Aziz Vatan yoldaşın İşçi Mücadelesi'nde çıkmış yazıları (Ali Dehri - 24-08-2009)

Anadilde eğitim tartışması vesilesiyle ulusal sorunda Marksizmi "hatırlamak"

 

 Ali Dehri

2001 yılı sonlarından itibaren, üniversite yönetimlerine verilen toplu dilekçelerle başlayan "anadilde eğitim" talebi eylemleri, giderek orta öğrenim kurumlarını da kısmen kapsayan bir yaygınlık kazandı. Kürt ve Türk öğrencilerin ortak imzalarıyla verilen dilekçelere karşı devletin tepkisi sert oldu. Gözaltılar, tutuklamalar, üniversitelerden kesin ihraca varan cezaların yağdırılması, bu tepkinin karşı-saldırıya dönüştüğünü ortaya koyuyordu. Bir süre sonra üniversitelerce kabul edilmeyen dilekçeler "anadilde eğitim" tartışmasını gündeme taşıdı. Kürt Yurtsever Hareketi'nin bu atağı, kitle eylemleriyle desteklenirken, devlet HADEP'e ve Kürt örgütlerine yönelik saldırısını genişleterek sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor.

"Anadilde eğitim" talebi, konuyu ve dolayısıyla, PKK ve Kürt sorununu toplumun gündemine taşımakla kalmadı, MGK'nın gündemine de soktu. Hükümet ve MGK, eğitimde Türkçe'den başka dile izin verilmeyeceği ve PKK'nın siyasallaşma çabasının engelleneceği yönündeki bilinen çizgisini sürdürme kararlılığını bir kez daha ortaya koyarak tartışmaya kendince noktayı koydu ve Kürt hareketine yönelik saldırısına hız verdi. Kürt Yurtsever Hareketi yönünden, ülke gündemine Kürt sorununu çıkarmayı sağlayan bu çıkış, "anadilde eğitim" sorunu etrafında, parlamento içinde ve hükümette temsil edilen partilerden, AB sözcülerine, sol ve sosyalist parti ve örgütlülüklerden, medyanın bütününe kadar tartışmayı genişletti. Bu arada geniş çizgileriyle talebi destekleyen ve karşısında yer alan görüşlerin karşı karşıya geldiğine tanık olundu. Tartışmanın her iki tarafında da -"anadilde eğitim" talebine karşı çıkan safta zayıf olsa da- kendisini devrimci, sosyalist olarak niteleyen güçler yer aldı. Aslında her iki tarafta da çok daha derin görüş farkları mevcut ise de tartışmanın yüzeyselliği nedeniyle bu durum pek ortaya çıkamadı. Bu koşullarda, sosyalizm adına "anadilde eğitim" konusunda savunulanlara dolaylı da olsa karşılık vermek, Kürt Yurtsever Hareketi'nin görüşleriyle Marksist ilkeler arasındaki kıyaslamayı yapabilmek için, Marksizmin ulusal sorun ve dil sorunuyla ilgili temel görüşlerinin konuyla ilgili bölümüne ana çizgileriyle değinmek gerekmektedir. Kuşkusuz ulusal sorun gibi son derece önemli ve aynı ölçüde hassas olan, bazen ince ayrıntıların bile büyük açı farklarına yol açtığı bir konuda, genel ilkelerin kabulü ve tekrarının bir noktanın ötesinde anlamı yoktur. Soruna anlam kazandıran nokta, pratikte ulusal soruna ve ulusal hareketlere karşı alınan politik tavrın belirlenmesidir. Ulusal sorunda her türden sapmayı, her tür şovenizmi, milliyetçiliği, ulusal dar görüşlülüğü açığa çıkaran da budur. Yoksa, sosyalist mücadelenin tarihi boyunca ilkeleri tastamam savunup, kritik anda -1. Emperyalist Savaş'ta olduğu gibi- kendi burjuvazisiyle saf tutan yüzlerce partinin, örgütün varlığını açıklayamazdık. Yazımızın devamında yer vereceğimiz Marksizmin "hatırlanması" niteliğindeki görüşler, buna ihtiyaç olduğu düşüncesiyle kaleme alınmıştır ve sözünü ettiğimiz uyarıyla birlikte değerlendirilmelidir.

Proleter enternasyonalizmi

Marksist teori ve politikanın en önemli ilkelerinden birisi proleter enternasyonalizmidir. Proleter enternasyonalizmi ilkesi, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişmesinin zorunluluğundan yola çıkar. Buna karşılık kapitalizmi devirmeyi ve sosyalizmi kurmayı hedefleyen işçi sınıfının da mücadelesini dünya ölçüsünde başarıya ulaştırması zorunluluğuna işaret eder. Dolayısıyla, işçi sınıfının tek tek ülkelerde veya dünyanın bazı bölgelerinde devrimi başarıya ulaştırmış olmasının, başarıya ulaştığı yerlerde bile güvence oluşturmadığını ve nihai başarısını dünya ölçeğinde kapitalizmi yıkarak gerçekleştirmesi gereğini belirtir.

Bunun anlamı, önce işçi sınıfının kendi mücadelesini dünyadaki sınıf kardeşlerinin burjuvaziye ve her türden gericiliğe karşı mücadelesinin bir parçası olarak kavraması, dünya işçi sınıfı, emekçileri ve ezilen halklarıyla çok yönlü destek ve dayanışmayı politik mücadelesinin temel önemde çizgisi olarak kabul etmesi ve uygulaması demektir. Sonra da bu anlayışa bağlı olarak, işçi sınıfının kendisini, dünya işçi sınıfının uluslararası ordusunun bir müfrezesi olarak kavraması, politik ve ekonomik alandaki sınıf örgütlerini bu anlayışla şekillendirmesi demektir. İşçi sınıfı partisinin, bir dünya partisinin o ülke veya bölgedeki seksiyonu olduğu/olması gerektiği bilinciyle örgütlendirilmesi, işçi sendikalarının da aynı bilinçle hareket etmesi, ilişkilerini buna uygun biçimde oluşturması demektir.

Ulusal sorunda Marksizmin iki temel ilkesi

Ulusal sorun, çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. Ancak, sorunun en önemli biçimi, tek ulusun egemenliğine dayanan ulusal devletlerde, ezilen ulusların veya ulusal toplulukların, ulusal yönden ezilmeleri, baskı altında tutulmaları, ulusal haklarının gaspıdır. İster sömürgelerde, ister ulus devlet içinde bağımlı uluslara yönelik baskı ve hak gaspı biçiminde olsun ulusal soruna ilişkin Marksizmin programatik ilkeleri aynıdır. Ulusal baskının yaygın, fakat ikincil önemde bir başka biçimi, emperyalizmin bağımlı ülkelere yönelik politik, ekonomik vb. baskısıdır. Burada siyasal yönden bağımsız bir devlet biçimi söz konusu olsa da, emperyalist baskı, başta politik, ekonomik ve askeri alan gelmek üzere çeşitli yönlerden kendisini ortaya koyar. Devlet bağımsızlığı ve ulusal onur zedelenir, emperyalizmin baskısı altındaki ülkede emperyalizme karşı ulusal tepkiler ve mücadele oluşur. Ele aldığımız konu yönünden, ilk biçimdeki ulusal sorunla ilgili ilkeler üzerinde durduğumuzu belirtelim.

Ulusal sorunda, Marksizmin programatik ilkeleri iki biçimde özetlenebilir. Birincisi, ulusların ve dillerin tam eşitliği, tersinden söylersek her türlü ulusal ayrıcalığın reddi; bu ilkeye bağlı olarak ulusların kaderlerini tayin hakkının (UKTH) şartsız savunulması. İkincisi, bütün ulus ve ulusal topluluklardan işçi ve emekçilerin mücadele birliği, dayanışması, siyasi ve ekonomik alandaki işçi ve emekçilerin ortak ve "tek" sınıf örgütlerinde bir araya gelmeleri.

Kuşkusuz işçi sınıfı partisinin Marksizme dayanan siyasal programında ulusal soruna ait çeşitli talepler yer alır. Ancak bütün talepler, yukarıda saydığımız ilkelerden yola çıkarak oluşturulur. Bu nedenle bu ilkelere -ayrıntılı olmasa da biraz daha yakından eğilmek gerekmektedir.

Ulusların ve dillerin tam eşitliği

Ulusların ve dillerin tam eşitliği konusuna girerken bir noktaya dikkat çekmek gereklidir. Burada söz konusu edilen uluslar ve diller konusunda ayrıcalıkların reddi, dolayısıyla hak eşitliğidir. Oysa, uluslar ve diller arasında hak eşitliği sağlansa bile pek çok durumda fiili bir eşitsizlik varlığını uzun bir süre koruyacaktır. Bunun nedeni, hem uluslaşma sürecine giriş zamanının farklılığı, hem de bu sürecin farklı yaşanmış oluşu nedeniyle uluslaşma ve dillerin gelişim sürecinin eşitsiz oluşudur. Ulusların tarihsel süreçte şekillenen, tarihsel olarak oluşmuş istikrarlı topluluklar oldukları, dolayısıyla bu sürecin koşullarının ulusun ve dilin gelişmesi üzerinde hızlandırıcı veya geciktirici çeşitli etkilerde bulunduğunu saptamak gerekir. Burada derinlemesine ele almamızın mümkün olmadığı bu konuda, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, hatta coğrafi etkenlerin rol oynadığını belirtelim. Örnek olarak da kapitalist gelişmenin ivmesinin, ya da ulusal gelişmesini ulus-devlet olarak örgütlenmiş halde sürdürebilmiş olup olmamanın, büyük etkisine dikkat çekmekle yetinelim...

Uluslar arasındaki ayrıcalıkların reddi, uluslara eşitlik tanınmasının, politik yönden en anlamlı ve önemli sonucu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının şartsız kabulü ve savunulmasıdır. Bir devlette uluslardan birisinin devlet kurma hakkı ayrıcalığına sahip olması, diğer ulusların bu haktan yoksun kılınması kabul edilemez. Diğer uluslar için de ayrılarak kendi devletini kurma hakkı hiçbir önşart olmaksızın teslim edilmelidir. Bu hakkın kabul edilmesi, mutlaka ayrı bir devlet kurulmasının savunulması gerektiği anlamına gelmez. Tersine Marksistler tüm koşulların eşit ve devlet içinde yer alan uluslardaki sınıf mücadelesindeki genel gelişim doğrultusunun birbirine yakın olması koşuluyla, büyük devletlerden yanadırlar. Bu konuda emperyalist devletlerin veya diğer sömürgeci devletlerin sömürgeleri ayrı tutulmalıdır. Daha önce sözünü ettiğimiz uluslar ve diller arasındaki fiili eşitsizliğin giderilmesi konusunda ise reddettiğimiz ayrıcalıkların, ezilen uluslar, ulusal topluluklar ve dillere gelişimlerini hızlandırmaları amacıyla bu anlamda kısmen tanınması; kısacası bu alanda daha çok, imkân yaratılması, kaynak ayrılması yoluyla destek olunması gereklidir.

Ulusların kaderlerini tayin hakkının şartsız kabulü, bu hakkın kullanılması isteği gündeme geldiğinde emperyalistlerin sömürgeleri veya diğer devletlerin denizaşırı, ortak sınırı bulunmayan sömürgeleri dışında Marksistlerin mutlaka ayrılmadan yana tavır almalarını gerektirmez. Marksistler ayrı devlet kurma hakkının şartsız savunulmasından yanadırlar ve bu hakkı kullanmak isteyen ulusa karşı zor kullanılmasına karşı dururlar. Ulusların ayrılma taleplerini ise, ülke, bölge ve bir bütün olarak dünya proleter devriminin çıkarları açısından değerlendirerek sonuçlandırırlar. Dünya devrimi yönünden, bu devrimi geliştirip güçlendirecek olan ayrılma talebini destekleyip, buna yönelik propaganda yaparlarken, dünya devrimi yönünden olumsuz ayrılma isteğine karşı, gönüllü birliğin sürdürülmesi yönünde propaganda yaparlar. Bu durumda dahi, ayrılma talep eden ulusun sosyalistlerinin, birlik ve ortak mücadeleye vurguda bulunmaları gerekirken, ayrılma talep edilen ulusun (çoğu kez ezen ulusun) sosyalistlerinin ayrı devlet kurma hakkına saygıya vurguda bulunmaları gerekir.

İşçilerin, emekçilerin mücadele birliği ve ortak örgütlenmesi

Marksizm, toplumun uzlaşmaz sınıf çelişmeleriyle bölünmüş olduğunu, toplumsal gelişmenin asıl itici gücünü oluşturanın, karşıt sınıfların mücadelesi olduğunu, bu mücadelenin toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek olan devrime yol açacağını belirtir. Dolayısıyla, toplumda yer alan sayısız çelişme ve mücadele içinde, sınıf mücadelesine belirleyici rolü tanır. Kapitalist toplum yönünden, asli sınıflar olan burjuvaziyle proletaryanın (işçi sınıfının) mücadelesinin belirleyici önemine ve bu mücadelenin sınıfların ortadan kalkmasına yol açacak topluma (komünizme) giden yolu açacak olan işçi sınıfının devrimci demokratik iktidarına götüreceğini belirtir. Bundan dolayı, işçi sınıfının tarihsel rolünü gerçekleştirebilmek için güçlerini sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre birleştirmesinin, işçi sınıfının ve emekçilerinin mücadele birliğinin ve dayanışmasının tayin edici önemine dikkat çeker. Bu yüzden de işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin sınıf esasına göre gerçekleşmesinin önemini vurgular. İşçi sınıfı ve emekçilerin siyasal ve ekonomik alanda örgütlerinin, uluslara, ulusal topluluklara göre bölünmesine karşı çıkar. İşçi sınıfı ve emekçilerin ortak ve "tek" sınıf örgütleri içinde birleşmesini öngörür. Yani bütün uluslardan, ulusal topluluklardan işçilerin ortak sınıf partisinde ve sendikalarda vb. birleşmesini ve mücadelesini savunur. Burada "tek" sözcüğünü tırnak içine almamızın nedeni, sınıfın tek partiye sahip olmasını özel bir anlamda belirttiğimizi vurgulamak içindir. Elbette kapitalist toplumda işçi sınıfı da homojen değildir ve birden fazla siyasal partiyle, sendikayla sınıf mücadelesinde yer alması doğaldır. Burada anlatılmak istenen aynı siyasal programa ve mücadele anlayışına sahip işçilerin ulusal, dinsel vb. esasa göre partilere bölünmemeleri, tek ortak partide bir araya gelmeleridir.

Ancak bu ilke, aynı devlet sınırları içinde mücadele eden işçilerin mutlaka "tek" parti içinde bir araya gelmeleri gerektiği anlamına da gelmez. Aynı devlet sınırları içinde, farklı toplumsal çelişkilerin belirlediği bölgelerde, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan, ulusal çelişmelerin yol açtığı gelişme dinamiklerinin toplumsal devrimin gelişmesi üzerinde oynadığı rol belirleyici önemde olabilir. Bu durumda işçi sınıfı partisinin devrim sürecinin bu özelliğini, gelişmenin toplumsal çelişmelerin biçimlenmesine bağlı eşitsiz özelliğini dikkate alması ve bunun gereklerine uygun biçimde ayrı örgütlenmeyi gerçekleştirmesi kaçınılmaz olabilir. Burada da. dünya devriminin menfaatleri ön plandadır ve aynı devlet sınırları içerisinde örgütlenen işçi sınıfı partisinin aynı partinin seksiyonları halinde örgütlenmesi tercih edilir; ancak bu tercih mutlaklaştırılamaz. Elbette, işçi sınıfının Dünya Partisinin seksiyonları veya bölgesel örgütlenmesinin alt seksiyonları olarak örgütlenme gereğinin bu anlayışla birleştirilmesi büyük öneme sahiptir.

Yukarıda belirttiğimiz koşullarda, ulusal çelişmenin toplumsal ve siyasal mücadeleyi belirlediği, toplumsal kurtuluşa giden yolun, ulusal çelişmeden yola çıkılarak işçi sınıfı iktidarına giden yolu açtığı bir sürekli devrim sürecinin varlığı söz konusudur. Bu durum ülke, bölge ve dünya devrimine giden yolun açılması yönünden elverişlilik sağlamaktadır ve örgütsel alanda bunun gereklerine uygun davranılmalıdır. İkincisi, aynı devlet sınırları içinde ezen ulusun işçi ve emekçilerinin şovenizmin etkisinde kalmaları nedeniyle sağlanamayan güven duygusunun, ortak mücadele içerisinde sağlanmasına çalışılması ve enternasyonalizmin egemen kılınması için bir sürece ihtiyaç olabilir. Ortak örgütlenmenin önündeki engel sadece bu ise, bu durum aşılması gereken bir olumsuzluk olarak görülmelidir. Ancak her koşulda, işçi sınıfının örgütlenmesi nüfusun ulusal bileşimine göre ayrı örgütlere bölünmek olamaz. Aynı devlet sınırları içinde, devrim sürecinin parti stratejisini farklı kıldığı, ulusal çelişmelerin bu strateji farklılığını belirlediği bölgeler ayırt edilebilir. Her koşulda tek tek ayrı bölgelerde yer alan bütün işçi ve emekçilerin hangi ulus ya da ulusal topluluktan olursa olsun ortak sınıf partisinde birleşmeleri gereklidir. Ezilen ulusun ulusal mücadelesinin, siyasal mücadelenin başrolünü oynadığı bölgede yer alan ezen ulustan işçi ve emekçilerin, ulusal mücadelede yer alan bölgedeki sınıf partisinde birleşmeleri gerektiği gibi, ezen ulusun bölgesindeki partide de ezilen ulustan işçi ve emekçilerin yer alması gerekir. Bu durum, ezilen ulusun mücadelesinin birden çok devleti kapsayan bir bölgede olması halinde de geçerlidir.

"Anadilde eğitim" sorunu

Marksizmin ulusların ve dillerin tam eşitliğini savunduğunu ve bu eşitliğin hak eşitliği anlamına geldiğini belirtmiştik. Bu anlayışın en önemli somut sonuçlarından birisi resmi devlet dilinin reddi, en azından devlette yer alan tüm uluslara ait dillerin ayrıcalık gözetilmeksizin resmi dil olarak kabulü ve kullanılmasıdır. Ekonomik ve toplumsal yaşamın koşulları, diğer dillerin öğrenilmesi ihtiyacını -bazı diller için çok fazla, diğerleri için çok daha az- gerekli kılar. Ancak bu devletin resmi kurumlarında herhangi bir dile ayrıcalık tanınmasını haklı çıkarmaz. Devlet, kurumlarında bütün dillerin kullanılabilmesi için gerekli önlemi almak zorundadır. Devlet bu önlemleri aldığında, toplumsal ve ekonomik yaşamın gerekleri nedeniyle, çok az sorunun ortaya çıkacağı ve sorunun bunu gerçekleştirmemenin yol açtığı sorunların yanında çok küçük kalacağı görülecektir.

Çok uluslu bir devletin örgütlenmesinde, nüfusun ulusal bileşimine bağlı olarak bölgelerin tespiti ve bu bileşimi dikkate alan bir yönetim yapısının oluşturulması önemlidir. İster özerk bölgeler, ister devletler federasyonu biçiminde örgütlensin ya da her ikisinin bileşiminden oluşan bir devlet yapısı söz konusu olsun, ulusal bölgelerin tespitinde devletin o andaki idari yapısı esas alınamaz. Nüfusun ulusal bileşimini dikkate alan ve bölgede yapılacak oylamayla sonuçlandırılacak olan, bölgelerin tespiti sonrasında yerel yönetimin şekillendirilmesi, yetkilerin, görevlerin ayrıştırılması mümkün olabilir.

Konumuz açısından, bizi dil ve dille ilgili eğitim sorunu ilgilendirmektedir. Resmi dil uygulaması özerk bölgedeki yerel yönetimler yönünden de söz konusu değildir. Asıl ilgilendiğimiz eğitim dili sorunu yönünden ise, başlangıçta bir kavram kargaşasına son vermek zorunludur. Anadilde eğitim, yani bütün eğitim müfredatının anadilde yapılması ile anadil eğitimi arasındaki farka işaret edilmelidir. Marksizm, ulusal yanı bulunan edebiyat, tarih, dil eğitimi gibi farklılıklar dışında bütün okullarda eğitim müfredatının ortak olmasını savunur. Ortak eğitim müfredatının savunulması, bu müfredatın demokratik, laik ve bilimsel içeriğe sahip kılınması mücadelesiyle el ele gider. Müfredatın ulusal ya da dini farklılıkları esas alması kabul edilemez.

Aynı biçimde okulların uluslara göre bölünmesi de Marksizm yönünden savunulamaz. Ülkenin çeşitli bölgelerinde, eğitimde hangi dilin esas alınacağını bölge halkı belirleyecektir. Belirlenen dilde gerçekleştirilecek eğitim, ayrı anadile sahip olan ve isteyen her öğrencinin kendi dil eğitimini, tarih ve edebiyat gibi ulusal aidiyet ve dille ilgili yanı bulunan dersleri ayrıca görmesini mümkün kılacak bir düzenlemeyi gerçekleştirebilecek tarzda organize edilir. Devlet, eğitime ayrılan fonlardan, bu öğrenciler için öğretmen, derslik, ders kitap araç ve gereçleri gibi ihtiyaçlara yeterli bir fon ayırmak zorundadır. Bir okulda bu talebi bir öğrenci dile getirse bile, bunun koşulları yaratılabilir, yaratılmalıdır. Elbette okullar dışında ulusal dilleri öğreten kurumların varlığını, ulusal dilde yayın dahil her türlü yayın olanağını savunmak tartışmayı bile gerektirmeyen görevdir. Sonuç olarak, Marksistler yönünden anadilde eğitim nüfusun ulusal bileşimi ve bölge halkının talepleri dikkate alınarak belirlenecek eğitim dilinin anadille çakışması halinde mümkündür. Anadil eğitimi ve ulusal aidiyetle ilgili yanı bulunan derslerdeki eğitim ise devlet sınırları içinde nerede olursa olsun her öğrenciye tanınan bir hak olarak kavranmak ve uygulanmak durumundadır.

Ulusal asimilasyon sorunu

Marksizm yönünden, kapitalizmin ulusal sorunda iki tarihsel eğilime yol açması söz konusudur. Kapitalist gelişmenin başlangıç aşamasında ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, ulusal baskıya karşı mücadele ve ulusal devletlerin yaratılışına yönelme söz konusudur. Olgunlaşmış kapitalizmin eğilimi ise bir yanıyla uluslar arasındaki ilişkilerin gelişmesi, ulusal bölünmelerin aşılması, sermayenin, ekonomik yaşamın, politika, bilim ve kültür alanındaki uluslararası birliğin gelişmesi iken, diğer yanıyla, özellikle emperyalizmin, uluslar arasında düşmanlıkları körüklemesi, ulusların çatışmasından kendi sömürü ve hakimiyeti için yararlanmasıdır.

Kapitalizmin bu ikinci tarihsel eğilimi, olumlu yanıyla ulusal farkların silinmesi, ulusların benzeşmesi yönünde ilerler. Giderek güçlenen bu eğilim, kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin en önemli etkenlerindendir. Ancak bu eğilime ilişkin söylenenler mutlaklaştırılmamalıdır. Emperyalizmin, yoğun baskısı, ideolojik ve kültürel alanlardaki saldırısı, ulusların her türden benzeşmesinin ilerici olduğu sonucuna götürmemelidir. Holivut sinemasından McDonalds'a, pop müzikten modaya, kadın cinselliğinin metalaştırılmasına kadar emperyalist çürümüşlüğün ürünü olan benzeşme, elbette olumlanamaz; tersine kararlılıkla kültür emperyalizmine karşı mücadeleyi gerektirir.

Dolayısıyla, ulusal asimilasyon (ulusal özümleme), bir başka ifadeyle, ulusal özelliklerin yitirilişi ve başka bir ulus haline geliş sorunu, yukarıda belirttiğimiz tarihsel eğilimin bu yönü dikkate alınmadan değerlendirilemez. Marksistler bu tarihsel eğilime uygun, herhangi bir baskıdan uzak, gönüllü ulusal özümlemeyi ilerici, hatta kaçınılmaz görürler. Ancak bir ulusun baskıyla, başka bir ulus içinde eritilmesini amaçlayan ulusal özümlemeye, yani zorla asimilasyona kararlılıkla karşı çıkarlar, bunun en küçük belirtilerine karşı mücadele ederler. Kültür alanında ise ulusal kültürün bütünüyle savunulması, Marksistlerin işi değildir. Bütün ulusal kültürler içindeki demokratik, sosyalist, ilerici öğeleri, demokratizmin ve işçi hareketinin uluslararası kültürünün bir parçası olarak kavramak, sahiplenmek ve geliştirmek kaygısı Marksistlere aittir. Tarihsel yönden ulusların süreç içerisinde ortadan kalkacağını öngören Marksistlerin tarihsel yönden ulusların veya ulusal kültürlerin korunması gibi bir sorunları yoktur. Emperyalist kültüre karşı mücadele gereği bununla çelişmez; çünkü, bu kültürün demokratik olmakla, ilerici olmakla ilişkisi yoktur. Marksistlerin sorunu, uluslara ve ulusal kültürün varlığına, geliştirilmesine karşı baskıya, zora başvurulması konusunda kararlılıkla karşı durulması gereğinin kabulü ve bu doğrultuda mücadelededir.

Marksistlerin ulusal hareketin talepleri konusundaki tutumları ne olmalıdır?

Ulusal sorun son derece hassastır, dolayısıyla, her somut durumun ilkelerden yola çıkarak doğru bir analizle değerlendirilmesi ve doğru bir tavır geliştirilmesi gerekir. Bu yönden ince sınırların, bazen ayrıntıların, çok önemli sayılması gereken olumlu ya da olumsuz sonuçlara yol açması mümkündür. Sözgelimi, kapitalizmin tarihsel eğiliminin, ulusların ulusal farklılıkları aşılması yönünde olduğunu belirterek ulusların kaderlerini tayin hakkını savunmanın gerici olduğunu söylemek, doğru öncüllerden yanlış sonuca ulaşmanın örneğidir, ulusal zorbalığa, baskıya, şovenizme istemeden de olsa destek olma sonucuna götürür. Aynı biçimde UKTH'nin savunulmasıyla, bu hakkın kullanılışının her durumda benimsenmesi, ülke, bölge ve dünya devrimi olması gereken kerteriz noktasından uzaklaşılması, milliyetçiliğin daha az tehlikeli bir türüne (ezilen ulus milliyetçiliği) destek olunması sonucunu doğurabilir.

Marksistler bu durumu dikkate alarak, kendi bağımsız anlayışlarını ve ulusal soruna ilişkin programlarını şekillendirirler. Ulusal hareketin talepleriyle ilgili ise, ikili bir tutum izlerler. Her durumda kendi programlarını savunur ve propagandasını yaparlarken, ulusal hareketin bu programla örtüşen taleplerini kararlılıkla desteklerler. Ulusal hareketin, ulusların ve dillerin hak eşitliği alanında kalan, ancak Marksist ilkeler yönünden olumsuzluklar içeren taleplerine hakların ve dillerin eşitliği çerçevesinde, hak eşitliğini savunmanın gereği olarak destek verirken, bu taleplerin olumsuz yönlerini eleştirmekten geri durmazlar. Ulusal hareketin kendi ulusu ya da dili lehine ayrıcalıklar istemesi, ya da bir başka ulus veya dile yönelik milliyetçi politikalarına ise açıkça karşı dururlar. Bu karşı duruş sırasında ezilen ulus milliyetçiliğini, ezen ulus milliyetçiliğiyle eşit tutma hatasına düşmeden, ancak işçi sınıfının her türden milliyetçiliğe karşı eğitilmesi gereğinden yola çıkarak mücadelelerini yürütürler.

Ulusal sorun alanında, politika belirlemek genelde kolaysa da somutta güçtür, hem ilkelere özellikle proleter enternasyonalizme bağlılığı, hem de politik esnekliği gerektirir. Özellikle emperyalist hegemonya mücadelesinde, ulusal sorun üzerine yapılan hesapların önemli yer tuttuğu günümüzde, tuzaklarla dolu bu sorun karşısında doğru tutum almak son derece önemlidir. Marksizmin kaba yorumuna dayanan her türlü deformasyonuna karşı, devrimci Marksistlerin bıçak sırtında yürümeyi başararak enternasyonalizmin ve devrimin bayrağını yukarıda tutmalarının önemi, her zamankinden daha fazladır.

Mart 2002

  

Türk faşizminin değişmeyen hedefi ve "değişen" MHP'nin taktik atağı

Ali Dehri

18 Nisan 1999 seçimleri, siyasal sahnede yer alan güçler arasında MHP'yi baş aktörlerden birisi haline getirdi. Yaklaşık 70 yıllık Türk faşist hareketinin tarihinde ilk kez gerçekleşen kitle desteğindeki bu yükseliş gözlerin MHP üzerine çevrilmesine yol açtı. Seçimler sonrasında DSP ve ANAP ile oluşturduğu koalisyon hükümetine katılan MHP, bir yandan uyumlu bir hükümet ortağı görüntüsü çizerek, büyük burjuvazinin TSK'nın, devlet bürokrasisinin ve özellikle ABD emperyalizminin güvenini kazanmaya ve bu güçlerle ilişkilerini geliştirmeye çalışırken, diğer yandan devletin olanaklarından kendi taraftarı burjuvaları yararlandırmak, devlet içinde özellikle kontrolündeki bakanlıklarda kadrolaşma sağlama, faşist katiller yararına af-infaz yasaları çıkarmak veya çeşitli müdahalelerde bulunmak, başta KAMU-SEN gelmek üzere sendikalar üzerinde operasyonlar gerçekleştirmek yolunu tuttu. "Mezarda emeklilik" yasasından, sayısız özelleştirmeye, işçi memur emekli maaşlarının budanmasından, İMF ile yapılan kölelik antlaşmalarına tütün bitkisi gibi tarımsal ekim alanlarının sınırlandırılmasından, tarımda taban fiyatlarının düşürülmesine desteklerin kaldırılmasına kadar her alanda geniş işçi ve emekçi kitlelerin karşısında yer alan MHP, bütün bunlara istemeden razı oluyormuş ve sınırlandırmaya çalışıyormuş görüntüsü çizmeye de çaba gösterirken, faşizmin klasik ikiyüzlü politik tutumunu ve demagojisini de ortaya koymayı ihmal etmedi.

Özellikle Mayıs ayında Ecevit'in Başbakanlık görevini yerine getirmesini büyük ölçüde engelleyen hastalığının gizlenemeyecek bir aşamaya gelmesinden sonra, AB ile ilişkilerin geldiği noktada atılması gereken yasal adımların yarattığı anlaşmazlıkları da fırsat bilen MHP, özellikle iki konudaki farklı tutumunu öne çıkardı. "İdam" ve "ana dilde eğitim" sorunlarında taviz vermeyeceğini belirterek tabanı ve kadrolarındaki hoşnutsuzluğu gidermeye, % 30'ları aştığı tespit edilen AB karşıtlarının desteğini almaya yönelen politikasını ısrarla savunmaya başladı. MHP hükümette kalarak bu politikasını başarıya ulaştıramasa bile, muhtemel erken seçim hükümetinin dışında kalarak sert bir muhalefet yürütmeyi hedeflemektedir. Böyle bir ortam oluştuğunda MHP'nin bir yandan şovenizmi güçlendirirken, diğer yandan "sütten çıkmış ak kaşık" rolünü oynayarak hükümetteki sorumluluğunu unutturmaya çalışması, işçi ve emekçilerin hakkını, çıkarlarını savunduğu demagojisine dayanan propagandasını etkin bir kampanyaya dönüştürmesi kaçınılmazdır. Siyasal alanda yer alan güçlerin, özellikle sol-sosyalist siyasal güçlerin durumu dikkate alınırsa MHP'nin zayıflayan kitle desteğini yeniden güçlendirmesi mümkün olabilir.

Dünyada faşist hareketin tarihi, faşizmin gerek demagojik propaganda gücünün, gerekse de siyasal taktik esnekliğinin ciddiye alınması gereğini ortaya koymuştur. Bazı dönemlerde aptalca görünen, alay edilen faşist propagandanın, koşullar elverişli hale geldiğinde geniş emekçi kitleleri peşinden sürükleyebildiğini dolayısıyla bu alandaki mücadelenin büyük önem taşıdığını tarih bize öğretmiştir.

Türk faşist hareketinin tarihi de, gerek propaganda, gerekse de siyasal taktikler yönünden dikkatle ele alınması gereken bir çeşitliliği ve esnekliği ortaya koymaktadır. Bu yazıda, Türk faşizminin hedefleriyle, uyguladığı siyasal taktiklerin geçmişten günümüze gelişimini ana çizgileriyle ortaya koymaya çalışacağız.

Faşizmin Temel Hedefleri

Faşist hareketin, ırkçılığı, şovenizmi, militarist niteliği, siyasal ve askeri yayılmacılığı savunması, büyük sermayenin çıkarları ile buluşarak onun keskin kılıcı rolünü oynaması işçi sınıfı, emekçiler, tüm ezilenler, demokratlar ve devrimciler üzerinde terör estirmesi vb. pek çok özelliğinden söz etmek mümkün. Ancak faşizmi burjuvazinin diğer akımlarından ayıran temel özelliğiyle bir çoğundan ayıran iki önemli özelliğini tespit etmeliyiz. Herşeyden önce, faşizm işçi sınıfının siyasal, ekonomik, toplumsal alanlarda yer alan bütün örgütlülüklerinin tasfiyesini amaçlar. Bu faşizmi diğer gerici siyasal güçlerden ayıran temel özelliktir. İkincisi, faşizm siyasal tekel kurmayı, yani devleti bütünüyle ele geçirmeyi ve siyasal rakiplerini tasfiyeyi amaçlar. Bu tekel gerçekleşip faşist diktatörlük kurulmaksızın, faşizm siyasal amaçlarına bütünüyle ulaşamaz. Üçüncüsü, faşizm korporatist amaçlarına uygun olarak toplumu yeniden şekillendirmeye çalışır. Sınıflar arasında çatışma yerine uyumu savunarak, her alanda kendi kitlesel örgütlülüklerini yaratarak veya bu amaçla kullanabileceği örgütleri ele geçirerek toplumsal tabanını geniş ve örgütlü hale getirmeye çalışır. Siyasal iktidar tekelini kurduğu koşullarda bu örgütler, bürokratikleşirler ve devlet cihazına entegre olurlar. Faşizm açısından kilit sorun siyasal iktidardır. Dolayısıyla faşist hareket, bütün propagandasını güçlerinin düzenlenişini, siyasal taktiklerinin tümünü siyasal iktidarın ele geçirilmesi hedefine tabi kılar. Bu yüzden de zaman zaman, toplumda faşist hareketin değiştiği, sistemin klasik partilerine dönüştüğü yanılgısına yolaçan taktik değişiklikler uygular.

Türk faşizminin ortaya çıktığı 1930lu yıllardan bu yana uyguladığı taktikleri ele almak gerçeğin kanıtlarını sunacaktır.

1940'lı Yıllar: Türk Faşizminin İlk Atağı

Türk faşizminin ideolojisini, Türkçülük- Turancılık (Pan-Türkizm) olarak tespit ve ifade ettiğini biliyoruz. Türkçü-Turancı fikirlerin ortaya çıkışının faşizmin ortaya çıkışından çok önce filizlenen Türk milliyetçiliği akımının, 1910'lu yıllarda geliştirdiğini de biliyoruz. Kırım'da Gaspıralı İsmail, Azerbaycan'da Ahmet Ağaoğlu, Kazan'da Yusuf Akçura gibi, Çarlık Rusyası'nda yaşayan Türkler tarafından geliştirilen Türk milliyetçiliği fikri, bütün Türkleri Turan adı verilen tek yurt ve bayrak altında birleştirme yönünde evrildi. Özellikle 1910'lu yıllarda Osmanlı aydınları ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde geniş kabul gördü. Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar ve Yusuf Akçura'nın geliştirdiği bu akım 1914'teki 1. Emperyalist Savaş sırasında bir tür resmi doktrin haline geldi. Bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi sonrasında, Turancılığı benimsemiş bulunan Enver Paşa'nın Türkistan serüveninde de rol oynadı. Enver Paşa'nın sovyet rejimine karşı 1922'deki Basmacı ayaklanmasına katıldığı sırada, Kızıl Ordu ile çarpışırken öldürülmesi ile ilk dönemini kapattı.

Bu dönemdeki Turancılığın özellikle İttihat ve Terakki'nin dış politikasında yer tuttuğunu, ve İslami düşüncelerle harmanlanmış bulunduğunu belirtmek gerekir. Zaten Orta Asya'daki Türki toplumların gelişme düzeyi Türk milliyetçiliğinin etkin olmasına imkan tanıyacak düzeyde değildir. Aşiret örgütlenmesinin ve göçebeliğin yaygın olduğu, ekonomik alanda geri bir tarım hayvancılık faaliyetinin esas olduğu bu toplumlarda Turancılığın güçlü bir yankı bulması beklenemezdi. Bakü dışında önemli bir sanayi kentinin bulunmadığı bu coğrafyada, İslami düşünceler daha fazla etki gücüne sahipti. Enver Paşa ve diğerlerinin Turancılığı da böyle bir ton taşıdı.

Ayrıca İttihat ve Terakki'nin özellikle dönemin Kontr-gerillası Teşkilat-ı Mahsusanın en etkin önderlerinin bir kısmının Türk olmayışıönemli bir ölümünün Çerkes oluşu da, Turancılığın başlangıçtaki İslami görüşlerle harmanlanışını ve siyasal propaganda amaçlı oluşunu açıklayabilir. Yoksa Çerkes, Süleyman Askeri'lerin, Eşref Kuşçubaşı'ların, İzmit'li Mümtaz'ların, Fethi Okyar'ların, Çerkes Reşit'lerin vb. pan-Türkist amaçlar için mücadele ettiklerini açıklamak güç olurdu.

1930'larda İtalyan faşizminin ve Alman Nazizminin etkisiyle şekillenmeye başlayan Türk faşizmi, ilk önemli çıkışını 2. Emperyalist Savaş'ın Alman Nazizminin lehine seyrettiği dönemde 1910'lardaki Turancılığı 1940'lara taşıyan iki isim 1917 Ekim Devrimi sonrasında 1920'de kısa sürede yıkılan Başkırdistan Devlet Başkanı olan Zeki Velidi Togan ile Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa (Nuri Killigil) oldu. Hitler Almanyası'nın desteğiyle palazlanan Türk faşistleri 1941'de Alman ordularının Kafkasya'ya ilerlemesiyle seslerini yükselttiler. Çok sayıda faşist yayın çıkmaya başladı. 1930-40'lı yılların faşizmi Hitler'e ve nazizme hayranlıkla belirlenir ve Alman nazizminin emrine gitmeye hazır oluşuyla dikkati çeker. İdeolojik yönden Alman Nazizmine fazlasıyla benzemektedir. Koşullar Nazi partisi tarzında siyasal ve kitlesel örgütlülükler yaratmasına izin vememektedir. Ancak savaşın seyri devlette, basında ve sermaye çevrelerinde Hitler yanlısı bir ortam yaratmıştır. Cumhuriyet gazetesinin Almancı tutumu ve Türkçülüğüyle övünen Şükrü Saraçoğlu'nun 1942 Ağustos'unda Başbakan oluşu bu gelişmenin hem örneği hem de sonucudur.

Bu dönemde Türk faşizminin taktiği başarısını büyük ölçüde Hitler'in zaferine bağlamıştır. Alman nazizminin başarılarıyla devlet içindeki dengeler ve toplumdaki yöneliş, Türk faşistleri lehine olmaktadır. Faşistler bir yandan hükümeti ve yüksek biürokratları etkilemeye çalışırken, Nuri Killigil (Nuri Paşa) ordu içinde Nazi yanlısı bir grup örgütlemeye yönelmiştir. Nazi Almanyası'nın baskısı ve askeri darbe yöntemi faşist taktiğin siyasal iktidarı ele geçirme planının esasını oluşturmaktadır. Nazi Almanyası da Türk faşistlerini desteklediği gibi, Sovyetler Birliği'nde Türk ve müslümanları, Balkanlar'da müslümanları silahlandırarak hizmetine almaya yönelmiştir.

Kaderini Hitler Almanyası'na bağlayan Türk faşistlerinin düşüşü Almanya'nın Stalingrat yenilgisiyle birlikte başlamış ve Alman yenilgisinin kesinleştiği 1944'te darbe yemeleriyle sonuçlanmıştır. Komünistler ve solculara yönelik saldırılarını, Stalingrat sonrası hükümete yönelik tepkilere kadar genişleten Türk faşistleri 1944 Mayı'ında tutuklandılar. Ve kovuşturmaya uğradılar. Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan vd. yargılandılar. İnönü 1944'ün 19 Mayıs Bayramı konuşmasında, Turancılığı Türkiye Cumhuriyeti milliyetçiliğiyle bağdaşmayan bir tehlike olarak ilan etti ve böylece Türk faşistleri ilk iktidar hamlelerini yenilgiyle kapattılar.

1944'teki ırkçılık-Turancılık davası, 1947 yılında beraatla sonuçlandı. Artık güç dengeleri değişmişti ve Türk faşistleri etkin bir güç olacak durumda değillerdi.

1965-80: Türk Faşistlerinin Yükselişi ve Yeni Taktiği

Türk faşistleri, 1960'lı yıllara kadar etkin bir güç olamadılar, dar ve tecrit olmuş bir çevre olarak kaldılar. Dönemin koşulları dış desteğin oluşuna imkan vermiyor, içerideki koşullar sınıf mücadelesinin gelişim düzeyi, burjuvazi ve devlet açısından Türk faşistlerinin gelişme fırsatı yaratmalarını imkansız kılıyordu.

Ancak Türk faşistleri 27 Mayıs askeri darbesi içinde Albay Alparslan Türkeş öncülüğünde yer aldılar. 27 Mayıs 1960 sonrasında iktidara el koyan Milli Birlik Komitesi içinde bir azınlık olarak kalan Türkeş ve ekibi, ordunun iktidarı elde tuttuğu sürede yeni bir darbe tezgahlamanın hesabı içindeydiler. Ancak yenilgiye uğradılar ve 14 MİSK üyesi içinde yer alarak sürüldüler.

Sürgünden dönen Türkeş, 8 MİSK üyesiyle birlikte 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katıldı ve Osman Bölükbaşı'nın kendi isteğiyle Genel Başkanlığı bırakıp partiden ayrılmasıyla 30 Temmuz 1965'teki Kongre'de genel başkanlığa getirildi. Böylece Türk faşistlerinin tarihinde yeni bir sayfa açılmış oldu.

1971 12 Martı'yla 1973 Eylül'üne kadar 2,5 yıllık bir kesintiye uğrayan bu dönemde Türk faşistleri 1969 Adana Kongresi'yle CKMP adını değiştirdiler ve Milliyetçi Hareket Partisi adını aldılar. Yukarıda belirttiğimiz 12 Mart kesintisini hatırda tutmak kaydıyla bu dönemin 1965-69 arasını hazırlık dönemi olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde bir yandan ideolojik yönden koşullara uygun düşen, İslam dinine karşı olumlu bir yaklaşımla sahiplenme, ve geçmiş dönemin nazizmin etkisi niteliğindeki "zararlı" yönlerini törpüleme gerçekleştirilirken ( Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman) örgütsel yönden "Başbuğ"un tartışmasız hakimiyetine dayanan sıkı hiyerarşik örgütlenme gerçekleştirilmiş, Ülkü Ocakları kitlesel faşist örgütlenmelere yönelinmiş, askeri yönden 1967'den itibaren solculara karşı "komando kampları"yla eğitimden geçirilen gençlerden oluşan paramiliter örgütlenmelere gidilmiştir. Paramiliter örgütlenme, MHP ve Ülkü Ocaklarıyla içiçedir.

1970-1980 dönemi ise, Türk faşistlerinin siyasi iktidarı ele geçirme çabasının başlıca üç koldan yürütüldüğü bir dönemdir. Faşist taktik öncelikle işçi sınıfının ve devrimcilerin yükselen mücadelesini ezerek, sokağa hakim olmayı ve bu yolla, burjuvaziyi kendisine mecbur kılarak desteğini almaya çalışmaktadır. İkincisi, kitle desteğini güçlendirerek parlamentoda güç olmayı, kitlesel örgütlenmesini geliştirmeyi, siyasal dengeleri etkilemeyi, hükümete katılarak veya destek vaadederek pazarlıklar yaparak devlet bürokrasisi ve polis içinde örgütlenmeyi kısacası devlet içinde kadrolaşarak devleti içerden ele geçirmeyi hedeflemektedir. Nihayet, ordu içinde örgütlenerek mevziler kazanmaya, uygun anda gücü yeterse askeri darbe yapmaya veya bir çıkış anında orduyu kendisine karşı harekete geçmemeye yöneltmeye çalışmaktadır. Bu üç taktik, birbirini destekler ve tamamlar niteliktedir. Birisi diğerinin karşısına konamaz.

Sokağa hakim olarak, işçi sınıfı ve devrimcilerin mücadelesini ezme taktiği, esas olarak 1970'te başlamıştır. 1970 öncesinde, daha çok İslami gericilik devrimcileri karşısına çıkarılmıştı. 1969 Kanlı Pazarı'nda saldıranlar, Mehmet Büyüksevinç, Battal Mehmetoğlu, Hüseyin Aslantaş gibi devrimcileri katledenler İslamcı gericilerdir. Ülkü Ocakları ve MHP'nin sahneye çıkışı 1970'te başlar. 12 Mart sonrasında ise yükselen solun ve güçlenen sosyalistlerin karşısına dikilen güç, faşist MHP ve Ülkü Ocakları'dır. Özellikle 1975'ten itibaren devrimcilerin ve işçi sınıfının mücadelesinin yükselişine paralel olarak gelişmiştir. Bu dönemin bir başka özelliği devrimci demokrat hareketin kitle örgütlerinin karşısına aynı alanda faşist örgütlerin çıkarılmasıdır. POL-DER karşısına POL-BİR, DİSK'in karşısına MİSK, öğretmenlerin, teknik elemanların, memurların dernekleri karşısına aynı zamanda faşist dernekler çıkarılmıştır. Mücadeleyi değil, mücadele edenleri engelleyip sindirmeyi amaçlayan bu örgütler, örneğin MİSK gibi sarı sendika konfederasyonu fazla etkili olamamış, ancak yine de devletle ve burjuvaziyle ilişkileri nedeniyle faşizmin lehine rol oynamışlardır. Sokağa tümüyle hakim olmayı başaramayan faşistler, o günlerin çatışmalı ortamında belli mahalleleri kontrol altında tutmakla yetinmişlerdir, yüzlerce devrimciyi katletmişler, Maraş'ta doruğuna varan, Malatya, Çorum, Sivas gibi illerde Alevilere yönelik katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Yine 70'li yılların ikinci yarısında devrimci-demokrat aydınlara, Kemal Türkler gibi sendikacılara ya da seçilmiş aydınlardan oluşan hedeflere (Abdi İpekçi, Cevat Yurdakul gibi) hatta CHP milletvekillerine yönelen saldırılarda bulunmuşlar, cinayetler işlemişlerdir. Ancak MHP bu dönemde başarılı olmuş, kitle desteğini arttırmasına ve bir kısım burjuva ve bürokratın sempati ve desteğini kazanmasına rağmen, devrimcilerin direnişini kıramamış, işçi sınıfının karşına çıkmasına rağmen bütün alanlarda var gücüyle dikilmeyi göze alamamıştır.

MHP'nin genel seçimlerde aldığı sonuçlar %3 oyla 1969'da 1, % 3.4 oyla 1973'te 3, 1977'de ise %6.4 oyla 16 milletvekili çıkarmasına imkan vermiş ve yıllar içerisinde yükselen bir grafik çizmiştir. Bu gelişmeye ve sokakta artan gücüne paralel olarak da, hükümet ve devlet bürokrasisi içindeki gücünü arttırmıştır. 1974'ün ikinci yarısında 3 milletvekiliğine rağmen 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde hükümet ortağı olmuş, Temmuz 1977'den Ocak 1978'e kadar süren 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde de daha etkin bir güç olarak yer almıştır. 1979 sonundan, 1980 12 Eylül'üne kadar da çeşitli tavizler karşılığı AP hükümetini desteklemiştir. Dönemin tümü boyunca devlet dairelerinden ortaöğretim kurumlarına ve polise, MİT'ten, belediye ve üniversitelere kadar kadrolaşmaya yönelmiştir. Bu örgütlülükler mahallelerden köylere, üniversite ve liselere kadar geniş bir alanda oba örgütlenmesi adıyla gerçekleştirilmiştir, bunların önemli bir bölümü silahlı saldırılarda da yer almıştır.

MHP ordu içinde üst düzeyde -ideolojik yönden bütün paralelliğine rağmen- sınırlı bir etki de bulunmuş orta kademede daha çok taraftar bulmuş, alt kademede ise kısmi örgütlülükler sağlamıştır. Ancak MHP'nin ordu içindeki gücü dengeyi kendi lehine çevirmeye teşebbüs edebilecek bir boyuta ulaşamamıştır. Öte yandan MHP ile MİT'in bir kanadı ve Özel Harp Dairesi ( Türk kontr-gerillası) arasında sıkı bir ilişki olduğu, birçok operasyonda MHP'lilerin yer aldığı, örgüt bünyesinde çok sayıda MHP'li bulunduğu bilinmektedir.

1965-1980 döneminde MHP bir yandan, yükselen Anti-emperyalist dalgayı, özellikle ABD emperyalizmine karşı tepkiyi dikkate alarak " Ne Amerika, Ne Rusya, Milliyetçi Türkiye" demagojik sloganını benimsemiş görünürken, beri yandan ABD ve NATO ile işbirliği savunan, onların güven ve desteğini kazanmaya çalışan bir politika izlemiştir. Kapitalizmin en vahşi biçimini savunurken "Her türlü izmlere karşıyız" dediğinde yaptığı gibi bir yandan bu sloganı savunurken kendisinin ve Türkiye'nin geleceğini bölgede Amerikan emperyalizminin koçbaşı olmaya, bir tür ikinci İsrail rolü oynamaya bağlamıştır. (MHP'nin uluslararası yahudi lobisi ve İsrail ile ilişkilerini de sıcak tutmaya çalıştığını belirtelim.) dış politikada, geleneksel Rus düşmanlığıyla birleştirilmiş Sovyetler Birliği karşıtlığı, komünizm düşmanlığı, ABD emperyalizmi ve NATO taraftarlığı MHP'nin asıl çizgisini oluşturmuştur. Buna Avrupa'daki faşist parti ve örgütlerle gizli yürütülen destek ve dayanışma ilişkileri de eklenmelidir.

Son olarak bu dönemle ilişkili olarak, MHP'nin mafyayla, yeraltı dünyasıyla çok yönlü ilişkilerini geliştirdiğini, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından, haraç ve arazi mafyasına kadar bu dünyayla yakın ilişki kurduğunu belirtmeliyiz. Birçok "Ülkücü" bu dünya içinde yer almış, partinin finansmanında buradan sağlanan kaynaklar etkin rol oynamıştır. Kudret Bayhan adlı MHP senatörü uyuşturu kaçakçılığından tutuklanmıştır. 1990'lı yıllardan itibaren, mafya örgütlenmesinin büyük ölçüde " Ülkücülerin" kontrolune geçmesini bu dönemde gelişen ilişkilerin doğal bir sonucu olarak görmek gerekir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, MHP'ye ummadığı bir darbe indirdi. MHP yöneticileri tutuklanıp, yargılandılar. Ülkü Ocakları yönetici ve üyelerinin de bir bölümü yargılanıp hapis cezaları aldılar. İdam cezası alan bazı "Ülkücü"lerin cezası infaz edildi. Kendi deyimleriyle "fikirleri iktidarda, kendisi hapiste olan parti" durumundaydılar.

1980 Sonrası Türk Faşizminin Taktiği ve Yükselişi

12 Eylül 1980 darbesiyle MHP, Ülkü Ocakları ve diğer faşist örgütler kapatıldı. Bu Türk faşistleri açısından ağır bir darbe anlamına geliyordu. Ordunun etkin mücadele gücünü taşıdığı koşullarda, devrimci mücadeleyi ve işçi sınıfı mücadelesini ezmek için burjuvazinin ve devletin faşistlere ihtiyacı yoktu. Üstelik 12 Eylül Darbesiyle işçi hareketine, sosyalistler, demokratlara vahşice saldıran cuntacılar, sağ ile sol arasında denge tutturuyormuş görüntüsü yaratmak için MHP'ye de yöneldiler. MHP'nin devlet mekanizması içindeki kadrolarına ise hemen hiç dokunmadılar.

12 Eylül sonrası faşist hareketten, burjuvazinin "merkez" partilerine ve siyasal İslama doğru ciddi bir kan kaybı yaşandı. 1983'te MHP yerine kurulan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP), başlangıçta etkin bir güç olamadı. Faşist ideoloji içinde İslami ağırlık arttı. Artık "Tanrı Türkü Korusun" sloganı yerini "Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber" sloganına bırakmıştı.

Sosyalist hareketin güçsüzlüğü ve işçi hareketinin 1989-1993 dönemi dışında -yer yer çıkışlar yapmış olsa da- etkisiz oluşu, faşist hareketin taktiğini çizme de belirleyici etkide bulundu. 1984'ten itibaren Kürt Hareketi'nin yükselişi, 1990'lı yıllarda siyasal İslamın güç kazanması ve 1991'de Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki bürokratik rejimlerin çöküşü ve buna bağlı olarak dünya üzerindeki dengelerin ve politikaların değişmesi, dünya kapitalizminin 1970'li yılların sonlarından itibaren neo-liberal politikaları hayata geçirmesi faşist hareketin özellikle 1990'lar sonrasındaki politik çizgisinin oluşmasında büyük etkide bulundu.

Türk faşistleri bu dönemde iki önemli bölünme yaşadılar. 1992 yılında o zamanki adıyla MÇP'den 6 milletvekili ve bir grup kadroyu kopartan Muhsin Yazıcıoğlu, İslami görüşlerin etkin olduğu yeni bir faşist partiyi BBP'yi oluşturdu. BBP'nin görüşlerindeki MHP'ye kıyasla ağırlıklı İslami etkiler, bu partinin devlet bürokrasisi ve ordu ile ilişkilerinde daha mesafeli olmasına yol açtı. Buna karşılık 1993'te yeniden eski ismini alan MHP, BBP ayrılığıyla, İslami görüşlerin etkisine daha az yer veren, ordu, bürokrasi ve Kemalistlere daha sempatik gelen bir çizgiyi savunmaya başlası.

Nisan 1997'de Alpaslan Türkeş'in ölümü sonrasında Devlet Bahçeli MHP liderliğine getirildi. Seçimi kaybeden Tuğrul Türkeş ise bir süre sonra MHP'den ayrılarak Aydınlık Türkiye Partisi'ni (ATP) kurdu.

1980 sonrasında 1991 'e kadar MHP'nin bir toparlanma gayreti içinde olduğu görülür. 1987 seçimlerinde % 2,9 oy oranıyla barajın altında kalan MHP, 1989'da işçi hareketi ve solun yükselişinin etkisiyle özellikle de 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla yeniden yükselmeye başladı. Yeni bir Turan hayali MHP'yi canlandırdı. 1991 seçimlerine RP ve IDP ile ittifak halinde giren MHP, seçimlerden 16 milletvekiliyle çıkarak parlamentoda temsil imkanına kavuştu. 1980 sonrasında Ülkü Ocakları yeniden kurulmasına Ülkücü İşçiler Derneği ve Türk Ocakları gibi yan örgütlere sahip olmasına rağmen, MHP sokağa egemen olma çabası içinde olmadı. Çünkü işçi hareketi ve devrimcilerin etkin bir mücadelesi -kısa dönemler dışında- söz konusu değildi. Burjuvazi ve devletin de MHP'ye ihtiyacı yoktu. Dolayısıyla MHP'nin yan örgütleri geri planda kaldılar, zaman zaman üniversitelerde bulunmalarına, hatta bazı üniversiteleri denetim altına almalarına rağmen, genel ve yoğun bir saldırı halinde olmadılar. Buna karşılık, artık varolmayan MİSK ve diğer mesleki dernekler yerine mevcut sendikalarda, meslek odalarında, meslek odalarında, yeni kurulan Kamu Emekçilerinin sendikal örgütlenmesi alanında hakimiyet sağlama çabası içine girdiler. Kürt hareketine karşı mücadelede MHP doğrudan yer almasa da, oluşturulan özel timin kadrolarının neredeyse tamamını oluşturdu. Polis içinde ciddi bir kadro oluşturdu. "Şehit cenazeleri" ve askere uğurlamaları, şoven gösterilere dönüştürerek, hem şoven dalganın yükselmesine katkıda bulundu hem de ondan beslendi.

Diğer yandan MHP, devlet içindeki kadrolaşma çabasını her dönemde sürdürdü, Türki cumhuriyetlere yönelerek etki sağlamaya çalıştı, hatta Türki cumhuriyetlerdeki darbe girişimleri içinde yer aldı.

1991 sonrasında MHP'nin taktiği, faşist yan örgütlerini geride tutarak, mevcut kitle örgütleri içinde güçlenerek yönetimleri ele geçirmek, seçimlerde başarı kazanarak parlamentoya girmek, hükümetlerde yer almak, devlet içinde kadrolaşarak devlete içeriden egemen olmaya çalışmak, büyük burjuvazi içindeki desteğini arttırmak, ordu ile ters düşmemeye, paralel davranmaya çalışmak, ABD emperyalizminin güvenini kazanmaya çalışmak, Türki cumhuriyetlerde etkili olmaya çalışmak, MİT, kontrgerilla, özel kuvvetler, polis gibi örgütlerde etkili olmaktır. Elbette bunlar yaygın bir şoven politik propogandayla, demokratikleşme yönündeki her adıma karşı durmakla, her türlü baskıcı, şoven adımı desteklemekle elele gitmektedir.

1995 seçimlerinde oy oranını %8,18'e çıkarmasına rağmen barajı aşamayarak çıkan MHP, Kürt hareketine karşı şoven histerinin toplumu sardığı, ekonomik krizin küçük-burjuvazi içinde yıkıma yol açtığı, işsizliğin büyük boyutlara ulaştığı, gençler arasında gelecek beklentilerinin karamsarlığa dönüştüğü koşullarda %18,4 oy yüzdesiyle 130 milletvekili çıkarttığı 1999 Nisan seçimlerinden büyük bir güçle çıktı.

Bu koşullarda yukarıda belirttiğimiz taktikler her alanda uygulama alanı buldu. Artık MHP, KAMU-SEN üzerinde yaptığı kongre operasyonu sonrasında, bakanlıklarda yapılan baskı ve üye kayıt operasyonlarıyla alanında en büyük konfederasyon haline getirdiği bu örgütlere egemendir. TÜRK-İŞ içinde MHP egemenliğinde veya yönetiminde MHP ağırlığı bulunan sendikalar büyük ölçüde artmıştır. DİSK içinde bile LASTİK-İŞ MHP'li çoğunluk yönetimindedir. Meslek örgütleri (TESK gibi) veya Mühendis Mimar Odaları gibi örgütlerde MHP yönetimin karşısına çıkma gücü bulabilmektedir. Özellikle, MHP'nin egemen olduğu bakanlıklarda 300.000 yeni kadronun alındığı ve kilit görevlere MHP'li kadroların yerleştirildiği sır değildir.

Özellikle tekelci medya tarafından MHP'nin "merkez partisi"ne dönüştüğü propogandasıyla (MHP'nin itirazlarına rağmen), faşist partinin gerçek yüzünün gizlenmeye çalışılması, büyük burjuvazinin, sermaye gruplarının menfaatleriyle uyumlu bir çizgide politika yapması için çalışılması ve bunun önemli ölçüde başarılması anlamlıdır. 1991 sonrasında cumhuriyetin başından beri "yurtta sulh, cihanda sulh" şiarıyla özetlenen, içte sınıf mücadelesi ve Kürt hareketinin bastırılması, dışta ise, sınırları dışında toprak kazanmaya ve kendisinden toprak talebine karşı çıkan, maceracı bir dış politikayı reddeden geleneksel siyasal çizgi terkedilmiş bulunmaktadır. Artık Avrasya'da güç kazanmaya, ABD'nin gölgesinde bölgesel bir güç oluşturmaya çalışan T.C. ve dış politikası geçerlidir. Bu koşullarda, şovenizmin ve militarizmin güçlenmesini mümkün kılmaktadır.

Sonuç

Buraya kadar söylediklerimizden, Türk faşistleri ve onların başlıca partisi olan MHP'nin gelişmesinin değişik aşamalarında, koşullara uygun taktikler geliştirdiğini tespit etmek mümkündür. 1965-1980 döneminde faşizmin klasik örgütlenme ve taktiklerini uygulayan MHP'nin, koşullar değiştiğinde bunları aynen koruması beklenemezdi. Ancak MHP'nin faşist amaç ve hedeflerinin değişmediğini görüyorsak, koşulların değişmesinin ürünü olan taktik değişimini -sözgelimi paramiliter örgütlenmesini geriye çekmesini- anlamlandırabiliriz. Aynı şekilde koşullar değiştiğinde aynı örgütlenmelerin öne çıkartıldığını görmemiz mümkün olabilir. Nitekim, daha çekincesiz konuşan bazı faşist gençlik önderleri, kendileri için komünizme karşı mücadelenin birinci öncelik taşıdığını, koşullar değişirse yine 1980 öncesi mücadele biçimlerine dönmekten kaçınmayacaklarını belirtmektedirler.

1999'a kadar daha çok küçük üretimin egemen olduğu, küçük ve orta şehir niteliğindeki yerleşim birimleriyle, aynı nitelikteki köylere dayanan MHP, bu tarihte büyük şehirlerde de önemli bir güç olmaya başlamıştır. Büyük şehirlerde işsizler, işçiler, yarı-işçiler, esnaf ve zanaatkarlar özellikle genç nüfus arasında MHP desteği artmıştır. Hükümetteki uygulamasının yarattığı hayal kırıklığının, geniş emekçiler aleyhine politikaların etkisiyle bu destekte bir zayıflama ortaya çıksa da ülke politikasında lokomotif rolü oynayan büyük şehirlerde ciddi bir MHP desteği mevcuttur. Sendika yönetimlerinde ortaya çıkan gelişmeler bu konuda alarm vermektedir.

MHP'nin kitle desteğindeki zayıflama bizi aldatmamalıdır. Hükümet içinde AB'ye karşı "ulusal menfaatlerin" savunucusu, İMF'ye karşı direnen parti görünümüyle destek sağlamaya çalışan, hükümet dışında kalarak muhalefete geçen MHP'nin Türkiye'nin çorak siyaset ortamında, sol-sosyalist güçlerin kitlelerin gözünde seçenek haline gelmediği koşullarda, dünyada ırkçı-faşist hareketlerin güç kazandığı bir konjonktürde, kaybettiği desteği yeniden kazanması mümkündür. Bu yüzden faşizme karşı mücadele, Avrasya'ya yönelik ABD emperyalizminin yeni müdahalelerinin gündemde ve Türk Devletinin bu alanda aktif yer almasının neredeyse kaçınılmaz olduğu koşullarda, şovenizmin ve militarizmin güçleneceği düşünülürse çok daha önem kazanmaktadır.

Bu gerçekleri sadece tespit etmek yetmez; bunun gerekleri de yerine getirilmelidir. Bu da faşizme karşı mücadele birliğini sağlamaktan, işçi ve emekçileri faşizme karşı birlikte mücadeleye sevk etmek için mücadele etmekten geçmektedir. Mevcut koşullar çok elverişsiz görünse de tutulacak biricik doğru yol budur.

Temmuz 2002