DİP Girişimi'nden Ergenekon Operasyonu ile ilgili açıklama: (DİP Girişimi - 20-07-2008)

İddianamenin içeriği henüz açıklanmamış bulunuyor. Ancak basına sızan haberler doğruysa, kontrgerillanın faaliyetleri arasından sadece 2000’li yıllarda yürütülen eylemler seçilmiş, bunlar arasında da AKP hükümetini hedef alan faaliyetler öne çıkarılmıştır. Oysa kontrgerillanın son elli yılın tarihinde karıştığı sayısız cinayet ve terör eylemi vardır. Devletin bu gizli kanadı, 1970’li yıllarda işçi hareketine ve sola karşı, 1990’lı yıllarda ise Kürt hareketine karşı düzenin kendini savunmak için kullandığı temel güç olmuş, yanına faşist kadroları, mafya liderlerini ve devletin bir dizi başka görevlisini de alarak ülkede terör estirmiştir. Türkiye’de demokratik hakların yerleşmesinin ve kullanılmasının önündeki en büyük engel, kontrgerilla ve onun ardındaki devlet güçleridir. İşçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve bütün ezilenlerin çıkarları, kontrgerilla faaliyetlerini yöneten siyasi sorumlular da dahil olmak üzere bütün suçluların yargılanmasında, cezalandırılmasında ve kontrgerillanın bir daha ayağa kalkamayacak biçimde ezilmesinde yatar.

Kontrgerillanın belirli faaliyetleri ve belirli bir kanadı üzerinde yoğunlaşarak öteki sorumlularının cezasız kalmasını ve devletin aklanmasını sağlayan bir yaklaşım kabul edilemez. 1 Mayıs 1977 Taksim, 16 Mart 1978 Beyazıt, 10 Ağustos 1978 Balgat, 8 Ekim 1978 Bahçelievler, 24 Aralık 1978 Maraş, 29 Mayıs 1980 Çorum, 2 Temmuz 1993 Sivas, 12-13 Mart 1995 Gazi provokasyon ve katliamlarının, eski DİSK başkanı Kemal Türkler suikastının, Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e kadar bütün gazeteci ve aydınların öldürülmesinin, 1990’lı yıllarda Kürt hareketine karşı girişilen bütün cinayet ve işkencelerin, 2000’li yıllarda Şemdinli’nin, Hrant Dink cinayetinin ve bunların simgelediği sayısız suçun, siyasi ve askeri sorumluları yargı önüne getirilmeden ve devletin rolü açığa çıkarılmadan Türkiye kontrgerillayı etkisiz hale getiremez.

Aynı şekilde, yalnızca 2003-2004 yıllarında başarısız darbe planları yapan birkaç emekli generalin yargılanmasıyla Türkiye darbelerle hesaplaşmış olmaz. Başta Kenan Evren olmak üzere 12 Eylül cuntasından, 28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin sorumlularından ve 27 Nisan 2007’de darbe tehdidi içeren bir muhtıra yayınlayan generallerden de hesap sorulmalıdır.

Nihayet, kotrgerilla faaliyetinin siyasi sorumluları da mutlaka sanık sandalyesine getirilmelidir. Çiller-Ağar-Bucak üçlüsünden MHP’ye, Ülkü Ocakları’na ve BBP’ye, bütün siyasi sorumlular hesap vermelidir.

Türkiye işçi sınıfı burjuvazinin hakimiyetinin temel araçlarından biri olan kontrgerilla ve askeri darbecilik ile mücadele ederek demokratik haklarını güvence altına almak zorundadır, çünkü yarın mücadele yükseldiğinde yine bu tehditlerle karşılaşacaktır. İşçi sınıfı ve Kürt halkı dışında hiçbir güç kontrgerilla ve darbeciliğe karşı sonuna kadar gidemeyecektir. Bu görevi gerçek anlamda ancak işçi sınıfının bir hükümeti yerine getirebilir. Buna rağmen bugün bu tehditleri teşhir etmek bakımından önemli bir fırsat doğmuştur. Düzen güçleri bu yargılamayı sınırlamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Düzen bu konuyu kendi çaresizliği içinde gündeme getirmek zorunda kalmıştır. Durum değiştiğinde her şey unutulabilir, unutturulabilir!

Burjuvazinin iki kanadı arasındaki siyasi iç savaş Türkiye’yi uçuruma sürüklüyor

Ergenekon davasının neden gündeme geldiğini sormak bile, bu tehlikenin ne kadar somut olduğunu anlamak bakımından yeterlidir. Türkiye’nin burjuvazisi ve bu sınıfın siyasi ve askeri temsilcileri, bugün keskin biçimde bölünmüştür, deyim yerindeyse siyasi bir iç savaşa tutuşmuştur. Bir yanda cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ülkenin kaderini emperyalist Batı ile bütünleşmeye bağlamış Batıcı-laik kamp vardır; öte yanda, 2000’li yılların başında emperyalizmle ilişkilerini gözden geçirmiş olan bir İslamcı kamp. Bu mücadele ne “ilericilik-gericilik” mücadelesidir, ne de “demokrasi” ile “bürokratik oligarşi” arasında bir savaş. Bu mücadele burjuvazinin iki kanadının kapitalist sömürüden büyük payı kimin alacağı mücadelesidir.

Batıcı-laik kampın ardında TÜSİAD burjuvazisi ve müttefikleri vardır; İslamcı kampın ardında önce Anadolu kentlerinde palazlanan, ama sonra kendisi de holdingleşerek tekelci sermaye haline gelmiş olan bir MÜSİAD burjuvazisi. İlkinin vurucu gücü devletin kurulu düzeni ve en başta Türk Silahlı Kuvvetleri’dir (TSK), ikincisinin AKP. Batıcı-laik burjuvazi, ABD ve TSK ile işbirliği içinde 1997’de AKP’nin öncülü Refah Partisi’ni askeri bir müdahaleyle hükümetten düşürmüş ve kapattırmıştı. 2002 seçimleri, İslamcı kampın ABD ve AB emperyalizmleriyle de uzlaşarak büyük bir çoğunlukla hükümet kurmasına tanık oldu. Bu sefer güçler dengesi çok daha zorluydu. 2003’ten itibaren başlayan ilk atışlar, 2006’da, Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı seçilmesine ilişkin tartışmadan itibaren siyasi bir iç savaşa dönüştü. O günden beri yaşananlar (Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı karşısında 27 Nisan muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, 22 Temmuz seçimleri, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilişi, türban yasağı üzerine verilen savaş, Anayasa Mahkemesi’ndeki türban ve kapatma davaları, Yargıtay ve Danıştay açıklamaları ve Ergenekon davası) bu derinleşen iç savaşın muharebelerinden başka bir şey değildir. Burjuvazinin iki kampı yenişemiyor ve kendi yarattığı bir bataklıkta çırpınıyor. Ergenekon davası, AKP’nin kendini savunmak için başvurduğu satranç atağıdır. Kısacası, burjuvazi kendi mücadelesi içinde kendi pisliklerini ortaya dökmek zorunda kalmıştır. Ergenekon davasını bir “Temiz Eller” operasyonu olarak görmek, AKP’nin demokratik bir Türkiye kurma aşkına bağlamak, bu nedenle AKP’ye destek olmak işçi sınıfının bir düşmanına karşı diğer düşmanını desteklemek anlamına gelir.

Burjuvazinin iki kampı aynı derecede gericidir. Kendi aralarındaki çıkar çatışması bir yana, işçi ve emekçilerin haklarına ve kazanımlarına saldırma, emperyalizmin bölgedeki emellerine hizmet etme ve Kürt halkını farklı yöntemlerle ezme konusunda iki kamp bütünüyle hemfikirdir. “AKP emperyalizmin oyununu oynuyor” veya “AKP neoliberal saldırının temsilcisi” gerekçeleriyle, işçi hareketinin, solun ve Kürt hareketinin katili kontrgerillanın ve NATO’cu generallerin avukatlığına soyunmak kadar, “AKP ülkeye demokrasi getiriyor” gerekçesiyle her vesileyle ve en son SSGSS ve 1 Mayıs deneyimlerinde işçi düşmanı olduğunu kanıtlamış, emperyalizme “beni deliğe süpürme” diye yalvaran hükümet partisine destek olmak da işçi, emekçi ve ezilenlerin çıkarlarına bütünüyle aykırıdır.

Çözüm sınıf bağımsızlığında

Devrimci İşçi Partisi Girişimi (DİP-G) burjuvazinin siyasi iç savaşına erkenden teşhis koymuş ve burjuvazinin iki gerici kampına karşı bir Üçüncü Cephe’nin gerekliliği fikrini ortaya atmıştır. Partimiz bütün mücadeleci işçileri ve kamu emekçilerini, işçi temsilcilerini, sendikacıları, devrimci demokratları ve sosyalistleri proletaryanın burjuvazinin iki kanadından bağımsız bir temelde yeni bir odak oluşturması için çaba göstermeye çağırıyor. İşçi ve kamu emekçileri hareketi, bu yılın Mart ayında SSGSS mücadelesinde ve 1 Mayıs’ta meydanlarda hükümetle karşı karşıya geldiğinde yeniden siyasetin merkezi bir aktörü olma kapasitesini göstermiştir. İşçi sınıfının tabanında 2007 ortalarından bu yana sayısız grev, direniş ve eylemde kendini ortaya koyan bir kıpırdanma yadsınamaz biçimde ortadadır. Çeşitli konfederasyon ve sendikaların bürokrasisinin kendi çıkarları doğrultusundaki manevraları, bu mücadelenin önündeki en büyük engeldir. DİP-G, hangi konfederasyonda yer alıyor olurlarsa olsunlar, bütün mücadeleci işçi ve kamu emekçilerini, temsilcileri ve sendikacıları, bu engeli aşmak üzere derhal konfederasyonlar ötesi bir sendikal mücadele güçbirliğini oluşturmaya çağırıyor. Böyle bir güçbirliği, İstanbul’da, Tuzla’da, Gebze’de, Ankara’da, İzmir’de, Susurluk’ta, Düzce’de ve başka yerlerde yürütülmekte olan işçi mücadelelerine büyük bir güç katacak ve proletaryayı bir bütün olarak yüreklendirecektir.

Bir kez bu güçbirliği oluştuğunda ve çalışmaya başladığında, ikinci görev işçi sınıfının öteki emekçileri ve bütün ezilen katmanları bir mücadele cephesinde harekete geçirmeye yönelmesidir. Başta Kürt halkı olmak üzere, meslek örgütleri, ilerici aydınlar, kadınlar, yoksul köylüler, gençler ve toplumun bütün ezilenleri burjuvazinin iki gerici kampının karşısında birleşmelidir. Ancak, böylelikle oluşacak bir Üçüncü Cephe, bir Emek ve Özgürlük Cephesi, burjuvazinin toplumu sürüklediği uçuruma karşı etkili bir barikat oluşturabilir.