Ahlakın bittiği yerde ahlakın anlamı üzerine (Ahmet Öncü - 07-04-2010)

Birinci öyküde karlarını artırabilme yolunda hiçbir kural tanımayan, her türlü "dümeni" mubah sayan Daewoo Logistics adlı Güney Kore şirketinin "Madagaskar" macerası anlatılıyor. Daewoo'nun iflasıyla sonuçlanan bu öyküde kadınıyla çocuğuyla erkeğiyle insanı,  canlı ve cansız varlıklarıyla doğayı kendi amacı için bir araç olarak kullanmakta hiçbir maraz görmeyen sermayenin fütursuzluğuyla yani ahlaksızlığıyla bir kere daha karşılaşıp, irkiliyoruz. Büyük şirketlerin parlak marka imajları arkasına saklanarak dünyanın en ücra köşelerinde değme suç örgütlerini aratmayacak karanlık ilişkiler içine girebildiklerini okuyup, ibret alıyoruz. Güney Koreli bir şirket hakkındaki bu öyküyle kafalarımızda yer etmiş Asya'nın o yüksek şecereli, nazik ve tokgözlü insan fantasması bir anda yerle bir oluyor.  İki elini göğüs hizasında birleştirip meleksi bir yüz ifadesiyle önümüzde saygıyla eğilip bizleri selamlayan Koreli kardeşimiz, aniden gözlerini kan bürümüş, ağzından salyalar akan ve cebinden dolarlar taşan şeytansı bir varlığa bürünüyor.

İşte tam bu nokta ustaların ustası "Büyük Usta" Marx'ı ve ondan aldığımız bir ahlak dersini anımsıyoruz. Sermaye eline geçirdiği ve böylelikle ruhuna sirayet ettiği her insanı- bu insan ister Batılı, ister Doğulu olsun, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun yani nerede ve ne zaman kim olursa olsun- acımasızca bir canavara dönüştürür. Sermayenin canavarlaştırdığı insanlara büyük filozofların etik kuramlarını öğretip eğiterek, onları, tekrardan insana ve doğaya saygıyla yaklaşan, öteki bütün varlıkları kendisi için bir araç değil de kendilerinde birer amaç olarak görebilen bir varlığa dönüştüremezsiniz. Çünkü sermayenin canavarlaştırdığı insan şeklindeki bu varlık sınıfta öğrendiğini sokakta- yani fantasmaların bitip, gerçek yaşamın başladığı yerde- unutacak ve unutturacaktır. Bu yüzden Büyük Usta şöyle bir sonuca varır: "Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, asıl mesele onu değiştirmektir."

Asıl mesele fantasmaları değil sokağı değiştirmektir. Bunun içinse hiç şüphesiz eğitmeni eğitmek ve canavarı yok etmek adına devrimci bir kuram geliştirmek elzemdir. Daha açık bir ifadeyle, asıl mesele kendinde ahlaksız olan kapitalist dünyayı sonlamak ve yerine sosyalizmi başlatabilmek üzere devrimci teori ile pratiğin birliğinin sağlanmasıdır. Bunu başarabilmek içinse sistematik bir şekilde çok çalışmak gerekir. Bu istek ve arzunun bireylerce kazanılabilmesi ise bir erdem meselesi olarak karşımıza çıkar. Ahlakın bittiği yerde yani kapitalist gerçeklikte ahlaklı olabilmenin birinci anlamı işte budur.

Tonak'ın aktardığı ikinci öyküde bakışlarımız daha düne kadar Büyük Usta'yı "Kraliçe Victoria döneminde" yaşamış, 20. yüzyılda gerçekleşen büyük toplumsal ilerleme neticesinde bir zamanlar vardıysa bile nihai olarak artık geçerliliğini tümüyle yitirmiş "radikal bir filozof" olarak tanıtan burjuva düşünce dünyasına odaklanıyor. Bu yaldızlı alanın lider kurumlarından Harvard Üniversitesi'nin çok önemli bir yayın organı olan Harvard Business Review'da geçtiğimiz hafta dünyanın dört bir köşesinde MBA öğrencileri okusun ve adam olsun diye Meyer ve Kirby imzasıyla yayınlanmış bir yazı önümüzde duruyor.

Tonak'ın verdiği referansı izleyip internetten yazıyı bulup okumaya başlıyoruz. O da ne! Çok kısa bir zamanda gelmiş geçmiş en büyük iktisadi bilmecelerden birisi haline gelmiş bulunan günümüzün uzun  ve derin ekonomik durgunluğunu anlatabilmek için hiç utanılmadan "çağdışı" "radikal filozoftan" çalınan bir düşünceyle- yani şimdilerde büyük bir etik meselesine dönüştürülmüş bulunan bir "plâjirizm" (intihal) olayıyla- karşı karşıya kalıyoruz. Her ne kadar yazıda çok dikkatli bir şekilde Marx'ın adı anılmaktaysa da, MBA dünyasının yıldız yazarları, Marx hakkındaki hakim burjuva söyleminin ince bir örneğini sergiliyorlar. "Radikal filozofumuzun" 19. yüzyılı anlamamıza ışık tutuğunu ima ettikten sonra, adını bir çırpıda unutup, unutturuyorlar. Yalnız geride önemli bir mesele kalıyor. Yazarlarımız Marx'ın kavramlarını ve kuramsal çerçevesini hiç sıkılmadan ve hiçbir referans vermeden kullanarak, ne olduğu pek de belli olmayan bir  kavram ortaya atıyorlar: "Sermayenin yabancılaşması". Daha sonra bu büyük buluşlarına dayanarak "Büyük Durgunluğun" nedenini açıklıyorlar. Tonak'ın da yazısında belirttiği gibi, Meyer ve Kirby günümüzde sermayenin üretimden uzaklaşarak finansa yöneldiğini ve asli işlevine, yani "değer yaratma" işlevine, yabancılaştığını tespit ediyorlar. Bu tespitten hareketle "sermayenin yabancılaşmasına" son verecek reformları artık hiç vakit kaybetmeden bir an evvel yapmamız gerektiğinden dem vuruyorlar.

Meyer ve Kirby'nin yazısının bir intihal içerip içermediğini tarihin mahkemesinde yargılanmaya terk edip biz şunu soralım: Marx'ın Das Kapital'de geliştirdiği kuramdan hareketle, kapitalizmin reformlarla iyileştirilip, toplumsal gelişmenin devam etmesine imkan sağlanacak maddi bir temelin yaratılabileceği sonucuna varabilir miyiz? Hiç sanmıyorum.  Das Kapital'den ortaya reform değil, devrim mesajı çıktığı çok açıktır. Yalnız Marx'a göre devrim, bir yerlerden okuyup öğreneceğimiz, tümüyle iradi bir eylem değildir. Ona göre, kapitalizm işçilerin diğer bütün insanlarla uyum içinde yaşamasını, maddi ve manevi gelişimlerini özgürce gerçekleştirebilmelerini engellemektedir. Yani kapitalizm kendi sonunu ilan edecek olan "mezar kazıcılarını" nesnel olarak kendisi yaratmaktadır. Bir başka deyişle, Das Kapital'in yazarı insan türünün bütünüyle özgürleşeceği toplumsal aşamaya ulaşabilmesini zorlayacak nesnel koşulların bizatihi kapitalizm tarafından yaratılmakta olduğunu nesnel bir şekilde göstermektedir. İşte bu nedenledir ki Marx gerçeği olduğu gibi gösterebildiğinden erdemli bir insandır. Ne mutlu ki mücadele eden işçilere, emekçilere ve onların yanında yer alanlara ölümünden bu yana 127 yıl geçmiş olmasına rağmen hala hiç eskimeyen ve her daim genç kalan büyük bir ahlak hocaları var.