25. yıl: "Sömürgeciliğe" karşı mücadeleden "Toplumsal Lozan"a (Şiar Rişvanoğlu - 15-08-2009)

Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan

dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filan sanırsan

Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan

eşkiyalar kanar, kötü donatımlı askerler kanar … ” 

Turgkut Uyar'ın şiirinden. Vurgu bize ait.(Ş.R)

Türkiye ve Ortadoğu tarihine damgasını vuran Kürt Sorunu’nda en liberal, hatta zaman zaman en ırkçı tutumları alanların bile “açılım”dan söz ettiği, daha dün devrimciler söylediğinde, yazdığında en ağır cezalarla karşılanan talepleri dile getirdiği   günleri yaşıyoruz. Hasan Cemal  PKK kadrolarına “koşulsuz özel af”tan, dünün şovenisti Ertuğrul Özkök Öcalan’ın muhatap alınmasından bahsediyor. Genelkurmay başkanının “acılarımız ortak” söylemiyle ilk sinyalini veren bugünlerin arkasında acılı ve bir o kadar da “çelişkili” bir tarih var. Öcalan başta olmak üzere en sıradan sempatizanın bile  “terörist”, “bebek katili” olarak yaftalandığı bir süreçten, PKK’nin artık toplumsal bir gerçeklik olarak kabul edildiği, Öcalan’ın “yol haritası”nın burjuvazinin sözcülerince bile beklendiği (Milliyet’ten Hasan Pulur 14 ağustos tarihli yazısında bunu “Öcalan’ın Ağzının İçine Bakar Olduk” yazısıyla, -elbette yakınarak- dile getiriyor) muhatap alındığı günlere kolay gelinmedi.

 

PKK’nin Devrimci Çıkışı

 

1973’te temelleri atılan ve 27 Kasım 1978’de ilk  kongrede, özellikle Kemal Pir, Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Haki Karer gibi Marksist kadroların etkisiyle, devrimci bir programla “Kürdistan Devriminin Yolu” ile yola çıkan PKK, kuruluşundan kısa bir sonra Kürdistan’da hızla örgütlendi.  Söz konusu manifesto devrim amaçlarını ve misyonlarını şöyle ifade ediyordu. 

 

“…Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi'yle başlayan ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen dünya proletarya devriminin bir parçasıdır (…)  Kürdistan Devrimi, en ön planda Türk sömürgeciliğini hedef alır. Siyasi bağımsızlığı gasp eden, Kürt dili, tarihi ve kültürü üzerinde tam bir yok etme işlevini sürdüren, üretim güçlerini tahrip ve talan eden Türk sömürgeciliğidir. Bu sömürgeciliğe, dışta emperyalistler, içte de feodal-kompradorlar destek vermektedir. Birbirlerine çok sıkı ekonomik bağlarla bağlı olan bu üç güç, Kürdistan Devriminin hedeflerini teşkil ederler. (…) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi, siyasi alandaki sömürgeciliği gizleyen ve meşrulaştıran her türlü sosyal-şoven, burjuva ve küçük burjuva reformist görüşleri yerle bir ederek yükselecektir.” (Vurgular bize ait. Ş.R.)

 

 

Üniversite yıllarında TİP’e ve sosyalizm düşüncesine yakın olan Abdullah Öcalan ve bir biçimi ile sosyalizmi benimsemiş olan diğer kurucu kadroların tamamı, uluslar arası sömürge Kürdistan’ın kurtuluş propagandasını yaparken, dönemin koşulları gereği her fırsatta bir sosyalizm vurgusunu da ihmal etmeyecekti. Partinin orak-çekiçli (elbette Kürt renklerini taşıyan) kızıl bayrağı da bunun sembolü idi.  Kurulduğu günden başlayarak yoksul köylülüğün, bölgede sınırlı da olsa işçi sınıfının, göçle, sürgünle köylerinden koparılıp metropollere ( Diyarbakır, Van, Batman gibi ) getirilmiş kent yoksullarının içinde örgütlenen parti bölgede çok ciddi bir destek yakalamıştır. Özellikle bölgedeki feodal yapının kırılmasına ilişkin (önce Bucak aşireti ile başlayan) ağa ve feodal beylerle savaşması (ilk silahlı eylemleri bunların cezalandırılması biçimindedir) yoksul ve topraksız halk kitleleri nezdindeki prestijini sağlamlaştırmıştır.

PKK başlangıçta sadece Türkiye’deki mücadele değil, Ortadoğu’ya ve uluslararası duruma ilişkin de devrimci bir perspektif taşıyordu. Kürt Sorunu’nun önemli bir boyutu olması nedeniyle ve bugüne ışık tutması açısından manifestodan okuyalım:

 

 

 

“….Ortadoğu'da güçlendirilmek istenen emperyalist zincirin en zayıf halkasını Kürdistan oluşturmaktadır. Bu halkada devrimci mücadeleyi yoğunlaştırmak, halkanın kopmasına yol açacaktır. Bunu takiben Ortadoğu halklarının devrimci mücadeleleri gelişerek zafere gidecektir. Ortadoğu'dan da kovulmuş bir emperyalist sistemin, son birkaç darbeyle tarihe gömülmesi zamanı herhalde çok daha kısalmış olacaktır.”  ( Vurgular bize ait-İ.M.- )

 

15 Ağustos 1984 : Toplumsal Devrime Yürüyen “İlk Adım”

 

Kuşkusuz PKK’nin belirgin bir şekilde  tarih sahnesine çıkışı 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’ye düzenledikleri baskın olacaktı. Bu baskında iki ilçenin resmi kurumları bir süre gerilla güçlerince teslim alınacak, 12 Eylül sonrası askeri diktatörlük koşullarında kimsenin kılını kıpırdatamadığı devletle deyim yerindeyse dalga geçilecekti.  Dönemin başbakanı Özal’ın “birkaç çapulcunun işi” diye küçümsediği bu çıkış  onyıllardır devletin korkunç şiddet uygulamalarına  maruz kalmış  Kürt halkına muazzam bir moral verecekti.  Bu moral çok kısa zamanda milyonları bulan kitlesel  desteğe dönüşecek, bir süre sonra ise Süleyman Demirel'in deyimiyle "Cumhuriyet tarihinin 29. Kürt İsyanı" haline gelecekti.

PKK’nin feodal yapının tasfiyesindeki radikal tavrı, sosyalist söylemi, kadınların hareket içindeki önemli oranı, o dönem hâlâ çözülmemiş olan bürokratik işçi devletlerinin varlığının yarattığı düşünsel “alternatif” etki, SSCB ve ona görece yakın duran Suriye’nin dolaylı destekleri ve Türkiye’de gerek sınıf hareketindeki, gerekse diğer toplumsal alanlardaki durgunluk, hareketi Kürt yoksullarının biricik umudu haline getirecekti.  Buna entellektüel alandaki (Kürt tarihi, Kürt dili ve kültürü üzerine incelemeler…vs.) muazzam sıçrama, basındaki ölümlerle boğuşan (bkz. “Gündem” geleneğine, gazete binasına  bomba koymaya varan sistematik devlet saldırısı) direngen tavır eşlik edecek destek daha perçinlenecekti.

Tabloya Doğu (İran)  ve Batı (Suriye)  parçalarındaki  durgunluk ve Güney’deki Barzani öndeliğinin, daha sonra emperyalizm ile  işbirliğine varan)  geleneksel uzlaşmacı tavrı eklenince PKK’nin gördüğü sempati ve destek bütün Mezopotamya’ya yayılacaktı. Bunun somut karşılığı olarak ise, gerillaya mücadelenin her aşamasında  sadece Türkiye’den değil, diğer parçalardan da katılım olacaktır.   İlerleyen zamanlarda PKK’nin sivil kadrolarının kurduğu ve halen büyük bir sebatla yürüttükleri, bugün Kürt dilinin, kültürünün, folklorunun  kalesi haline gelen televizyon geleneği (MED, ROJ…vs) de bu hareketin önemli bir parçasıdır.

PKK’nin yoksul ve işçi kitleler içindeki desteği öylesine yükselmişti ki; 90’ların başına gelindiğinde 40.000’e yakın  gerilla gücü, onbinlerle ifade edilen sivil milis gücü, onbinlerin katıldığı lokal eylemler ( 91, 92 Lice, Kulp, Batman serhîldanları), yüzbinlerin katıldığı cenaze törenleri ( Kontrgerillanın vurduğu Vedat Aydın’ın bir milyon kişilik cenazesi), 300-500 bin kişilik Newroz’lar, yaşlının, çocukların panzerlerin karşısına dikildiği sokak eylemleri , sendikalardaki, demokratik kitle örgütlerindeki güç ve eylemlilikler  ile Kürdistan’da  bir toplumsal devrimin eşiğine gelinmişti.

İşte tam da bu aşamada burjuvazi duruma müdahale edecek, Kürt kitlelerinin bu devrimci ruhunu massetmek için sözde “sosyal demokrasi”yi, yani dönemin SHP’sini 1991 yılında devreye sokarak hareketin yasal kanadını sistem içine çekmeye çalışacaktı. Kürt hareketinin ilk büyük hatası bu aşamada parlamenter mücadeleyi toplumsal devrim mücadelesine tercih etmek olacaktı. Zira bu durumu, daha düne kadar kendi ifadeleriyle “sömürgeci, faşist T.C.’nin kurucu partisi” dedikleri CHP’nin devamı niteliğindeki parti ile hareket etmelerini, mücadele içinde bedel ödemeye devam eden yoksul, emekçi kitlelere açıklamak mümkün değildi. Bu “parlamento oyunu”  daha sonra sert bir müdahale ve Leyla Zana, Orhan Doğan ve diğer milletvekillerinin on yılı aşan hapis hayatı, Hatip Dicle ve bazılarının ise halen devam eden sürgün hayatı ile yine burjuvazi tarafından bozulacaktı. Bu hatanın benzerini daha sonra   olarak 28 Mart 2004  seçimlerinde, Kürt hevallerimizin çok sevdiği kavramı kullanırsak “93 Konsepti”nin   iktidar ortağı  olan SHP ile bir nevi siyasi gaflet sayılabilecek olan seçim ittifakı yaparak tekrarlamış,  kendilerini  farklı biçimlerde Türkiye sosyalist solunun temsilcileri  olarak addeden SDP, EMEP , ÖDP  ve diğer çevreler ise, şu veya bu biçimde bu geflete ortak olmakta bir beis görmemiştir.Bu çevrelerin  seçimde neler  kaybettikleri,  bu nedenle kendi içlerinde yaşanan  tartışmalar bir yana Kürt halkının bizzat kendisi seçim sonuçları ile kendi partilerini deyim yerindeyse “ cezalandırmıştır”.

Bu arada dün Kürtler karşısında düzenin “Truva atı” rolünü oynayan CHP ve muadillerinin bugün MHP ile aynı şovenist noktada durması ise tarihin başka bir ironisidir.

Uluslar arası alanda ise SSBC’nin dağılması, Suriye’nin emperyalist sisteme görece yakınlaşma çabası ve en önemlisi ABD ve İsrail’in bölge ile ilgili planlarındaki yenilikler (bugün BOP olarak ifade edilen) birleşince  hareket askeri açıdan da (silah ve teçhizat  teminin, ulaştırılması…vs.) sıkıntı yaşamaya başlayacaktı. 

Bu dönem Öcalan ve parti kadrolarıyla, artık devreye giren Kürt burjuvazisinin temsilcilerinin yardımını da alarak  gayri resmi görüşmelerin de başladığı (bugün artık bu görüşmeler  MİT düzeyinde itiraf ediliyor) dönemdir. Dönemin cumhurbaşkanı Özal, bu konuda burjuvazinin “açılımı”nın sözcüsü olacak,  ABD’nin de onayıyla “federasyon” tartışmasını gündeme getirecek, ancak bunun bedelini  hayatıyla ödeyecekti. Bilindiği üzere, eşi Semra Özal’ın da yıllar sonra açıkça ifade ettiği gibi oldukça şüpheli olan Turgut  Özal’ın ölümü “federasyon” konusundaki “açılım” çabasına  “derin devlet”in yanıtı olarak kabul ediliyor.

 

Orak-Çekiç İle Sosyalist Yönelişe Veda, Adım Adım  Reformizme Doğru

 

Dünyada neo-liberalizmin sosyalist kadrolarda bile muazzam zihin bulanıklığı  yarattığı bu yıllar, yukarıda anlatılan müdahalelerle birlikte elbette PKK’de de karşılığını bulacaktı. Bunun somut ve sembolik göstergesi 1995 kongresinde parti bayrağından orak-çekiç ambleminin kaldırılması olacaktır. Bu tarihten başlayarak  parti organlarınca ve yayınlarında çok sık kullanılan sosyalist söylem aşama aşama azaltılacak, sadece hareket içindeki devrimci kadroların müdahale ettiği oranda ve genç devrimci kadroları etkilemek adına zaman zaman hatırlanacaktı. Geçişin keskinliğini göstermesi açısından, tam geçiş dönemi sayılabilecek  serhîldan  atmosferinin kısmen hakim olduğu bu dönemde, 1994 yılında  Öcalan şunları savunmuştur:

 

“…Sosyalist partinin yaratılması çok önemlidir.Sosyalist bir ülke  için ilkin sosyalist   bir insan yaratılmalı. …Lenin’in ölümü de 22 Ocak’taydı. Ölümünün 70.yıldönümünde anarken, Lenin’e saygı duymak ancak böyle bir sosyalist parti içinde sosyalist insanı yaratmakla  ölçülür.

Tarihe, sınıf mücadelesine doğru yaklaşım, bizim sınıf mücadelemizi  doğru götürmemize yol açıyor. Bunun daha da geliştirilmesi  gerekiyor.” (Vurgular bize ait-İ.M.- )     

 

Geçiş döneminde istisna sayılabilecek bu ifadeler daha sonra neredeyse  tamamen unutulacak, programatik yönelişi bütünüyle reformist bir mücadele anlayışı belirleyecektir. Bu süreç yasal parti zemininde orta sınıfın parti kadroları içinde  önemli yerler edinmesine ve devamında eylem, etkinlik ve siyasi programa damga vurmasındaki ilk adımlar olarak kabul edilebilir.

Birinci Kırılma Noktası: 1999

Abdullah Öcalan’ın, kendi ifadesiyle, “ABD ve Avrupa’nın ortak NATO komplosuyla” yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle  yepyeni bir süreç başlamıştır. Bu süreç ile  birlikte, Kemalizme, sisteme ve rejime yönelik bütün ideolojik-politik eleştiriler unutularak, neredeyse inkâr edilerek tamamen reformist, sivil toplumcu bir anlayışla  mücadelenin  ana hedefi “ortak vatan”, “demokrasi”, “toplumsal barış” olarak belirlenmiştir. Yani ironik bir biçimde Kürt halkı arasında kendi tespit ve kavramlarıyla geçmişte (ve aslında kitleler arasında hâlâ)  sömürgeciliğin ve faşizmin “kod adı” olarak kullanılan “T.C.” kavramı  gitmiş, yerine   aynı zamanda programatik bir şiarı  simgeleyen  D.C. (“Demokratik Cumhuriyet”)  kavramı gelmiştir.  Geçmişte kabul edilen bütün Marksist tezler bir kenara itilerek, bütün politik ufuk; sınıfların ve sınıf mücadelesinin reddedildiği, hiçbir özgünlüğü olmayan ve  postmodern bir burjuva demokrasisi güzellemesi anlamına gelen  “demokratik ekolojik  toplum” tezine çekilmiştir. Bu çizgiyi Öcalan şöyle anlatıyor:       

       

“Dünyada reel-sosyalizmin çözülüşü, genelde otoriter ve totaliter rejimlerin geniş bir coğrafyada çözülüş ve çöküş  sürecine girmeleri, dünya çapında  demokratik  sistemin zaferine götürmüştür (…) Kürtler, ayrı bir Kürt devletinden ziyade, çok açık, net, demokratik cumhuriyetin çağrı ve kurucu gücü olabilir.”  (Vurgular bize ait-Ş.R.-)     

 

Daha önce “emperyalizm” ve “sömürgecilik” kavramlarıyla yan yana kullanılan ve kendi yakalanışından sorumlu tuttuğu ABD ve Avrupa için ise şunları söylemiştir:

 

 Demokrasi adeta bir dil ve kültür bahçesidir.Günümüzün en gelişkin güçlü ilkeleri yine bunun açık ifadeleridir.Tüm Avrupa ülkeleri, Kuzey Amerika net ispatlarıdır. Özellikle Avrupa ülkeleri deneyimi, tüm  savaşların sonunda kararlı demokratik sistemi geliştirmiştir  ve  Batı uygarlığı bu anlamda  ‘demokratik uygarlık’  olarak da adlandırılabilir.”  (Vurgular bize ait-Ş.R.)  

 

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi; kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizmle, sömürgecilikle mücadele, referans kaynağı olan sosyalizm dönemi bitmiş, artık her anlamda uzlaşmacılık  ve “demokrasici”lik  dönemi başlamıştır. “Dönüşüm” yalnız bununla kalmamış,  “…Erkenden ve olumlu yaklaşmaya çalıştığım bana göre ordunun denetiminde batı tipi bir demokratik gelişme doğrultusunda, ortak vatan ve bağımsız devleti tartışmaksızın çözüm arama perspektifiydi.”  gibi ifadelerle ise,  artık  ordu    bile  demokrat  görülmeye başlanmış ve  “…Bu bölücülük değil, belki Türkiye ve Türkler ile en büyük birlik olma, güçlü olma, yeniden Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya, Balkanlar’a önder olma hareketidir” gibi benzeri görüşlerle,  tamamen Türk  milliyetçilerinin ve egemenlerin  militarist, ABD yanlısı ezeli ve ebedi   “Ortadoğu ve Balkanlarda Güçlü , Önder Ülke” hayali  benimsenmiştir.

Kuşkusuz  tam burada,  bir bütün olarak bakıldığında Abdullah Öcalan’ın Marksist olmadığını,  Kürt Hareketinin başlangıçta simgesi orak-çekiç, adı da “İşçi Partisi”  olmakla birlikte sosyalist bir  hareket sayılamayacağını hatırlamak gerekir. Kürt Hareketi, başlangıçta ve özellikle bazı momentlerde Marksizm’den yoğun etkilenmeler taşımış olan, bu yönüyle arkasındaki milyonları bulan coşkulu halk kitlesinin de desteğiyle zaman zaman ciddi devrimci çıkışlar yapmış olan bir ulusal kurtuluş hareketidir. Bu harekete hiçbir zaman taşımamış olduğu  misyonlar yüklemek hem  sınıflar mücadelesine  haksızlık olur, hem de  bilimsel  gerçekliğe uymaz. Ancak  bilinmesi gereken hareketin en devrimci olduğu dönemlerde  gerek bölgede, gerekse  Türkiye’de ve diğer üç ülkede  tabanın ve etkin kadroların yoksullara,  topraksız köylülere, işçi sınıfı ve emekçilere, dayalı olduğudur. Bu tabanın kendisi ve bu  kadrolar  içindeki Marksist ve sosyalist bireyler ve yapılardır  esas olarak sözkonusu  devrimci çıkışları, serhîldanları  örgütleyen.

Hareketin keskin bir manevrayla AB yanlısı ve sermaye ile uzlaşan bir hatta oturan yönelişi ne yazık ki, sadece konuşmalarda ve yazılarda  kalmamış, PKK’nin bütün politikalarına da egemen olmuştur. Kongra-Gel’in AB’ci ve bununla bağlantılı olarak ama bundan daha trajik olmak üzere burjuvazi yanlısı karakterini en berrak biçimde gösteren politik belgelerine geçmiştir.

2004 yılı kongre (O dönem Kongra-Gel adı altında) kararlarında şu hedefler ortaya konulmuştur: Kürt sorunu, BM, AB gibi  uluslar arası platformlara taşıyarak  çözümü için çalışılacak   ve soruna meşruiyet kazandırmak hedeflenecektir; sermaye sahibi yurtsever kesimlerin üretime dönük ekonomik birimler oluşturmaları ve yatırım yapmaları teşvik edilecektir; üretimden değişime, bölüşümden tüketime dek ekonomik yaşamın tüm aşamalarında birey ve ekonomik birimler olarak örgütlenen  tüm toplumsal kesimlerin etkin ve insiyatifli katılımı teşvik edilecektir; son derece çarpıcı bir biçimde özelleştirmeciliğin açık bir itirafı olarak   ekonomide devlet etkinliği ve müdahaleciliğinin sınırlandırılması için mücadele edileceği de  kayıt altına almıştır. Bu kayıtlarda tamamlayıcı birer unsur olarak “bölge kaynaklarını ve işgücünü en iyi biçimde değerlendiren, ekolojik denge ve toplumsal faydayı ölçü alan, şeffaf, dengeli bir piyasa işleyişini yerleştirmeyi hedeflendiği, bu temelde değişim ve yasal düzenlemelerin yapılması için çalışılacağı”,

            “…Mesleki oda örgütlenmeleri, işçi , işveren ve memur sendikaları da ekonomik örgütlenmelerin önemli bileşenleri olduğundan demokratik biçimde yapılanmaları ve işlevli kılınmaları için mücadele edileceği”,

             “ Her sivil toplum örgütünün kendi finansmanını sağlaması için ekonomik girişimlerde bulunması, ulusal ve uluslar arası kurumlarla ilişkide olarak finans edinmeleri için çalışılacağı”,

           “ …Uluslar arası alanda iş yapan Kürt işadamlarının ortak bir sermaye oluşturmaları yine uluslararası sanayici ve işadamlarıyla dayanışmayı örgütleyen bir kuruma kavuşmaları için destekte bulunulacağı” söylenmiştir. (Vurgular bize ait. -Ş.R.)

Görüldüğü gibi  dolaylı olarak IMF ve Dünya Bankası gibi  kuruluşları  dahi  onaylayan, dil ve söylemden içeriğe dek sonuna kadar  çok açık biçimde küreselleşmeci,  özelleştirmeci ve piyasacı olan  anlayış , “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” çizgisindeki  bir dizi toplumsal talepten, adım adım Kopenhag Kriterlerine uygun bireysel bir “kültürel kimlik ve anayasal vatandaşlık” çizgisine çekilen hareket için  bir yöneliş olmaktan çıkmış, program halini almıştır.

Bu aşamadan başlayarak mücadelenin özünü oluşturan ve Türkiye’deki yasal kurumlarının belirleyici sınıfsal  karakteri  de yoksul köylülük ve işçi-emekçilerden  orta sınıfa ve burjuvaziye doğru kaymıştır.

        İkinci ve Uluslar arası Kırılma Noktası: Irak İşgali ve Kürt Hareketi

 

Hareketin ikinci ve daha “trajik” kırılma noktası ABD ve emperyalizmin Irak işgalidir. İşgalin ve devamında savaşın daha en başından itibaren gerek Öcalan’ın açıklamalarında, gerekse her düzeydeki siyasi temsilcilerinin beyanlarında,  gerekse yasal çalışma içinde hareket, işgale (en hafif deyimle) hayırhah bakan bir tutum almıştır. ABD’nin bölgeye demokrasi getireceği umudu, ABD’nin son derece absürd bir ifadeyle “demokratik sömürgeci” olarak nitelenmesi, yüzyılın barış ve demokrasi yüzyılı olacağı iddiası ile birleşerek, ironik bir biçimde geçen yüzyılın en çok çile çeken halkının temsilcilerinden biri olan hareketi bu noktalara  sürüklemiştir.

ABD ve emperyalizm 1.5 milyon Iraklının hayatına mâl olan bu savaş henüz sürerken, bir yandan uluslar arası tekellerin taşeronluğu hevesi, öte yandan istikbaldeki bir serbest pazar hayali ile fırsatçılar kervanına, harekette etkili olmaya başlayan Kürt burjuvazisi de katılmıştır. Bu durum doğal bir biçimde  2004 kongre belgelerinde   şöyle  açığa çıkmıştır:

 

         “… B-Dış Siyasi Komite

           …6-Kürt sorununun çözümü için egemen ulus devletlerle diyalog ve ilişki arayışında olur, ortaya çıkan imkânları değerlendirir. 

              (…)  IRAK SAHASINA İLİŞKİN KARAR TASARISI

           …Diyebiliriz ki, bu kısa atmosfer içinde demokratik düşünce, demokratik çalışma zemini  ortaya çıktı.

            (…)  EKONOMİ KOMİTESİ

          (…)15- Irak’ta son müdahaleyle birlikte ortaya çıkan durum, ekonominin yeniden düzenlenmesine ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Güney Kürdistan ve Irak’ın tümünde sosyal ve ekonomik alanın yeniden inşa edildiği bu süreçte Kürt ve Kürdistanlıların etkin ve örgütlü güçler olarak yer almaları ve yapılacak yatırım ve  girişimlerde rol sahibi olmalarını teşvik eder." (Vurgular bize ait. Ş.R.)

 

Oysa aynı PKK kuruluş kongresinde savaşın aktörü emperyalizmi  bakın nasıl tanımlıyordu:

 

“…Bugün de emperyalist sistemin başını çeken ABD emperyalizmi tarafından-Ortadoğu'da, kolay bir emperyalist, siyonist, kemalist ve monarşist baskı ve sömürü rejimi sürdürülmek ve olduğu gibi devam ettirilmek istenmekte- Ortadoğu halklarının ulusal kurtuluş, demokrasi, birlik ve giderek sosyalizm mücadelelerine karşı en büyük koz olarak kullanılmaya çalışılmaktadır.” (Vurgular bize ait. Ş.R.)

 

 

“Kemalist Baskı ve Sömürü”ye Karşı Mücadeleden "Toplumsal Lozan"a

 

Hareketin Öcalan ile simgeleşen siyasal dönüşümü uzlaşma kültürünü her düzeyde  egemen kültür haline getirmiştir. Öcalan son olarak  “1920’lerdeki Lozan ‘ulusal Lozan’ dır, şimdi yeni uzlaşmacı bir model öneriyorum bu da “Toplumsal Lozan” olarak tanımlanabilir” demiştir. Tabii ki  son dönemde de  Kemalizme, sisteme, demokrasiye bağlılığını ısrarla yinelemekte, “Misak-ı Milli”ye vurgu yapmakta, “demokratik cumhuriyet”in oluşumunda Kürtlerin ve Türklerin eşit rolü olduğunu hatırlatmakta ve bu süreçte kendisinin rolüne özel olarak anlam yüklemektedir.

Öcalan çok uzun bir süredir Gül ve Erdoğan başta olmak üzere burjuvazinin bütün figürlerine, hatta genelkurmay başkanına dahi hiçbir eleştiri içermeyen çok hayırhah yaklaşımlar sergilemekte, hareket ise bu tavra koşulsuz destek sunmaktadır. Bu desteklerin yasal alanda gerçekleşen  en tehlikeli iki sinyali ise, DTP’nin  TÜSİAD’la yaptığı görüşme ve ABD’de bir temsilcilik bürosu kuracağını açıklamasıdır. DTP’li dostlara sormak gerekiyor: “Bu yakınlaşma kime yarayacak?” 

Öcalan’ın bir süredir sözünü ettiği “yol haritası” bugün, ironik bir biçimde ilk silahlı eylemin yıldönümünde ve başladığı yer olan Eruh’ta avukatları tarafından açıklanacak. Kuşkusuz, bu sembolik durum, bir yanıyla Öcalan’ın  burjuva politikası  arenasında nasıl “maharetli” ve “akıllı” davrandığını açıkça göstermektedir.  Ama diğer yanda özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde AKP Kürt bölgesinde tokadı yemişken, savaşın da askeri temelde bitirilemeyeceğini artık genelkurmay düzeyinde kavramış olan burjuvazi için de bu ciddi ve büyük bir adım. Zira bu adım Kürt halkının serhîldan ruhunu ve gelecekteki Türkiye işçi sınıfı hareketi ve devrimci hareket ile kurulacak ve kapitalizmin kriz dinamikleri ile birleştiğinde tehlikeli olabilecek olası bir ittifak ya da ittifaklar zincirini önlemek açısından çok önemli bir hamledir. Buna zamanlamayı belirleyen ABD’nin, genel olarak emperyalizmin, Siyonizmin BOP ve diğer bölgesel planları eklendiğinde bu adım daha da kritik hâle geliyor.

Hareket temsil ettiği toplumsal sınıf ve yapılar anlamında  çok önemli bir yol ayrımındadır.

Hatırlamak gerekirse, bu çözümde, hareketin ve bütün Kürtlerin başından beri en temel şiarları olan:  kontrgerillanın, özel timin ve koruculuk sisteminin  lağvedilmesi, savaş suçlularının yargılanması, göç tazminatlarının ödenmesi, bölgenin yeniden imârı, koşulsuz siyasi af gibi taleplerin adı bile geçmemektedir.

Soru bu “açılım”ın yoksul Kürt kitlelerine, emekçilerine ne getireceğidir?

25 yıldan beri Kürt yoksullarının, emekçilerinin, kadınlarının, gençlerinin “biricik”  kurtuluş umudu olan hareket “umut” olmaya devam edecek midir? Eğer edecekse önündeki tek yol, burjuvazi ile işbirliğine dayanan reformların hayata geçmesiyle yetinmeyip orta ve uzun vadede köküne dönüp emekçi sınıflarla ittifakı yeniden önüne koymasıyla olur bu ancak.