1 Mayıs'ta DİP-G militanına polis saldırısı! (okur mektubu - 08-05-2008)

 1 Mayıs öncesinde devletin yaptığı "Taksim'e çıkartmayacağız!" açıklaması, 1 Mayıs'ta yaşanacakların habercisiydi. Bundan önceki 1 Mayıs'larda da burjuvazi, işçi sınıfına yönelik birçok saldırıda bulunmuştu. Fakat 2008 1 Mayıs'ı bu saldırıya farklı bir boyut ve anlam kazandırdı. Saldırının büyüklüğü ve acımasızlığı burjuvazinin işçi sınıfına verdiği bir mesaj niteliğindeydi. Özellikle son bir yıldır, "cılız da olsa" yükselişe geçen işçi hareketi, burjuvaziyi rahatsız etmiş olmalı ki, 2008 1 Mayıs'ı burjuvazi için işçi sınıfı ve emekçilere "sopa gösterme" günü oldu!

Türkiye kapitalizminin krizi derinleşiyor, işçi sınıfı homurdanıyor. Burjuvazi bu hoşnutsuzluğun farkında, bu tepkinin örgütlü bir harekete dönüşmemesi için, her türlü baskı ve engelleme ile işçi sınıfı ve emekçi halk sindirilmeye çalışılıyor. Elbette burjuvazinin bu oyunu tutmadı, tutmayacak! Tüm saldırılara, tüm engelleme çabalarına rağmen, 1 Mayıs günü işçi sınıfı ve devrimciler, İstanbul'un her köşesinde kapitalist sömürü düzenine karşı omuz omuza mücadele ettiler. İstanbul saatlerce süren direnişlere şahit oldu. Bizler DİP-G olarak, DİSK genel merkezinin çevresinde gerçekleşen direnişe etkin bir şekilde katıldık. Hem bu mücadelenin öğreticiliği hem de geleceğe ışık tutması açısından, 2008 1 Mayıs'ta gün boyunca neler yaşadığımızı kısaca buraya aktarmayı yararlı buluyoruz.

Burjuva devletin İstanbul'daki 1 Mayıs etkinlilerine katılımı azaltmak için, erken saatlerden itibaren kara ve deniz ulaşımını engelleyeceğini bildiğimiz için, çarşambayı perşembeye bağlayan akşam, erkenden Şişli'deki DİSK genel merkezine gittik. Tüm gece boyunca DİSK merkezinin önünde işçilerle birlikte şarkılar söyledik, halaylar çektik, sloganlar attık. Oraya gelen insan sayısı o kadar fazlaydı ki, bina içinde uyuyacak yer kalmadığından, insanlar merdivenlerde uyuyordu. Bütün geceyi birlikte geçirmemiz, birbirimize daha çok kenetlenmemizi sağladı. Gece boyu süren yoldaşça ilişkiler, mücadele isteğimizi ve kararlılığımızı daha da arttırdı. Genel merkezin çevresi sabahın erken saatlerinde polis tarafından kuşatılmaya başlandı. Binanın önüne yığınak yapan polis, daha ilk andan itibaren, çevredeki sendikacıları, işçileri tartaklamaya ve dövmeye başladı. Polisin saldırılarının başlaması ile birlikte, artık direnişin fitili ateşlenmişti! Olayların başından sonuna kadar polisin saldırılarına karşı güçlü bir direniş sergilendi. Polis DİSK merkezinin önünde toplanan kitleye üç defa büyük çaplı saldırı gerçekleştirdi. İlk saldırı 06.00'da gerçekleşti. Polis her üç saldırıda da, kitleyi dağıtmak için tazyikli sus sıktı (bu suyun içinde insanları işaretlemek için kullanılan kırmızı bir boya var) ve gaz bombası attı. Polis binanın içine de gaz bombaları attı, bir süre insanlar içeride nefes alamadı, saldırı sırasında DİSK'in kapısı polisler tarafından kırıldı. Polisin tazyikli su ve gaz bombası saldırısı karşısında dağılan fakat her defasında yeniden toparlanan kitlenin mücadele isteği ve azmi görülmeye değerdi. Üçüncü saldırıdan sonra, tekrar sendikacılar ile valilik-polis arasında görüşmeler başladı, bu sırada kitle tekrar toparlanıyordu. Kitlenin coşkusu Taksim'e çıkma kararlılığına işaret ediyordu. Fakat sendika bürokratları ile valilik-polis arasında yapılan görüşmeler sonrasında, DİSK merkezinin hemen yan sokağında "mini bir miting" yapma kararı alındı. Sendika bürokratlarının uzlaşmacı tavrı sonucunda, kitlenin mücadele isteği ve örgütlülük düzeyinde belirgin bir kırılma yaşandı. Bu andan itibaren Taksim'e çıkma ihtimali tümüyle ortadan kalktı. Sendikal bürokrasinin uzlaşmacı tavrı sonucunda eylem son buldu. Eylem sona erdikten sonra DİP-G olarak biz de alanı güvenli bir şekilde terk etmeye karar verdik. Alanı terk ederken bir yoldaşımız gözaltına alındı. Yoldaşımızdan nasıl gözaltına alındığını ve gözaltına alındıktan sonra neler yaşadığını anlatmasını istedik:

"...eylem bitmişti. İkişer, üçer gruplar halinde alanı tek ediyorduk. Bir yoldaşımla birlikte bir sokağa saptık. Bir anda karşımda bir polis belirdi. Polis üzerimdeki kırmızı boyayı gördü ve beni gözaltına aldırttı. Daha sonra beni Çevik Kuvvet polislerine teslim etti. Beni teslim alan Çevik Kuvvet polisinin ilk hareketi, sağ kolumu arkaya kıvırarak, beni sürükleye sürükleye otobüsüne bindirmek oldu. İçeri girdiğimde sadece iki ya da üç Çevik Kuvvet polisi olduğunu anımsıyorum, bir de tam emin değilim ama benimle birlikte toplam dokuz kişi daha vardı. Bir ara sağ tarafıma göz ucu ile bakma şansım oldu, birkaç çocuk ile göz göze geldim, çocuklar çok kötü görünüyordu. O an Çevik Kuvvet polislerinin ruh durumunu ve başıma gelecekleri daha iyi anladım. Bana hemen plastik kelepçe taktılar, kelepçe takılırken kafama ve sırtıma vuruyorlardı. Aynı zamanda bana ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Ceplerimi tek tek aradılar, kişisel eşyalarım dışında limon ve yasal bir bildiri buldular. Plastik kelepçe takıldıktan sonra kafamı aşağıya doğru eğerek beni koltuğa oturttular. Bana kafamı kaldırmamamı söylediler. Bir ara yüzünü göremediğim bir polis yanıma geldi, cebimden çıkan bildiriyi zorla ağzıma sokmaya çalıştı. Başarılı olamayınca da bana vurmaya başladı. Cebimden çıkan limonu da zorla yüzüme sürmeye çalıştılar. Çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Bize sürekli "nerelisin?" "ne iş yapıyorsun?" "annen, baban ne iş yapıyor?" "hangi fraksiyondansın?" gibi tuhaf sorular soruyorlardı. Bu sorulara cevap vermek zorunda kalıyorduk. Çünkü cevap vermeyince daha fazla vurmaya başlıyorlardı. Sorulara verdiğimiz cevaplar yiyeceğimiz dayağın miktarını belirliyordu. Özellikle memleketi Tunceli, Batman, Siirt olan Kürt gençlerini çok dövdüler. Onlara "terörist piçler" diyorlardı. Polisler arasında çok güçlü bir memleketçilik saplantısı olduğunu söyleyebilirim. Kafamı aşağıda tutmak zorunda olduğum için, yumrukların ve tekmelerin acısı ile inleyen insanların seslerini duyabiliyordum. O an kendimi çok çaresiz hissettim. Ellerim arkadan bağlı idi ve hiçbir şey yapamıyordum. Her 5 dakika da bir yumruk ve tekme yağmuru başlıyordu. Bir ara otobüse bir grup çevik girdi. Bu grup dışarıdaki sıcak bir çatışmadan yeni gelmişti. Otobüse girdiklerinde ilk sordukları soru "Hangilerini dövüyoruz?" oldu. Arkadan öne doğru sırayla hepimizi döve döve ilerliyorlardı. İnleme seslerinden sıranın bana geldiğini hissediyordum. Polis ilk önce beni saçlarımdan çekerek geriye doğru yasladı. Sonra iki eli ile kulaklarımdan beni kavrayarak, birkaç defa suratıma kafa attı.  O an burnumda bir sıcaklık hissettim, burnum kanamaya başlamıştı. Bunu polislerin gözlerinden okuyabiliyordum, kanı gören bazı polisler korkmuştu. Burnumdan akan kan önüme damlıyordu, Bir süre kanı seyrettim, bu esnada polisler de beni seyrediyordu. Sıra bana gelmeden önce, dövdükleri bir çocuğu gördüm, onunda ağzı burnu kan içindeydi. Korkmuş gözlerle polislere bakıyordu. Burnumun kanadığını gören bir polis, elinde bir peçete ile burnumu sildi. Daha sonra yine o arkadaşa, benim burnumdaki kanı sildirdi. Ona "yoldaşının burnunu acıtmadan sil!" diye sesleniyordu. Bize "yoldaşlar" diye hitap ediyorlardı. Sıcak çatışmadan gelen gruptaki polislerin yüzlerini hatırlayamıyorum. Her şey o kadar hızlı oldu ki, bana birkaç defa kafa atıp burnumu kanatan polisin yüzünü bile göremedim. Özellikle o arkadaşla benim durumum epey kritik bir noktaya gelmişti. Her ikimizin de ağzı burnu kan içindeydi. Ağzım yüzüm silindikten sonra ve burnumdaki kanama durduktan sonra beni yine öne eğdiler. O sırada otobüsün önünde konuşulanları yarım yamalak duyuyordum. Polislerin bir bölümü, daha sonradan gelip bizi feci biçimde döven gruptan olan polis(ler) hakkında "o geri zekâlı(lar) yaptı" gibi ifadeler kullanıyordu. Polislerdeki huzursuzluğunu hissedebiliyordum. O an anladım ki bunlar en azından o arkadaşla beni bırakacaklardı. Çünkü bu halimiz ile onların başına bela olacağımızın farkındaydılar. Bir süre sonra o arkadaşla beni ayrı bir otobüse aldılar. Otobüse biner binmez bir polis bize "hadi iyisiniz size bir kıyak çekeceğiz" dedi. Bir süre o otobüste bizimle konuştular, konuşma dediğim de onlar konuştu biz dinledik: "bakın biz de işçiyiz, emekçiyiz, ama devlet düşmanı değiliz!" "bırakın oğlum bu işleri gidin karı becerin!" "Biz de çok işsiz kaldık, ama hiç devlet düşmanı olmadık. Bu memlekette her işsiz kalan sokağa çıksa devlet kalmaz!"  "Niye geliyorsunuz devletin yasakladığı eyleme, devlet gelme diyorsa gelmeyeceksin!" "Bak burada yemin ediyorum. Şu üstümdeki üniforma olmasa yemin billâh kafanıza şimdi şuracıkta sıkarım!" "Siz soysuzsunuz, siz sakın evlenmeyin, kendiniz gibi komünist piçleriniz olur sizin!" vb. gibi sayısız kelime ve söz çınlıyor hala kulaklarımda, polisler uzun süre konuştular, pek de dinlemedim açıkçası. Zaten söyledikleri şeylerin yüzde doksan dokuzu saçmalıktan başka bir şey değildi. Uzunca bir süre konuştular, Sonra bizi bıraktılar. Daha doğrusu "s... olun gidin!" dediler. Sonrasını biliyorsunuz zaten... Gözaltına alındığımda yapmam gereken en önemli şeyin sinirlerime hâkim olmak olduğunu biliyordum. Eğer sinirlerime hâkim olmayıp, polisin beni psikolojik açıdan çökertmesine izin verseydim, işim daha da zorlaşırdı. Birçok insan belki abarttığımı düşünebilir fakat söylemeden geçemeyeceğim. Bence gözaltı her devrimcinin iradesinin sınandığı bir sınavdır... "

Yüzlerce insan "gözaltı" adı altında Çevik Kuvvet otobüslerine bindirilerek dövüldü ve sonra sözde "serbest" bırakıldı. Polis 1 Mayıs süresince bu uygulamayı sistematik bir hale getirdi. Yoldaşımız dışında görüştüğümüz birçok kişi, benzer uygulamalara maruz kaldığını anlattı. Tüm bu yaşananlar, kapitalist sömürü düzeninin gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Burjuvazi, işçi sınıfının haklı ve meşru mücadelesinin önünü kesmek için her yolu deniyor. 1 Mayıs binlerce işçinin kapitalist sömürüye karşı tepkisini, taleplerini ortaya koyduğu onurlu bir gündür. O gün devlet terörüne tanık olduk. Polisin yüzlerce insana saldırması, yaralaması, gözaltına alması aslında işçi sınıfından duyulan korkuyu ortaya koyuyor. Burjuvazinin tutumunu ortaya koyuyor. Polisin tüm barbarca saldırılarına karşın polis direnişi kırmayı başaramadı. Burjuvazinin yıldırma politikaları tutmayacak, zafer direnen emekçilerin olacak!