Cumhurbaşkanlığı kaldırılsın! (04-10-2007)

Halk arasında çok yaygın bir kanı var. Soldaki güncel yaklaşım da bunu güçlendiriyor. “Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilirse bu daha demokratik olur” diye düşünülüyor. Türkiye’nin hâkim sınıfı burjuvazi halk kitlelerini bir türlü kendi ideolojik hegemonyasına alamadığı için tarih boyunca halkı bir sürü haktan yoksun bırakmıştır. Bu yüzden de emekçi halk cumhurbaşkanını kendisinin seçmesi olanağı önüne konulduğunda bunu iyi bir şey olarak görecektir. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil.

Her şeyden önce bugün referanduma sunulan anayasa değişikliği halkın istediği adaya oy vermesini bile engelliyor. Bir kimsenin cumhurbaşkanlığına aday olabilmesi için mutlaka milletvekillerinin beşte biri tarafından aday gösterilmesi gerekiyor. Bu kısıtlamadan amaç, işçi emekçi sınıfların ve Kürtlerin adaylarının cumhurbaşkanı seçimine katılmasını engellemektir. Seçme özgürlüğünün olmadığı yerde daha demokratik bir yöntemden söz edilemez.

Ama daha genel olarak bakıldığında da başka bir gerçek çıkar ortaya: Bir ülkenin devlet sisteminin en tepesinde görev yapacak insan doğrudan doğruya halkın oyuyla seçilirse, bu ona büyük bir güç kazandırır. Tek bir insana bu kadar büyük bir güç kazandırmanın demokrasi ile ilgisi yoktur. Halk bir kez bu kişiyi seçti mi, onu denetlemek, izlediği politika üzerinde etki yapmak, yanlış politikalarında ısrar etmesini engellemek çok daha zor olur. İşte Bush. 2001’de başa geldi. Üst üste iki savaş açtı. Afganistan savaşı da, Irak savaşı da sadece o ülkelerin halklarına ağır bedellere mal olmadı, ABD’yi de tam anlamıyla bataklığa sürükledi. Ama ABD halkının savaşa karşı muhalefeti ne kadar yükselirse yükselsin, hatta öteki düzen partisi Demokratlar Irak politikasına ne kadar muhalefet ederse etsin, kimse Bush’un politikasını yerinden kımıldatamıyor! Nerede Irak savaşına son vermek, İran’a karşı yeni bir savaş ihtimali bile ufukta görünüyor! Halkın seçtiği güçlü bir bireyin (ve çevresindeki güçlü bir kliğin) bu inadı, bir bireye değil, kolektif karar alma süreçlerine dayanan bir sistemde çok daha güç tutardı.

Türkiye’de cumhurbaşkanlığının özel anlamı

Yani halkın seçtiği tek adam modeli, ilk bakışta sanılacağı gibi büyük emekçi halk kitlelerinin çıkarına uygun değil. Ama bütün dünya için geçerli olan bu gerçeğin yanına Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamının cumhuriyet tarihi boyunca taşıdığı, 12 Eylül’den sonra ise güçlenen özel rolünü de koymak gerek. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı esas olarak rejim üzerinde askeri vesayetin bir uzantısı olarak iş görmüştür. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün ürünü olan 1982 anayasası tam da bunun için biçilmiş bir yapıya sahiptir. Cuntanın başı general Evren yedi yıl için cumhurbaşkanı yapılmış, askerin parlamenter sisteme dönüşten sonra dahi siyasi hayatı kontrol altında tutması, rejimin dayatılan sınırların dışına taşmasının engellenmesi için de daha önce var olmayan önemli yetkilerle donatılmıştır. 2007 yılında Nisan ayından beri yapılan büyük tartışmaların altında bu gerçek yatıyor. Aynı tartışma 90’lı yılların başında Özal’ın cumhurbaşkanlığı gündeme geldiğinde de yaşanmıştı. Bilindiği gibi, Özal da Gül gibi bütün itirazlara rağmen seçilmiş, ama yedi yıllık görevinin daha üçüncü yılı içinde aniden ölüvermişti.

Demek ki tabloyu her iki yanından da görmek gerekir. “Cumhurbaşkanını halk seçsin” demek, ABD ile Latin Amerika’da var olan başkanlık ve Fransa’da var olan yarı-başkanlık sistemini savunmak anlamını taşır. Oysa bu sistem parlamenter sisteme göre daha az demokratiktir. “Cumhurbaşkanını meclis seçsin” demek, bu makamın rejim üzerindeki askeri vesayetin temsilcisi rolünü sürdürmesini savunmak demektir. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin çıkarları temelinde bu pozisyonların ne biri savunulabilir, ne öteki. Nitekim, bu tartışma tam da burjuvazinin iç savaşında iki kampı karşı karşıya getirmiştir.

Cumhurbaşkanlığı makamı fuzulidir!

Bugün daha demokratik eğilimdeki kesimlerde ve siyasi akımlarda, 1982 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin önemli bölümünün geri alınması gerektiği konusunda bir anlayış birliği var. En doğru tavrın cumhurbaşkanının yetkilerinin 1961 anayasasındaki gibi sadece devleti temsil ile sınırlanması olduğunu kabul eden de çok. Ama o zaman soruyoruz: cumhurbaşkanına ne gerek var? Devleti temsil görevini parlamentonun başkanı yapabilir. Yarın bir işçi-emekçi iktidarı kurulduğunda bu böyle olacaktır. Parlamentonun yerini alacak olan İşçi ve Emekçi Yüksek Sovyeti ülkeyi yönetecek esas güç olacaktır. Hiçbir tek adam, bu kişi devrimin büyük saygı gören önderlerinden biri de olsa, bu kolektif gücün denetiminden bağımsız olmayacaktır. Artık devletin kendisi işçilerin ve emekçilerin temsilcileri olacaktır. İşte halkın esas sesi olan bu organın başına seçilecek kişi devleti hem içte hem dışta temsil edebilir. Bugün de aynı şey meclis başkanı için geçerlidir. Öyleyse, sadece 1982 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkileri kaldırmayalım, cumhurbaşkanlığı makamının kendisini ilga edelim!

Bugün Çankaya’ya harcanmakta olan büyük para işçi ve emekçilerin ve çocuklarının sağlık ve eğitimine harcanabilir. En az gelişmiş bölgelere hastane ve okul yapmak için kullanılabilir. Ya da fabrikalar yapılabilir, istihdam olanağı yaratılır. Meclisin başkanı da her yaptığı işlemde meclisi temsil ediyor olacağından keyfi, bir bireyin öznel düşüncelerine bağlı hiçbir girişimde bulunma cesaretini kendinde bulamaz.

Ha, meclisi beğenmiyor musunuz? Gelin onun yerine birlikte işçilerin ve emekçilerin doğrudan temsil edileceği bir kurum kurmak için mücadele edelim. Ama tek bir adamı kendi oylarımızla başımıza musallat etmeyelim. Askeri vesayetin devamını sağlayacak bir mekanizmaya destek olmayalım. Cumhurbaşkanlığının kaldırılması için de mücadele edelim! Devrimci İşçi Partisi Girişimi (İşçi Mücadelesi) referanduma yönelik olarak bu düşüncenin aktif propagandasını yürütecektir.


Yaşar Kemal kampanyasından “cumhurbaşkanlığı kaldırılsın!” şiarına

Okurlarımızın bildiği gibi, İşçi Mücadelesi, eski cumhurbaşkanı Sezer’den boşalacak yere Aralık 2006’dan itibaren bu toprakların yüz akı Yaşar Kemal’i aday gösterdi. Dört başka sosyalist grubun katılımıyla Mart-Nisan 2007’de Yaşar Kemal için alçakgönüllü bir kampanya da yürütüldü. Bugün ise cumhurbaşkanlığı kurumunun kaldırılmasını savunuyoruz. Beş aylık bir süre içinde öne sürülen bu iki politika okurlarımızın kafasında soru işareti doğurabilir. Burjuvazinin yönetim organları (ister cumhurbaşkanlığı, ister parlamento, ister belediyeler) var oldukça işçi sınıfının çıkarları, bu organlara seçilerek bunları işçi sınıfının iktidarının yakınlaştırılması için kullanılmasını gerektirir. Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldiğinde işçi, emekçi ve ezilenlerin ortak çıkarlarını temsil edebilecek bir kişinin aday gösterilmesi bu yüzden anlamlı olmuştur. Bu adım işçi sınıfının ve Kürtlerin, burjuvazinin AKP ve ordu önderliğindeki iki kampından bağımsızlaşması ve kendi mücadele ortaklığını kurması açısından da önem taşıyordu. Bugün ise anayasa referandumu vesilesiyle bu kuruma kimin seçileceği değil kurumun kendisi tartışılıyor. İşçi sınıfının çıkarları bu kurumun kaldırılması yönündedir. Ama kurum kaldırılmazsa yine de işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarları açısından en iyi biçimde kullanılabilmesi için yarın da İşçi Mücadelesi var olan kurumlara aday göstermeye devam edecektir.