DİP Girişimi bağımsız sınıf politikasına çağırıyor (03-10-2007)

Kavganın özü

Bugün anayasa tartışması etrafında kopartılan fırtınanın temelinde batıcı-laik burjuvaziyle, İslami burjuvazi arasındaki mücadele yer almaktadır. Bu mücadele burjuvazinin bağrındaki bir iç savaştır. İki burjuva kampı birbiriyle mücadele ederken işçiler, emekçiler ve ezilenlerin haklarına saldırmakta birleşmektedirler. Burjuvazinin sınıf bilinci böyle davranmayı gerektirmektedir çünkü. Bu yüzden de burjuva medya kuruluşları olan gazete ve televizyonlarda yeni anayasa taslağının işçi ve emekçi düşmanı yönlerinden bahsedenlere rastlamak neredeyse imkânsızdır. Oysa, görünürdeki tartışmalar ne kadar sert yaşanırsa yaşansın yeni anayasa tartışmasının özünde işçi ve emekçilere yönelik saldırılara anayasal güvence oluşturulması çabası yer almaktadır.

Düşman kardeşler emeğe saldırıda birleşiyor

İnsan düşünmeden edemiyor, sayısız işçiyi, emekçiyi, muhalif insanı işkence tezgâhlarından geçiren, muhalif siyasal ve sendikal örgütlülükleri tasfiye eden, sıkça tekrarlanan bir deyimle üzerinden silindir gibi geçerek halkı ezen bir darbenin ürünü olan 82 Anayasası’ndan daha gerici bir anayasa nasıl yapılabilir diye. Ancak, kriz içinde debelenen, kâr peşinde gözü dönen burjuvalar için 12 Eylül Anayasası yetmiyor. Yeni anayasa ile kamu yararı kavramı metinden tamamen çıkarılıyor, devletin halkın eğitim, sağlık gibi gereksinimlerini karşılama görevi, işsizlik ve yoksulluğa karşı önlemler alma işlevi ortadan kaldırılıyor. Zaten bu kavramlar hayat içinde çok az şey ifade ediyordu, devletin burjuvazinin egemenlik aygıtı olma rolünü değiştirmiyordu. Ancak yeni değişikliklerle birlikte “her koyun kendi bacağından asılır” şeklinde özetlenebilecek liberal mantık anayasal güvenceye kavuşuyor. Anayasa’da sınıfın geçmişteki mücadelelerinin bir ürünü olarak kalmış işçi ve emekçilerin çıkarı için kullanılabilecek, üzerinden mücadele edilebilecek her delik kapatılmaya çalışılıyor. TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın, AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin, TSK’nın, Doğan medyasının, İslami medyanın kısacası burjuvazinin tüm unsurlarının anayasanın bu yönlerinde anlaşma halinde olduğunu bir kez daha belirtmek gerekiyor.

Kavga başka bir yerde kopuyor. Dünyayı sarmakta olan ekonomik kriz kapıda. Burjuvazi kârlarını korumak için her gün daha fazla rekabet etmek zorunda. Bu amansız rekabetteki en büyük silah da elbette ki siyasi iktidar. İslami burjuvazinin partisi AKP, emperyalist batıyla bütünleşme stratejisini güdüyorsa, işçilere, emekçilere, ezilenlere yönelik saldırıları yürütebiliyorsa, kısacası batıcı-laik burjuvazinin çizdiği sınırları aşmıyor ve onun programını izliyorsa ne ala… Üstelik halkı daha iyi kandırmayı becerebiliyorsa batıcı ve laik burjuvalar tarafından tercih edilebilir bile. Sonuçta siyasi iktidarda belirleyici güç batıcı-laik burjuvazi olmaya devam edecektir. Zaten öyle de oldu. Seçimlerde TÜSİAD birçok başlıkta AKP’ye destek çıktı. Şimdi işler değişince, AKP türban tartışmalarıyla çizmeyi aşabileceğine dair sinyaller verince, kısacası siyasi iktidarda batıcı-laik burjuvazinin ağırlığını zayıflatıp, İslami sermayenin önünü açacak hamleleri yapmaya başlayınca dur ihtarı geldi. TÜSİAD bayrağı çekti. Büyük medya “mahalle baskısı”, “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmalarını piyasaya çıkardı.

Sivil mi? Demokratik mi? Hadi canım sen de!

Bu tartışmalarda her iki taraf da bir yandan siyasal iktidar için mücadele edip diğer yandan halkı yanına çekmek için iki yüzlülük yapıyorlar. AKP anayasasına “sivil” sıfatı takıp demokratik bir görünüm vermeye çalışıyor. Fare zehiri öldürücüdür. Bu zehrin peynirin içine katılması ya da başka bir şekilde sunulması bu özelliğini değiştirmez. Yeni bir anayasa yapacağız deyip sivil bazı akademisyenlere askerlerin yaptığı darbe anayasasını şurasından burasından yontma görevi verirseniz, bunun sivillikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. 12 Eylül’ün her özgürlük tanımının ardına “ama” kelimesini koyup yasakları sıralayan anlayışı korunmaktadır. Dahası var. AKP’nin TSK ile çelişki içinde olduğu herkesin bildiği apaçık bir gerçek. AKP’nin koltuğunda daha rahat oturmak için askerin siyasetteki ağırlığını ciddi biçimde sınırlayan bir çaba içine girmesi beklenebilirdi. Üstelik bu yetersiz de olsa daha demokratik bir adım olarak görülebilirdi bile. Ama ne gezer. MGK’ya devam (Cumhurbaşkanı yerine bu sefer başbakanın başkanlığında). YÖK aynen yerinde. Akademik özgürlüğe dair 12 Eylül anayasasının ötesinde ciddi bir adım olmadığı gibi yine özel üniversitelerin önünü açan maddeler tasarlanmış. Eğitimin ticarileştirilmesi “kazanç amacı gütmeden” ibaresi çıkarılarak yine anayasal güvenceye kavuşturulmuş.

AKP, kendisini türban sorununu da demokrasi ve özgürlükler açısından ele alıyormuş gibi göstermeye çalışıyor. Evet, türban yasağı haksızdır, kaldırılmalıdır. Ama türbanlı gençlerin yükseköğretim düzeyinde maruz kaldığı haksızlığa karşı çıkanların eğer samimi iseler, Alevi çocuk ve gençlerinin okul öncesinden başlayarak (mahalledeki tüm çocukların Kuran kursuna gittiği Sünni ağırlıklı yerlerde yaşayan Alevi aileleri düşünün) Sünni Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleriyle ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmasına (din derslerini seçmeli yaparak yeni bir ayrımcılığı dayatan parlak fikirler dışında) bir çare düşünmeleri gerekmez miydi? Eğer sorun hak, eşitlik, demokrasi vs. ise binlerce Din Kültürü öğretmenini mezun edip, kadroları bunlarla doldurarak soysal, fen, matematik, Türkçe vb. alanlardaki on binlerce öğretmeni işsizliğe mahkûm ederek zaten eğitime ayrılan azıcık bütçeyi istismar etmek nasıl açıklanır? AKP’nin sivilliği de demokratlığı da tam bir iki yüzlülüktür.

Batıcı-laik riyakârlık

Öteki taraf daha mı iyi sanki? Batıcı-laik kanattaki riyakârlığın, yalancılığın bini bir para. Mahalle baskısı diye bir lâf atıldı ortaya. Bu lâfı alan siyasiler, köşe yazarları başladılar hücum etmeye. Ya mahallelerde çoğunluk olanlar, onlardan olmayanlar üzerinde baskı kurarsaymış… Konu, oruç tutmayanların, saç uzatanların, küpe takanların, top sakal bırakanların vb. baskıya uğraması, dövülmesi kimi zaman öldürülmesi korkusu ise, bilinmez mi ki bu ülkede bu icraatları yıllar yılı yapanlar başta ülkücü faşist çetelerdir. Evet, mahalle baskısı diye bir şey varsa bu hiç de yeni bir şey değildir. Kemalistler, siz değil misiniz ulusalcılık adına sağ sol ayrımı kalmadı diyip katillerle ittifak yapan, AKP’ye karşı muhalefette faşistlerle kol kola giren, devletin PKK’ye karşı Hizbullah’ı desteklemesi gerçeğini sessizlikle geçiştiren… Mahalle baskısı lafını geveleyen burjuva lafazanları, siz değil misiniz Trabzon’dan, Sakarya’ya oradan İstanbul’un meydanlarına faşistlerin gerçekleştirdiği linç girişimlerini vatandaş hassasiyeti diye gazete manşetlerine taşıyan, yıllardır MHP değişti propagandasıyla faşizmi aklama kampanyası yapan… Şimdi kalkıp ikiyüzlüce mahalle baskısından bahsediyorsunuz. Evet, siyasal İslamcı çevrelerden benzer eylemler gelmiştir ve bir tehdit söz konusudur, türban serbest kalınca siyasal İslamcıların başı açık insanlara güçleri yettiğinde baskı uygulamayacağını kimse söyleyemez. Bunlara karşı mücadele etmek boynumuzun borcudur. Ama siyasal İslam’a karşı mücadele hiçbir şekilde türban ya da başörtüsü takanlara yönelik ayrımcılığı savunmayı, Batılı yaşam tarzına hak etmediği bir üstünlük bahşetmeyi gerektirmez. Bizler ayrım çizgisini sadece sınıf çıkarları üzerinden çekmeliyiz. Başında örtü olan ya da dindar emekçi çocukları değil; özel okullar, dershaneler, yurtlarla dinden kazanç elde eden burjuvalardır bizim düşmanlarımız.

Burjuvazinin kampları kirli savaşta da birleşiyor

Nihayet tüm bu tartışmalar sürerken en önemli sorunlarımızdan biri olan Kürt sorununda inkâr ve imha politikasındaki ısrar, çözümsüzlüğü körüklemeye devam ediyor. İşçi ve emekçiler burjuvazinin iki kampı hangi politikada anlaşıyorsa en başta o politikadan korkmalı ve ona karşı mücadele etmelidir. İki kamp da sorunu savaşla çözmekte kararlı görünüyor. DTP halkın meşru temsilcileri olarak meclise girdiği halde diyalog kapısını kapalı tutmaya devam ediyor. İnsanlar ölmeye devam ediyor. Türkü ve Kürdüyle işçi ve emekçileri Kürt sorunun adil, barışçı bir politik çözümünde birleştirmek yine tek yol olarak beliriyor.

Bağımsız sınıf politikasına çağırıyoruz

İşçilerin, emekçilerin burjuvazinin iç savaşının yarattığı kargaşada yollarını bulmaları tek bir şekilde mümkün: burjuvazinin tüm kamplarından bağımsız olan ve sınıf çıkarlarına dayalı bir politika izlenmesiyle. Basınçlar ve baskılar o kadar yoğun ki bağımsız bir sınıf politikası belirlemek kadar bu politikada ısrar etmek ve kararlılıkla uygulamak da bir o kadar önemli. Bunu başarmanın örgütle mümkün olduğu ortada. Devrimci İşçi Partisi Girişimi olarak bu bilinçle yürümeye devam ediyoruz. İşçi ve emekçileri gerektiğinde teker teker burjuvazinin etkisinden kurtarmak ve sınıf politikasında birleştirmek için kararlıyız. Gelecekte her şey olup bittikten sonra geriye dönüp nerede hata yapıldığını tartışmak yerine, bugün doğru politikayı oluşturmak ve doğru olan yolda mücadele ederek geleceği şekillendirmek isteyen herkesi saflarımıza çağırıyoruz.