İstanbul Bienali’nde devrim! (Can Ilgın - 11-09-2009)

11. İstanbul Bienali'nin ironileri sayılmakla bitmez. Ama yukarıda anlattığımız çelişki, herhalde bunların en çarpıcılarından biri. Son 25-30 yıldır, önce Batı'da sonra da dünyanın geri kalanıyla birlikte Türkiye'de, sanat büyük sermayenin ve piyasanın tahakkümüne gireli beri, sponsorluk sanat etkinliğinin ve sanatçının tek nefes borusu, tek can simidi haline geleli beri, en azından Türkiye'de, ama muhtemelen dünyada da, sponsorluk silahının bu kadar sahibine döndüğü az görülmüştür. Mustafa Koç, basın toplantısında Koç Topluluğunun bol bol reklâmını yaparken çocukları ve gençleri sanata yakınlaştırmak için de büyük çaba gösterdiklerini söylüyor ve ekliyordu: Üniversite öğrencileri Bienal'i bu yıl da parasız izleyebilecekler. Koç Holding muhtemelen şöyle düşünüyordu: geleceği kazanmak için gençliğin kalbini kazanmak gerekir. Bienal gibi, dünyanın dört bir yanından sanatçıların katıldığı, en gözde sanatsal üslupların sergilendiği baş döndürücü bir ortama taşralı ya da emekçi ailelerin çocukları bile parasız girdiğinde Koç'a müteşekkir olacaklardır. Gelecek için ne sağlam bir yatırım! Oysa şimdi, uzun yıllardır politikadan, dünyayı sorgulamaktan, dünyayı değiştirme dürtüsünden uzak kalmış öğrenci kitlesi, Bienal'de Brechtvari bir dünya görüşüyle çalışan sanatçılarından sorgulamayı, var olan düzenden tiksinmeyi, dünyayı değiştirme arzusunu öğrenecek. En beklenmedik yerden bir darbe! İşte ironi!

WHW: taptaze bir soluk!

Öteki büyük ironi, bütün bienaller gibi İstanbul bienalinin işlevleriyle ilgili. Bienaller, bir kenti uluslararası "sosyete"nin gündemine sokmayı ve daha genel olarak pazarlamayı, ülke aydınlarının dünya aydınlarının "krema"sıyla iç içe girmesini sağlayarak onları "küreselleşme" ideolojisinin bir parçası haline getirmeyi, ülke sanatını uluslararası piyasaya tanıtarak sanatın metalaştırılmasını kışkırtmayı, dönemin modasına uygun olan muhalefet alanlarına ve dozuna prim vererek aydınların eleştirelliğini massetmeyi, kısacası sanat etkinliklerini bir pazar yerine çevirmeyi amaçlayan şenliklerdir. İstanbul Bienali de 10 bienalin düzenlendiği yaklaşık 20 yıl boyunca tam da bunu yaşamıştır. Yanlış anlaşılmasın, kurumdan söz ediyorum. Ne tek tek Bienal çalışanlarından, ne de, daha da önemlisi, Bienal'de çalışmalarını sergileyen sanatçıların tamamından. Sonuç olarak, Mozart'ı ve Haydn'ı sarayın desteği olanaklı kılmadı mı? Picasso'yu modernist sanat piyasası ayakta tutmadı mı? Bob Dylan, Bruce Springsteen, Leonard Cohen, Pink Floyd, Jacques Brel, Léo Ferré ya da Türkiye'de, ne bileyim, Ferhat Tunç ya da Şiwan Perver müzik piyasasının hücrelerinde büyümedi mi? Yılmaz Güney Yeşilçam'ın ürünü değil mi?

Bienallerde eleştirelliğie, muhalifliğe bile yer vardır. 10. Bienal'in Çinli küratörü Hu Han Ru'nun  politik olarak eleştirel bir perspektif getirdiği o dönemde çok söylenmişti. Oysa Hu "Küresel Savaş Çağında İyimserlik" gibi, daha başlığından itibaren, emperyalist kapitalizmin dünyayı sürüklemekte olduğu felâketleri bir Ali Kırca tavrıyla normalleştirmeye yatkın bir konsept üzerinde kuruluydu. Neden iyimserlik? Bir şey mi yapıyorsunuz ki? Gerçeğin yüzüne bakmayı bilmeyenler muhalif politika yapamazlar, olsa olsa hakim düzenin sol römorkları olurlar. Bienallerin eleştirelliği de terbiyeli çocukların "comme il faut" arkadaşlar arasında söyleyebileceği nazik eleştiriler düzeyinde olur hep. Yanlış anlaşılmasın. Tracy Amin gibi ağzını cinsel hayatının en ince ayrıntılarına kadar anlatan, en önemli eserlerinden biri dağınık bir yatak olan çok "put kırıcı"ya yer vardır bienallerin dünyasında. Terbiyeli olmka gereken konu, her şeyin arkasında yatan iktidar odağıdır. Sermayeye dokunulmaz.

Bu büyü bu yılki Bienal'de bozuldu. 11. Bienal'in küratörü olan What, How, for Whom? (Ne, Nasıl, Kim İçin?) adını taşıyan, dört Hırvat kadından oluşan, kısa adıyla WHW kolektifi, bambaşka bir soluk getiriyor İstanbul Bienali'ne. WHW, 11. Bienal'in konseptini geçtiğimiz bahar aylarında açıkladığında sanat dünyası ilk sarsıntıyı yaşamıştı. WHW, Bienal'e tema olarak, büyük Marksist oyun yazarı, tiyatro teorisyeni ve şair Bertolt Brecht'in 1928'de, yani bir başka büyük krizin eşiğinde yazmış olduğu Üç Kuruşluk Opera'dan bir şarkının başlığını benimsiyorlardı: "İnsan neyle yaşar?" Böylece, ekonomi ve sınıf sorunları birdenbire gelip İstanbul Bienali'nin merkezine oturuyordu. Öyle yumuşak tarzda falan da değil. Brecht bu oyunda bir karakterine sordurur: "Banka kurmanın yanında banka soymak da nedir?" (Bir parantezin yeridir. Ana afişlerinden biri bu cümleden oluşan bir bienalin basın toplantısında Mustafa Koç, bütün Koç Topluluğu şirketlerinin bienale katkısından söz ederken ilk sırada Yapı Kredi Bankası'nı sayıyordu! Tarihin istihzası!)

Ama açılış basın toplantısında WHW yalnızca görüşlerinde ısrarlı olduğunu, yanıbaşlarında Türkiye'nin bir numaralı kapitalistinin oturuyor olmasının kendilerini hiç de ürkütmediğini ve yumuşatmadığını göstermekle kalmadı, iyice ileri gitti. Bu bağlamda, bu yazının başında küratörlerden yaptığımız alıntı, "tarihin sonu" çağının sonunda bile olsa, komünizme adıyla sanıyla, ismiyle cismiyle sahip çıkması bakımından çarpıcıdır!

WHW'nun basın toplantısındaki konuşmalarını nasıl bitirdiklerini de bilmek gerekiyor. Şöyle:

1915'te Rosa Luxemburg şöyle diyordu: "Bugün kendimizi...şu korkunç denklem karşısında buluyoruz: Ya emperyalizmin zaferi ve her tür kültürün imhası ve, kadim Roma'da olduğu gibi, nüfusun azalması, çöküntü, yozlaşma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; veya sosyalizmin zaferi." Bugün bu ikilem ("ya sosyalizm, ya barbarlık") her zamankinden daha gerçekken ve dünyanın geleceği dilencileşmiş savaş bölgeleri ile zengin bölgelerin istikrarlı faşistoid sistemleri arasında bölünmüş gibi görünürken, görevimiz budur.

Görevi, WHW bir cümle önce tanımlıyorlardı: kültürün politizasyonu. Çünkü bir bienal, bir devrimci parti değildir. Sonuçta burjuvaları mücrim ilan etse de, banka soyanları banka kuranlar yanında masum görse de, komünizmi yüceltse de, küratör devrimci önder değil, sanat alanının bir işçisidir. WHW, bu alanda da görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlar. Soruyorlar:

Bugün sanatı, Brecht'in tiyatroyu anladığı şekilde düşünmek mümkün değil midir? Yani "kolektif bir tarihsel berraklaştırma" tarzı, hakikati inşa etmek için bir aygıt?

Cevap veriyorlar:

Hakim anlayış, yüksek modernist ideolojinin kuşkulu bir yorumundan hareketle, politik bağlanmayı öz olarak sanata dışsal gibi gösterir. Böylece, sergi düzenleyicilerinin izleyicileri düşünen, hatta aktif bir politik topluluk olarak görme yönündeki en ufak arzusu, ne yaptığının bilincinde olmayan bir totalitarizmden kaynaklanan bir şey olarak ellerin tersiyle bir kenara itilir. Tabii, buradaki ironi, günümüzün sanatının zaten politikanın hizmetinde olmasıdır-ama statükonun onaylanmasına kadar ucuzlatılmış bir politika, değişmez biçimde "demokrasi"nin giysilerine bürünmüş bir kılıkta.

Ve sonra meydan okuyorlar:

[Bu sergi] aktif ve-neden olmasın?-ajitatif bir tavır takınıyor...

O ürkütücü kelime! Onyıllardır "ajitasyon" ve "slogancılık" Türkiye'de kendine aydın süsü veren, ama kitle politikasından zırnık anlamayan eski solcularca bombardımana tutuldu. İşte dört Hırvat kadını gelmiş, "biz ajitasyon yapacağız" diyor. Kadın cesareti!

Marksizmin dönüşü

Birkaç yıldır, post-modernizmin ve post-Marksizmin, onların gölgeleri gibi duran başka anti-Marksist düşünce okullarıyla birlikte, gününün dolduğunu, Marksizmin güneş tutulması döneminin sona ermekte olduğunu, maddi dünyanın gelişmelerine yaslanarak söylüyoruz. 11. İstanbul Bienali'nin Brecht'e, Rosa Luxemburg'a, sınıfa ve hele o korkunç sözcüğe, komünizme dönmesi, işte bu büyük yer sarsıntısının öncü şoklarından biridir.

Şimdi bienale katkıda bulunan sanatçılara, sergideki işlere bakmalıyız. Ama kaydetmeden geçmeyelim: Basın toplantısının öğleden sonrası yapılan tartışma da umudu büyütüyor. Bu tartışmada, işçi mahallelerinde sanat ortamları hakkındaki araştırma projelerden Kahire sokaklarında yoksul küçük esnafın ve lumpenproletaryadan gelen gençlerin içinde sanat ortamı yaratan aktörlere kadar sınıfı ihmal etmeyen çeşitli sunumlar vardı. Ama en güzeli, emperyalizmin kalbi ABD'den gelen bir sanatçı öğretim üyesinin, Gregory Sholette'in, hareketin yüksek olduğu 60'lı ve 70'li yıllarda ülkesinde emperyalizme, kapitalizme, ırkçılığa ve her türlü ezilmeye karşı sokaklarda sanat yapan devrimci sanatçıları anlattığı sunumdu. Ne kolektifler, ne isimler! Bir tek şuna bakın: Art Workers' Coalition. Yani Sanat İşçileri Koalisyonu! Sınıf safını seçmiş sanatçılar!

Elbette, bir dönemden çıkar ve başka bir döneme geçerken gelenekler, duyarlılıklar, akımlar, politikalar iç içe geçecek, birbirine karışıcaktır. Eski ile yeni, bazen tek bir sanatçının yapıtında bile, huzursuz, şaşırtıcı, çelişik bir gerilim içinde bir arada var olacaktır. Aynen basın toplantısının öğleden sonrası tartışmasında olduğu gibi: ABD'li öğretim üyesi Sholette eski devrimci avangardı anlatınca bir Britanyalı sanatçı söz alarak, o kuşağın hatasının ekonomi üzerinde yoğunlaşmak olduğunu, oysa bu bienalde asıl ilginç olan çalışmaların, bedeni, hazzı, arzuyu vb. anlatan Feriköy Rum Okulu'ndaki işler olduğunu söylediğinde olduğu gibi. Burada, WHW'nun eleştirelliğine uyar gibi yapan, ama tam da onun özgül farklılığı olan sınıf meselesini küçümsemeye ve önemsizleştirmeye çalışan sesi duymamak mümkün mü? Ve aynen birinci günün son konuşmacısı, Brian Holmes'un ortaya koyduğu tablo gibi. Bütün konuşmasında düşüncesini post-modern kavramlar ve metodolojiyle ortaya koyan bu konuşmacının son cümlesi şuydu: "Yine bir heyûla dolaşmaya başladı üzerimizde, birinin bir zamanlar söylediği gibi."

Heyûlayı sanatta cisimleşmiş olarak görmek istiyorsanız, Bienal'e mutlaka gidin! Hele siz üniversite öğrencileri, Mustafa Koç'a inat!