İç savaş manzaraları (28-02-2010)

Bir çatışmanın iki tarafında da görevini silahla yürüten güçler olursa, üstelik bunları b birbirlerine karşı şiddete başvurmaktan alıkoyacak hukuk kurumları bütünüyle mücadelenin hizmetine koşulursa, bunun anlamı, askeri mücadelenin her an patlak verebileceğidir. İşçi Mücadelesi bu noktayı Ocak ayından itibaren vurgulamaya başladı. (Bkz. "Kozmik İç Savaş" ve "Patates Soğan İhalelerinin belgelerini Açıklayın" .)

Bunun da ötesinde, son hafta içinde aralarında ordu komutanlığı yapmış dört kişinin de bulunduğu emekli ve muvazzaf subaylara yapılan muamele, ne kadar köşeye sıkışmış olsa da ordudan (çeşitli biçimlere bürünebilecek) bir askeri müdahale veya darbe girişiminin gelmesine yol açabilir. Bu ise, bugünkü koşullar göz önüne alındığında, derhal veya gecikmeli bir askeri iç savaşı yeniden gündeme getirebilir.

Devlet içinde iç savaş

Erzincan-Erzurum düşmanlığından doğan gerilim, görmek isteyen gözlere çok şey gösteriyor, ders çıkarmak isteyen akıllara çok şey öğretiyor. Çok karmaşık bir olayı çok kısaca özetleyecek olursak, Erzincan'ın bugün tutuklu olan savcısı, önce İsmailağa cemaati, sonra da Fethullah Gülen cemaati hakkında soruşturma yürütme çabasındadır. Erzurum savcısı, önce soruşturmayı Erzincan savcısının elinden almış, ardından, aralarında (kendilerini gözaltına almaya gelen polislere karşı az kalsın silah çekecek olan) bazı MİT ajanlarının da olduğu bir dizi devlet görevlisini Ergenekon örgütüyle ilişkili oldukları gerekçesiyle tutuklatmış, sonunda Erzincan savcısını da aynı gerekçeyle aynı muameleye tâbi tutmuştur. Ayrıca, bölgenin askeri güçlerinin komutanı olan orgenerali sorguya davet etmiştir, ama orgeneral bu davete (henüz) yanıt vermemiştir. Erzurum savcısı Erzincan savcısını tutuklatınca, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yıldırım hızıyla toplanarak Erzurum'un söz konusu savcısını ve onun bazı çalışma arkadaşlarını derhal görevden almıştır. Yargıtay ve Danıştay HSYK'nın bu kararını alkışlamış, buna karşılık birçok hukukçu HSYK'nın kararının hukuku ayaklar altına aldığını iddia etmiştir.

Bu çatışmadan ortaya çıkan birinci gerçek, bütün istihbarat belgeleri ortaya çıkmadan savaşan kanatlar dışındaki insanların, yani toplumun büyük çoğunluğunun hakikati öğrenemeyeceğidir. Çünkü bir taraf (Erzincan) birtakım cemaat ve tarikatların üzerine gittiğini, karşı tarafın (Erzurum) cemaatleri savunmak için hukukun işlemesini engellediğini iddia etmektedir. Karşı taraf (Erzurum) ise, Erzincan'ın cemaatlerin üstüne gitmesinin doğrudan doğruya Ergenekon'un planlarını uygulamaya koyma çabası olduğunu ileri sürmektedir. Her iki taraf da basına kendi tezlerine uygun bilgiler sızdırmaktadır. Üstelik kafaları karıştıran başka unsurlar da vardır: Basına yansıyan bilgiler doğru ise, Ergenekoncu olduğu ileri sürülen (bugün tutuklu olan) Erzincan savcısı, geçmişte JİTEM'in üzerine gitmeye çalışmış bir devlet görevlisidir. Buna karşılık, bugün Ergenekon'a karşı demokrasiyi savunma kisvesine bürünen Erzurum savcısı, geçmişte bir silahlı eylemi birtakım köylülerin üzerine kasıtlı olarak yıkmak istemiştir, ama bugün bu eylemin ordu mensupları tarafından gerçekleştirildiği iddiasındadır. İçinden çıkılamayacak gibi görünen bu durumun tek çözüm yolu, bütün istihbarat belgelerinin ve konuyla ilgili bütün yazışmaların bütün topluma açıklanmasıdır.

İkincisi, bu olayla birlikte burjuva toplumunda hukukun, aslında gücü olanın karşısındakini ezmek ve yenilgiye uğratmak amacıyla kullandığı basit bir araç olduğu ortaya çıkmıştır. Erzincan savcısının tutuklanması, İsmailağa ve özellikle de Fethullah Gülen cemaatleri gibi toplulukların dokunulmazlığı olduğunu düşündürmektedir. Bu cemaatlere karşı alınması devlet içinde kararlaştırılan tedbirlerin derhal cemaatlere sızdırılmasına ve böylece boşa çıkartılmasına dair mebzul miktarda veri, bunlara hukukun işlemediğinin delilidir. En önemlisi, Erzurum savcısının Erzincan savcısını tutuklatması, gelecekte bu cemaatlere dokunmayı aklından geçiren bütün savcılara bir gözdağıdır. Buna karşılık, HSYK'nın Erzurum savcılarını görevden alması da tersinden aynı şeyi kanıtlar. HSYK, kararını Erzurum savcısının Erzincan savcısının soruşturma yapma bağımsızlığını ayaklar altına aldığı iddiasına dayandırıyor. Ama kendisi de aynı şeyi Erzurum savcısına yapmış oluyor. Üstelik yasal açıdan buna yetkisinin olup olmadığı çok tartışmalı iken. Erzurum savcısı cemaatlere dokunulmasını engellemiş olabilir; HSYK da Ergenekon'a dokunulmasını engellemiş oluyor! HSYK'nın tavrı, yüzbaşının, ere dayak atmış olan onbaşıya, "ulan bu orduda dayak yok" diyerek dayak atmasına benziyor! Buradan çıkan sonuç açıktır: Bu ülkede hukuk gücü olanın uyguladığı neyse odur; üstelik, şu anda hukuk sistemi felç olmuştur.

Bir takım "ilerici"ler de, Erzincan savcısının soruşturma yapmasının engellenmesi karşısında isyan ediyorlar. Peki ya eski savcı Ferhat Sarıkaya, Şemdinli olayları dolayısıyla hazırladığı iddianamede daha sonra Genelkurmay Başkanı olarak görev yapacak olan Yaşar Büyükanıt'ı da suçladı diye görevden alınırken aklınız neredeydi?

Buna karşı yapılabilecek tek şey, yargı sistemini altüst etmek, yepyeni bir yargı sistemi kurmaktır. Meselenin yargının bağımsızlığı ile zerre kadar ilgisi yoktur. Birincisi, HSYK'da Adalet Bakanı'nın ve müsteşarının da üye olarak bulunması, AKP'nin bir marifeti değildir, 12 Eylül anayasasının bir hükmüdür. AKP hükümetine gelene kadar da yürütmenin bir unsuru, Adalet Bakanı ve müsteşarı, yargının en hassas kurumlarının birinin başında oturmuştur. Yani 1980'den 2002'ye kadar da yargı "bağımsız" değildi. O zaman aklınız neredeydi? Batıcı-laik burjuvazinin hükümetleri yargıyı etkilerken iyi de, İslamcı burjuvazinin hükümetleri aynı şeyi yapınca mı bu yargının bağımsızlığına bir taarruz oluyor?

İkincisi ve daha önemlisi ise şudur: Yargının (aslında hayal olan) mutlak bağımsızlığı dahi, hukukun herkes için eşit işleyişinin güvencesi değildir. Parası olan, iktidarın sahibi olan veya ona yakın duran, burjuva hukukunun bütün formel eşitlik farfarasını aşarak kendi lehine kararlar çıkarttırır. Daha da ötede, devletin çıkarları ve sözde "milli çıkarlar", düzen muhaliflerine karşı her zaman korunur. Bundan yaklaşık on yıl önce, bu ülkenin Yargıtay Başkanı, hakimlerin "cüzdan ile vicdan arasında" kaldığını söylememiş midir? Yargıtay'ın en üst düzey yetkililerinin mafya ve kontrgerilla şeflerinin davalarını "ayarladığı" belgeleriyle ortaya çıkmamış mıdır? Anayasa Mahkemesi, 2007'de Gül'ün cumhurbaşkanlığı gündeme geldiğinde, Yaşar Büyükanıt yönetimindeki TSK'nın 27 Nisan e-muhtırasını yasallaştırmak için Anayasa'yı sakız gibi çekiştirerek 367'lik bir nisap icat etmemiş midir?

Gerçekten adil bir hukuk ancak seçimle göreve gelen halk mahkemeleri aracılığıyla sağlanabilir. Yani, hukuk eğitimi görmüş savcı ve yargıçların da desteğini alacak, işçi ve emekçi halktan seçilmiş, halka hesap veren ve geri çağrılabilen yargıçların karar sürecinde belirleyici bir rol oynadığı mahkemeler aracılığıyla. Ancak bu tür mahkemeler parası ve gücü olanın hukukun üstüne çıkmasını, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi, emekçi ve ezilenlerin bir kez de hukuk tarafından ezilmesini engelleyebilir.

AKP'ye karşı darbe ve "kaos" yasak, ya emekçi halka karşı?

Son yıllarda Ergenekon adı altında kontrgerillanın bir bölümüne ve çeşitli adlar altında darbeci subaylara karşı girişilen harekât elbette Türkiye'nin darbecilikten ve kontrgerillanın zararlı faaliyetlerinden kurtulması için verilecek mücadelede üzerine gidilmesi gereken bir kapı açıyor. İster Seferberlik Tetkik Kurulu Bölge Başkanlığı'nda yapılan araştırma, ister "Balyoz Planı" gibi, sahiciliği Genelkurmay tarafından dahi yalanlanamayan belgeler temelinde emekli ve muvazzaf subayların yargı önünde hesap vermeye çağırılması, bu bakımdan önemli gelişmelerdir. "Balyoz Planı" dolayısıyla gözaltına alınan ve/veya tutuklanan emekli ve muvazzaf subaylara sahip çıkan, Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un orgeneralleri ve oramiralleri Ankara'ya çağırarak toplantı yapmasına alkış tutan, toptan istifa söylentisi temelinde tehditler yağdıran herkes, kontrgerillanın pis faaliyetlerine ve daha da önemlisi darbeciliğe sahip çıkıyor demektir.

Biz İşçi Mücadelesi olarak, başından beri gerek Ergenekon davasının, gerekse darbe hazırlıkları konusundaki belgelerin gün yüzüne çıkmasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından üzerine gidilecek bir çatlak yarattığını, buna karşılık kontrgerilladan ve darbecilerden gerçek hesabı ancak işçi ve emekçilerin sorabileceğini ısrarla söylüyoruz. Bugün emekli ve muvazzaf subayların darbe hazırlıkları dolayısıyla hesap verir duruma gelmesi, çatlağın ne kadar büyüdüğünün açık bir göstergesidir. İç savaş, burjuva devletinin kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi bakımından emekçi halk açısından önemli olanaklar yaratmaktadır. İşçi ve emekçilerin örgütleri, bu subayların ve onların kontrgerilla içindeki işbirlikçilerinin peşinin bırakılmaması için mücadele etmelidir.

Ama aynı zamanda bu tür hesap sorma faaliyetlerinin gittikçe daha fazla, yalnızca AKP hükümetine karşı yürütülen istikrarsızlaşma eylemleri ve darbe hazırlıkları ile sınırlı tutulduğu görülmektedir. Bu, baştan beri böyle idi, ama gittikçe daha da fazla böyle olmaktadır. Bir aşamada hiç olmazsa Kürt bölgelerindeki cinayetler, asit kuyuları vb. bu soruşturmaların kısmi biçimde hedefleri arasına giriyordu. Bugün bütün çaba, AKP hükümetine karşı yapılan ve yapılması planlanan eylemlerle sınırlı tutulmaktadır.

Bu durum karşısında işçi hareketi ve çalışanların örgütleri, bir yandan AKP döneminde hükümete karşı girişimlerin derinlemesine soruşturulmasını talep ederken, bir yandan da soruşturmaların üç yönde genişletilmesini hiç durmaksızın talep etmelidirler. Birincisi, soruşturma ve teşhir, yüzünü aynı zamanda geçmişe çevirmeli, 60'lı ve 70'li yıllarda işçi sınıfı hareketine ve sola, 80'li, 90'lı ve 2000'li yıllarda Kürt halkına, bütün bu dönemler boyunca Alevi halka karşı yönelmiş saldırıları da hedefine almalıdır. Kontrgerillanın yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca bütün rezil işleri ortaya çıkarılırken, aynı zamanda, 12 Eylül darbesinin bütün sorumluları da yargılanmalıdır. İkincisi, soruşturma aynı zamanda coğrafi olarak Ankara dışına taşmalı, özel olarak Kürtlerin yaşadığı bölgelerde yaşanmış olan kirli savaşın bütün suçlularından hesap sorulmalıdır. Nihayet, AKP hükümeti döneminde, hükümetin yönetimindeki polis teşkilatının kilit roller oynadığı cinayet ve istikrarsızlaştırma faaliyetleri, elbette en başta Hrant Dink suikasti de bütün sorumlularıyla gün yüzüne çıkarılmalıdır.

Bugün bütün bunların yapılmıyor olması, sürekli ifade ettiğimiz iki gerçeği doğrular. Birincisi, bu soruşturmaların şimdilik esas olarak burjuvazinin iç savaşında İslamcı burjuva kanadın yaptığı hamlelerden ibaret olduğu, Türkiye'ye genel bir demokratikleşme getiriyor olmadığı gerçeğidir. İkincisi ise, AKP ve Erdoğan'ın demokrasi havarileri gibi gösterilmesinin bütünüyle yanlış olduğu gerçeği.

Bakın Erdoğan ne kadar demokrat: Tam da askeri vesayeti ortadan kaldıracağı söylenen operasyonların yapıldığı günlerde, gazete patronlarına AKP aleyhinde yazı yazan köşe yazarlarını işten çıkartmalarını emrediyor. Bu çıkıştaki korkunç yanlar saymakla bitmez. Erdoğan üç-dört cümlenin içine o kadar çok demokrasi düşmanı fikir sığıştırmıştır ki! Birincisi, iktidarda bir partinin başbakanı olarak kendi muhalifi gazetecilere gözdağı vermiştir. İkincisi, fikir özgürlüğüne zerre kadar saygısı olmadığını ortaya koymuştur. Üçüncüsü, gazete patronlarını da fikir özgürlüğünü ayaklar altına almaya davet etmektedir. Dördüncüsü, yazarların aylığını veren patronun onları susturabileceğini, susturma yükümlülüğü olduğunu söylemekle, fikir dünyasının parayla satın alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Ve nihayet, bu uyarısını dinlemeyen gazete patronlarını tehdit ederek bir kez daha basın özgürlüğünü ayaklar altına almaktadır.

Bu zihniyette bir politikacıya demokrasi havariliği atfedenlerin gazası mübarek olsun! Bizim yolumuz Tekel işçisinin, İstanbul itfaiyecisinin, Marmaray işçisinin, Yatağan termik santrali işçisinin, 25 Kasım'da her türlü cezayı göze alarak greve çıkan kamu emekçisinin yoludur. Onlar ve en başta Tekel işçisi AKP'ye karşı dişleriyle tırnaklarıyla savaşıyorlar. Biz de savaşıyoruz. İşçilere, emekçilere, ezilenlere, ne İslamcı burjuvazinin temsilcisi AKP'den, ne de onun karşısında Batıcı-laik burjuvazinin kurmuş olduğu düzenin güçlerinden, hele hele darbecilerden ve kontrgerillacılardan hayır gelir.

İşçiler ve emekçiler, sadece işçi sınıfının devrimci bir partisini inşa ederek kurtuluşa doğru yürüyebilirler.