; Venezüella’da kitlelerin 2002 Nisan’ında askeri darbeye ve Aralık 2002-Şubat 2003 arasındaki kapitalist lokavta karşı tarihsel önem taşıyan müdahaleleri. Son olarak, Şili’de önemi giderek artan mücadeleler: eğitim alanındaki gençlik isyanı, büyüyen maden grevleri ve Hırsitiyan Demokrat-Sosyalist partilerin koalisyonunun oluşturduğu siyasi rejimin ve Bachelet hükümetinin nihai biçimde soluğunu yitirmesinin yadsınamaz belirtileri.

90’lı yıllarda Latin Amerika İMF’nin öncülüğünde uluslararası finans kapitalin gözde deneme tahtası olduğundan, buradan çıkan sonuç uluslararası bir önem taşır: kapitalist kriz isyanlara, ayaklanmalara ve devrimci durumlara yol açmaktadır. SSCB’nin çözülmesinden hemen hemen yirmi yıl sonra dünya çapında siyasi krizin ardındaki ana motor hâlâ kapitalist toplum örgütlenmesinin geri döndürülemez tarihsel gerilemesidir.

Bu koşullar çerçevesinde, Latin Amerika tarihinde görülmemiş bir biçimde merkez sol hükümetlerle milliyetçiliğin bir araya geldiği bir siyasi deneyim yaşamaktadır. Geleneksel solun bir bölümü, Brezilya’da PT’nin veya Uruguay’da Frente Amplio’nun (Geniş Cephe) yaptığı gibi merkez sol hükümetler oluşturmuştur. Bir bölümü ise askeri veya “yerlici” milliyetçilikle birleşmiştir: Bolivya’da, Venezüella’da ve (kısmen) Ekvador’da durum budur. Arjantin’de ise Peronizm ile geleneksel solun bir birleşimi söz konusudur. Bu hükümet güçlerinin ezici çoğunluğu aynı rahimde olgunlaşmıştır: yakında yirmi yaşına basacak olan San Paulo Forumu.

Bu deneyimden çıkarılacak genel sonuç yadsınamaz bir nitelik taşıyor: Demokratikleşmeci sol (Latin Amerika’da liberal sola verilen ad), emperyalizm karşısında utanç verici bir tarzda teslimiyet bayrağını çekmiştir. Brezilya’da PT (İşçi Partisi) ve Uruguay’da Frente Amplio hükümete burjuvazi ile bir halk cephesi çerçevesinde bir ittifaka girerek yükseldiler; bütün dünya solu da onları destekledi. Bu solun içinde özellikle uç solun Trotskizm ile folklorik bir ilişkisi olan grupları da vardı. Bir başka ve daha da önemli sonuç şudur: halk cepheleri her zaman devrimci krizlerin ebeliğini yapan “zayıf” hükümetler değildir. Tam tersine, çoğu zaman işçi sınıfı mücadelelerini durdurmak, işçileri demoralize etmek ve halk saflarında bir gerilemeye yol açmak bakımından etkin bir araç olarak ortaya çıkarlar. Bu, özellikle halk cephesi ile mücadele eden bir bağımsız veya devrimci partinin yokluğu dolaysıyla böyledir. Brezilya söz konusu olduğunda Lula hükümeti, iç siyasi işlevinin ötesinde, Venezüella ve Bolivya gibi ülkelerde ortaya çıkan siyasi radikalleşme eğilimlerine karşı sermayenin kullandığı uluslararası bir araç rolünü üstlenmiştir. 17 Ekim 2003’te Kirchner ve Lula tarafından kurulan bir arabulucu komisyon Sanchez de Lozada’nın devrilmesinden sonra anayasal sürekliliği sağlamak üzere Bolivya’nın toplumsal ve siyasal önderliğine müdahale etmiştir; bundan daha önce, 2002 sonlarına doğru, Venezüella’da Lula hükümet ile darbe taraftarı sağ muhalefet arasında arabuluculuk yapmak üzere bir dizi ülkeyi “Venezüella Dostları” grubunda bir araya getirme işini üstlenmişti. Latin Amerika’nın en güçlü proletaryası olan Brezilya proletaryasının geri çekilmesi hem coğrafi olarak hem de radikalleşme açısından kıta çapında kitlelerin siyasi uyanışını kontrol altına almada önemli bir rol üstlenmiştir.

Bu bağlamda Venezüella ve Bolivya deneyimleri Latin Amerika milliyetçiliği temelinde ulusal özerkliği elde etme ve kendisini baskı altındaki kitlelerin tek temsilcisine dönüştürme çabası olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak şimdiye kadar olanlar basit bir şekilde göstermiştir ki Bolivarcı ve Yerli deneyimlerin ikisi de tarihsel olarak Arjantin Peronizm’inin ve Bolivya MNR’sinin kendi zamanlarında temsil ettikleri yada Peru’daki Velazco Alvarado’nın askeri hükümeti’nin 60’larda yaptığının gerisindedir. Venezüella’da Telekomünikasyon ve Enerji sektöründeki kamulaştırmalar tekellere hem sermaye yatırımlarını ve hem de gelecekte elde edecekleri gelirleri kapsayacak şekilde belirlenen piyasa değerleri temelinde tazminat ödemiştir. Her ne kadar Orinico rezervlerinin çıkarılması için uluslar arası petrol tekelleri ile yapılan anlaşmaların detayları henüz bilinmese de Rusya yada Cezayir’deki pazarlıklardan çok farklı olmayacaklardır. Bunlar uluslararası piyasada fiyatların ve hidrokarbonlardan elde edilecek karın çok yükseldiği bugünlerde sömürü için yapılan stratejik uzlaşmalardır. Bolivya özelinde petrol şirketleri ile yapılan ortaklıklar henüz tamamlanmadı ancak tekellerin rezervlerin önemli bir kısmını kendi mülkiyetlerini alma ve hatta ilerde yapılan anlaşmaları gözden geçirme hakkı bulunuyor. Venezüella’da yoksullaştırılmış çoğunluğun gelirlerinde büyük artış sağlayacak bir plan uygulanıyor, ancak bu sermayenin aleyhine ya da sermaye ile emek arasındaki ilişkilerin değiştirilmesinin bir sonucu olarak değil devasa vergi gelirleri sayesinde gerçekleştiriliyor. Ancak vergi gelirlerine bu derece bel bağlamak Bolivarcı süreçte baş edilemeyecek çelişkilere yol açıyor: Enflasyonda, sonunda sosyal mekanizmanın dağılmasına yol açabilecek biçimde sürekli bir artışa ve –hem sivil hem askeri- Chavista bürokrasi içinde büyük bir yolsuzluğa neden oluyor. Bu arada işyerinde sermayenin emek üzerindeki diktatörlüğü tartışmasız devam ediyor.

Bolivya, Venezüella ve Ekvador’da devam eden durumlar incelendiğinde Brezilya ve Uruguay halk cephesi deneyimleri ile bir açıdan ilişkili oldukları görülür: Bu ülkelerde de milliyetçi tarzı benimseyen hükümetler kitlelerin devrimci eğilimlerini engelleme ve işçi sınıfının gerilemesi pahasına siyasi istikrar sağlama yeteneğine sahiptir. Chavez’in onaylandığı referandumdan bu yana son iki yıldır Venezüella’da ve Kurucu Meclis’in göreve başlamasından bu yana Bolivya’da olan budur.

Bütün milliyetçi hareketler, tarihsel olarak ilk ortaya çıktıklarında, kitleleri, örgütlerini kontrol etmek yoluyla tek başlarına temsil etmek için tüm çabalarını sarf ederler. Venezüella’da UNT’yi devlet kontrolüne alma girişimleri ve devleti tek bir parti ile yönetme çabaları bunu göstermektedir. DEYK olarak bizim belirttiğimiz sömürülen sınıfların yüz yüze olduğu işte asıl problemin bu olduğu ve UNT’nin tam bağımsızlığı temelinde bir an önce özgür seçimler gerçekleştirilerek sınıfın liderliğinin oluşturulmasının savunulması gerektiğidir. Tek parti konusunda ise bunun kitleleri disiplin altına almak amacını taşıdığını ve sosyalistlerin kendi partilerini kurmaları gerektiğini söylüyoruz. Bir parti ve kendi yayın aracı ile tek parti’ye girmek içeriden sosyalist politik farklılaşmayı geliştirme noktasında anlamlı olabilir. Ancak CMI (Committee for a Marxist International, Alan Woods-Militant eğilimi) ve UIT (Arjantin MST’sinin dahil olduğu) tek parti’ye ulusal politikanın ve hükümetin destekçisi olarak, geçen yüzyılın 20’li yıllarında Çin Kuomintang’ında yaşanan hastalıklı Stalinist politikaları tekrarlayarak girmeyi tercih ettiler. Bu ekipler tarafından yayınlanan, “Sürekli Devrim”in Chavez ve Venezüella silahlı kuvvetleri liderliğinde gerçekleştirileceğini savunan yazılar ise insan zekâsına yapılan bir hakarettir.

DEYK, yeni uluslararası finansal krizlerin doğacağı ve ister IMF yanlısı ister milliyetçi mevcut merkez-sol süreçlerin aşılamaz çelişkilerle malul olduğu anlayışıyla yeni çalkantılara ve halk hareketlerinin radikalleşmesine hazırlanılması , devrimci işçi partilerinin inşası ve bıkmadan işçi sınıfının ve köylülüğün örgütlerinin kurulması ve bunların bağımsızlığının sağlanması için çalışılmasını savunuyor. Emperyalizmin günümüzdeki öndevrimci aşamayı engellemek için bu denli çaba harcadığı bu günlerde DEYK olarak tüm Latin Amerika deneyimi ışığında ulusal hareketlerin halkı emperyalizmin bu komplolarına karşı koruyacağına birazcık dahi güvenilmemesi gerektiği konusunda uyarıyoruz. Bunlara karşı duyulan kararlı bir güvensizlik kitlelerin anti-emperyalist enerjilerini ve inisiyatiflerini serbest bırakacak ve Emperyalizmin sürekli komplolarını bertaraf etmek için silahlanmalarını sağlayacak tek şeydir.

Yalnızca Latin Amerika devriminin derinleşmesi Küba’nın içinde bulunduğu sosyal çıkmazdan kurtulmasını sağlayabilir. Küba Devrimi’nin bütün deneyimi, şeker şirketlerinin tasfiyesinden aşırı zorlanmış hasatlara, Rusya bürokrasisine mekanik ve ekonomik boyun eğmeden doların yasallaştırılmasına kadar yönetici bürokrasinin başarısız denemelerinin bir toplamıdır. Küba’da sosyal farklılaşma bir azınlık (bürokrasi içerisinde) kendi sosyal problemlerini çözerken büyük bir çoğunluğun devasa yoksunluk çekmesinden ötürü artışta. Bu sosyal farklılıklar restorasyonist girişimlere destek veriyor. Kirchner yada Lula’nın verdiği destekle emperyalizme ya da restorasyona karşı koruma sağlanamaz. Ne de pratik olarak petrol fiyatlarını ucuzlatmaktan başka hiçbir somutluğu olmayan ALBA sağlayabilir bunu. Venezüella’nın MERCOSUR ile yaptığı uzlaşma büyük iş anlaşmalarının (Arjantin’in borcunun satın alınması) artmasına ancak ulusal bağımsızlığın kaybedilmesine yol açtı ve bugün tam bir krize doğru gidiyor. Küba’nın emperyalizme karşı korunması ve devrimci sosyalizm girişimleri Latin Amerika’nın işçi ve köylüleri ile yapılacak ittifaka bağlıdır.

{mospagebreak title=7.Sonuç }

7. Sonuç

Venezüella’dan Latin Amerika, Filistin ve Ortadoğu’ya, Fransa ve Avrupa’dan Orta Asya, Rusya ve Çin’e kadar günümüz dünyasındaki kargaşa, Stalinizmin ve Sovyetler Birliğinin çöküşünün doğrudan etkilerinin hüküm sürdüğü önceki dönemden, 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın ilk yıllarında dünyada sosyal ve ulusal mücadelelerin yükselmesi yoluyla, sosyal güçlerin tüm dünyada ciddi tarihi çatışmalara doğru yükselecek kutuplaşmasına yönelik bir dönüşüme işaret etmektedir.

Dünya devriminin ilk adımını oluşturan Ekim Devriminin 90. yıldönümünde,  Lenin, Trotskiy ve Bolşeviklerin vurguladığı gibi dünya, sosyalist dünya devriminin yeni bir aşamasına ayak basmıştır. Bu yeni dalgayı zafere ulaştırmak, 1917’de dünya emperyalizminin en zayıf halkasında, Rusya’da başlatılan devrimci dönüşüm çalışmasını tamamlamak için işçilerin devrimci Enternasyonaline, yani yeniden kurulmuş Dördüncü Enternasyonal’e, her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.       

DEYK Uluslararası Sekretaryası – İstanbul, 18-25 Haziran 2007