İzmir DİP Girişimi Ekim Devrimi'nin Yıldönümünde Alandaydı! (12-11-2008)

Değerli basın emekçileri, işçi ve emekçi kardeşlerimiz.

Bizler Devrimci İşçi Partisi Girişimi Militanları olarak, son zamanlarda yazılı ve görsel basında ön plana çıkan tartışma konularından birine açıklık getirmek amacıyla buraya toplanmış bulunmaktayız..

 Özellikle son ekonomik krizle alevlenen bir tartışmanın tarafıyız. Ve taraf olmanın bize görev ve sorumluluğumuzu yerine getirmek için bu tartışmaya müdahale etmek istedik. Tartışmanın özü, can alıcı sorusu şudur:

 "Marks haklı mıydı, haksız mıydı?"

 Bu tartışmaya kendini devrimci Marksist olarak tanımlayan bizlerin vereceği en doğal cevap:

 "Marks, elbette ki haklıydı." olacaktır.

 Fakat bu cevap sadece bir belirlenimindir. Ve sözü söyleyenin konumunun belirlenmesi dışında hiçbir yararı, tartışmaya getirdiği hiçbir katkısı yoktur. Bu yüzden Marksın haklı olduğunu kanıtlamak göreviyle karşı karşıyayız. Bu kanıtlar her ne kadar günümüzde var olsa da tarihte kısa bir yolculuk yapmamız gerekmektedir.

Bundan 150 yıl önce Uluslar arası işçi birliğinin programı yazıldı ve yayınlandı. Bu programın adı Komünist Parti Manifestosu'ydu. Avrupa'da bir hayaletin dolaştığından bahsederek başlayan bu metinin yazarları Friedrich Engels ve Karl Marks adında iki devrimciydi. Engels ve Marks yaşadıkları toplumu anlamaya ve algılamaya çalışıyorlardı. Klasik Alman İdeolojisini eleştiren yapıtında Marks çeşitli tezler öne sürüyordu. Öne sürdüğü tezlerin 11. sinde şunları söylüyordu.

 "bugüne kadarki filozoflar dünyayı anlamaya çalıştılar. Aslolan  onu değiştirmektir"

 Marks, kendisinin de bir parçası olduğu Dünyayı değiştirmek üzere yola çıkmış her mantıklı insanın yapması gereken şeyi yaparak önce onu anlamaya çalıştı. Toplumlar hareket halindeydi. Sürekli bir değişim ve dönüşüm içindeydi. Bu değişim ve dönüşümün belirli yasaları vardı. Bu hareket yasarlının ne olduğunu, toplumları iten ya da çeken güçlerin neler olduğunu araştıran Marks, çalışmalarının sonucu şöyle özetliyordu Komünist Manifesto'nun giriş cümlesinde.

 "Bugüne kadarki toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir"

 Tarihte yolculuk yapan her insan toplumların birbirleriyle ve kendi içinde bir mücadele halinde olduğunu görür. Bunu görmek için illa tarihin tozlu sayfalarında yolculuk yapmaya gerek de yoktur aslında. Günümüzün dünyasına bakan her birey aynı gerçeklikle karşılaşır. İnsan topluluklarının sürekli mücadele etmesini gerektiren sebebin ne olduğunu araştıran Marks, daha önceki bir çok araştırmacının etrafından dolandığı bir gerçeklikle karşılaşır. İnsan topluluklarının bir bölümünün diğer bir bölümü üzerinde baskı, zor ve şiddet aygıtlarını da kullanarak tahakküm altına aldığını, toplumun bir bölümünün başka bir bölümünü sömürdüğünü görür. Bu bazen açık ve nettir. Köleci toplum olarak karşımıza çıkar. Bu sömürü bazen biraz daha kapalıdır. İsmi Feodalizm olur, Kapitalizm olur.

İnsan topluluklarının tarihi, sömürü ve o sömürüye karşı çıkmak ekseninde hareket eder.

 Marks, bir kölenin sömürüldüğünü okuyucularına kolaylıkla anlatır. Okuyucunun okuma yazma bilgisi dışında sıradan bir bilgi dağarcığı varsa eğer bir kölenin sömürülmediğini iddia etmez zaten. Fakat iş tarih yolculuğunu sürdüren bir birey için bir süre sonra zorlaşacak, içinde yaşadığımız kapitalist düzene gelindiğinde ise iyice karmaşık hale gelecektir.

Mantık bir kölenin sömürüldüğünü fazla bir ispata gerek duymadan kabul edebilir. Çünkü orada açık ve net görülen bir sömürü vardır. Köle çalışmaz ise köle sahibi ya da onun silahlı beslemeleri köleye çalışması için zor ve şiddet kullanacaktır.

Kapitalist sistemde ise üretim alanında gözle görülebilen bir şiddetten bahsetmek mümkün değildir. Ve keza gözle görülebilen somut bir sömürüden de bahsetmek zorlaşır.

İşte tarihin akışında tam da bu nokta da Marks insan topluluklarının imdadına yetişir. Ve sömürüyü somut olarak ispatlar.

İşçi yaşayabilmek için çalışmak zorundadır. Emeğini bir değer olarak pazara sunar.

Patron para kazanmak için parasını işletmek zorundadır. O da parasını bir değer olarak pazara sunar. İşçi yaşayabileceği koşulları sağlayabilmek için emeğini değerinde satmak ister. Patron ise parasına para katabilmek için işçiye emeğin değerinin altında para vermek ister. Bu istekler eşit koşullarda karşılaştırıldığında ortada bir sorun yok gibidir. Karşılıklı iki taraf koşullarını belirterek bir anlaşma yaparlar. Fakat atlanmaması gereken şudur. Anlaşmalar eşit güçlerle yapılır. Bahsi geçen durumda güçler eşit değildir. İşçinin boşa geçirecek zamanı yoktur. Yaşayabilmesi için çalışması gerekmektedir. Patron ise yaşayabilmek için iş yapmamaktadır. Elindeki sermaye gücüyle zaten yaşayabilmektedir. Sadece daha rahat yaşayabilmek için parasını değerlendirmek zorundadır. Dolayısıyla sermaye işçiyi boyunduruk altına alır. İşçiye sadece ölmemesine yetecek kadar değer yani para verir. İşçi de ölümle yaşam arasındaki bu tercihini yaşamdan yana kullanırken sermayenin boyunduruğunu kabul etmek zorunda kalır. İşçiyi sömürü altına alan patronların kötü kişilikler olması değil, sermayenin karakterine içkin bir şeydir. Kapitalizm koşullarında piyasada iş yapan her sermaye sahibi bir tercih yapmak zorundadır.

Ya çalıştırdığı işçinin ürettiğinin bir kısmına el koyarak ayakta kalacaktır. Ya da sermayesi yok olacaktır.

 Bu kaotik ilişkiden örülmüş toplumda kaotik olmak durundadır. Çeşitli iktisatçıların savunusu insanlık için en mükemmel sistemin kapitalist sistem olduğu yolundadır. Rekabet olmazsa toplumsal ilerleme olmaz savunusunun yanı sıra para kazanan işletmelerin yani kar eden işletmelerin daha fazla insana iş imkanı sunacağını ve bunun da insanları daha iyi yaşatacak zemin hazırlayacağının öne sürmüşlerdir.

Çelişki burada yatmaktadır. Karına kar katan şirketlerin daha fazla işçiye ihtiyaç duydukları doğrudur. Bu da işsizliği görece azaltan bir süreçtir. Görece azaltır çünkü, bir işletme bir sektörde daha fazla işçi çalıştıracak kadar iş imkanı yaratıyorsa bu demektir ki o sektördeki başka işletmeler kapanıyor ve işsizlik görece artıyor. Aslında gerçekte baktığımızda işsizlik azalmıyor.

Zaten sermaye sahipleri de işsizliğin tamamen bitmesini istemezler. Çünkü işsiz kitleler çalışan işçilerin sırtında bir kırbaçtır. İşçiye sürekli hatırlatılır kapının nerede olduğu. Çünkü dışarıda içeri girmek isteyen işsizler var olduğu müddetçe işçi sesini çıkarmayacaktır.

 Kapitalist sistemin rekabet yasası kaotik bir ortam yaratır demiştik. Üretim sürecinin bir aşamasında henüz Pazar mala ihtiyaç duyarken kapitalistler arasında büyük sorunlar olmaz. Her sermayedar ürettiği ürünü pazarda satabildiği müddetçe bir sorun yoktur. Karlar düzenlidir. Görece istikrar vardır. Aynen son 30 yıldır dünya üzeride olduğu gibi. Ancak ne zaman ki üretilen mallar pazarda satın alınabilecek sayının üzerine çıkar işte o zaman anlaşmazlıklar, çatışmalar başlar. Malı satılmayan patron işçi çıkartmaya başlar. Bu durum pazarın satın alma gücünü daha da zayıflatır. Bu durum krizi daha da derinleştirir. Kriz küçükse ekonomik çöküntüyle sonuçlanır ve sistem tekrar işlemeye başlar. Kriz eğer geniş bir alanı kapsıyorsa kaçınılmaz olarak savaşlara yol açar. Hatta 1929 bunalımında olduğu gibi bir dünya savaşına bile yol açabilir.

Kapitalizmin tarihine baktığımızda sürekli çıkış ve inişler görürüz. Şu an içine girmekte olduğumuz, popüler adıyla global kriz diye bilinen ekonomik kriz de kapitalizmin kendine has sonuçlarından biridir. Kimileri sorunu beceriksiz yöneticilerde arıyor. Dünyanın en iyi eğitimini almış binlerce yöneticinin bu krizi öngörememiş olması düşünülemez. Kaldı ki gündemi takip edenler bilirler, en azından biz Marksistler böyle bir yıkıma sürüklendiğimizi kapitalizmin ergenlik çağlarından beridir yazıyoruz. Sorun iyi yönetememek sorunu değildir. Sorun kurgu sorunudur. Dünya sistemi bugün için insanın ihtiyaçlarına göre değil sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olduğundan bu türlü krizleri yaşamak kaçınılmazdır.

 Kriz demek çıkış arayışı demektir. Patronlar krizden çıkışı, kendi çıkarlarına uygun yollarla çözmeye çalışıyorlar. İşletmeler bazında bütün fatura işçilere kesiliyor. Maaşlar azaltılıyor, ücretsiz izinler veriliyor, işten çıkarmalar yaşanıyor. Bununla yetinmeyen patronlar işçilerin yasal olarak kazanılmış haklarını da tırpanlamaya çalışırlar. Buna karşı çıkmaya çalışan işçiler haklarını koruma mücadelelerini yükselttikçe patronların baskı aygıtı olan devlet daha da despotlaşır. Sonuç faşist bir yönetime kadar uzanır. Böylesi bir durum beyinsel bir kurgu değil tamamen yaşanan gerçekliktir. 1930'lu yıllar Avrupa'sına baktığımızda Hitler, Musollini ve Franko yönetimleri, burjuvazinin işçi sınıfını dizginleme çabasının sonucu olarak doğmuştur.

 Fakat olumsuz bu örneklere bakarak karamsarlığa kapılmaya gerek yoktur. Benzer bir kriz, bundan 91 yıl önce, 7 Kasım 1917 yılında yaşadığımız topraklara komşu bir coğrafyada, Rusya'da farklı bir yol izledi. Rusya 1. paylaşım savaşında İngiltere ve Fransa'nın yanında Almanlara karşı savaşa girişmişti. 1914 yılında başlayan savaş, yıllar geçmesine rağmen bir türlü bitmek bilmiyordu. Rusya işçi, emekçi ve köylüleri, savaş alanında canlarından oluyor, cephe gerisindeyse açlıktan kırılıyordu. O dönemde Çarlık rejimi altında yaşayan Rusya halkları, savaşı devam ettiren çarı tahtından deviriyordu 1917 yılının şubat ayında. Çarı devirmişlerdi devirmelerine. Fakat iktidarın büyük ortağı patronlar partisi olan Kadetler işçi ve emekçilere nefes aldırmak taraftarı değildi. Savaşı bitirmeye hiç niyeti yoktu. Savaşı istemeyen ve demokratik bir yönetim oluşturulmasını isteyen işçilere ve onların görece önderi olan partilerine, Bolşevik partiye acımasızca saldırdı. Bunun üzerine örgütlü işçiler, askerler ve köylüler burjuva hükümetini devirerek yerine bir işçi iktidarı kurmuştu. Bu çıkış işçilerin çıkışıydı. İşçi sınıfı tarih sahnesinde ikinci defa yerini alıyordu. İlki 1871 Paris Komünü idi ve 72 gün dayanabilmişti. Bu ikinci zafer 70 yıl dayanabilecekti. 70 yıl sonunda yıkılan sistemin sosyalizm olduğunu sanan bir çok sosyalist akımın yaptığı yanlış yorumu kapitalist tarihçi ve iktisatçılar bilinçli olarak yapıyorlardı. Onlara göre Marks ve onun devamcıları yanılmıştı. Marks kapitalist sistemin kaos toplumu olduğunu ve sürekli krizlere gireceğini, bu krizler döneminde kendi pratiğinden öğrenen işçi sınıfı tarafından tarihin çöplüğüne atılacağını söylüyordu. 1991 yılında onların gördüğü sosyalizm deneyiminin imkansızlığı, kapitalizmin kaçınılmazlığıydı. Oysa yıkılanın sosyalizm olmadığını, yozlaşmış yönetimler olduğunu, Marksizmin çarpıtılmış yorumu olan Stalinizm olduğunu kabul etmek istemiyorlardı.

Mevsimler gibi kaçınılmaz olan küreselleşmeyle birlikte kapitalizmin zaferini, son ve kesin olarak kanıtladığını savunuyorlardı.

Fakat, sevinçleri uzun sürmedi. Fazla değil, 1991 yılından on yıl sonra dünya ekonomisi bir darboğaza girdi. 2001 krizi dünyayı derinden etkilediyse de 2009 yılında dünyamızı ziyaret edecek olan depresyonla karşılaştırıldığında, büyük bir kasırganın yanında kelebeğin kanadından çıkan bir esinti olarak kalır.

Gözleri vardır görürler, kulakları vardır duyarlar. Ağızları vardır söylemezler

Şimdi kimileri çıkmış derinlemesine içine girdiğimiz bu krizin bizi etkilemeyeceğini, teğet geçeceğini söylemekte. Telaş etmememiz gerektiğini dile getirmektedir. Bize bir şey olmazmış. Aslında haksızda değil onlara bir şey olmaz. Olan işçilere - emekçilere oluyor. Daha şimdiden binlerce işçi fabrika önlerine konmaya başlandı bile. Bu krizin faturasını bize ödetmeye çalışıyorlar. Karlarına kar katarken bizi düşünmeyenler, iş zarar etmeye gelince "aynı gemideyiz" edebiyatına başvuruyorlar. Kurtuluşun beraber olduğunu söylüyorlar.

Marks, "işçi sınıfının kurtuluşu bütün insanlığın kurtuluşudur" demişti. İçine girmekte olduğumuz bu kriz döneminde Marks'ın haklılığını savunanların sayısı maalesef çok azdır. Bugün alanlarda bir avuç olmak moralimizi bozmuyor. Çünkü biliyoruz ki biz doğru taraftayız. Çalışanın, üretenin yanındayız. Bu kriz, işsizliği artıracak, kazanılmış haklara saldırılar artarak devam edecektir. Kriz derinleştikçe sokaklar haklarını arayan işçi ve emekçilerle dolup taşınca Marks'ın haklılığı bir kez daha ortaya çıkacaktır. Bu saldırıya tepki gösterecek işçi ve emekçi kitleler büyük ekim devrimini yaratan sınıf kardeşlerinin izinden giderek kapitalist sistemi baş aşağı getirebilir. Bu barbarlık sistemini tarihin çöplüğüne savurup eşit ve özgür insanların yaşadığı, kimsenin kimseyi sömürmediği, sınıfların ve sınırların olmadığı, bütün dünya halklarının kardeşçe ve bir arada yaşadığı bir dünyayı kurma yolunda ilerleyebilirler.

Ve yine Marks'tan bir alıntıyla bitirelim:

"Dünyanın bütün işçileri birleşin!"  

Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi!