15-16 Haziran 45 yaşında: Gücümüz birliğimizden gelir!

Türkiye’de işçi sınıfının en önemli bölüklerinden olan metal işçilerinin işbirlikçi Türk Metal sendikasına karşı başlatmış olduğu eylemler fabrika fabrika yayıldı ve süreç içerisinde toplamda 20 bin işçi greve çıktı. İşçi sınıfı uzun zamandır mücadele sahnesine böyle görkemli bir şekilde çıkmamıştı. Ancak Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında bu ne ilktir, ne de son olacaktır. 45 yıl önce, 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfı daha görkemli bir şekilde ayağa kalkmış, sendikal özgürlüklerini kısıtlamayı amaçlayan yasaya karşı 150 bin işçi iki gün boyunca yaptıkları yürüyüşle ülkeyi derinden sarsmıştı. Türkiye işçi sınıfının mücadelelerinde önemli bir kavşak olan 15-16 Haziran ayaklanması, günümüzün mücadeleci işçileri için de önemli dersler içeriyor.

İşçi sınıfının çıkarlarını korumak için

1960’lı yıllar boyunca işçi sınıfı sayısız grev ve direniş gerçekleştiriyor, ancak çok kez, o zaman tek sendikal konfederasyonu olan Türk-İş’in grev kırıcı tutumuyla karşılaşıyordu. İşçi düşmanı yasaları sessizce kabullenen, işverenlerle ve iktidarla işbirliği içerisinde olan Türk-İş’e karşı bir şey yapılmalıydı. İşte Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) böyle bir aşamada kuruldu. Türk-İş içinden kopan bir grup sendika, etrafına bağımsız sendikaları da toplayarak 1967 yılında DİSK’i kuruyor ve işçi sınıfının haklarının ayaklar altına alınmasına izin vermeyeceğini, işçi ve emekçileri işbirlikçi sendikal anlayıştan kurtaracaklarını açıklıyorlardı.

DİSK, kurulduğu 1967 yılından 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti. Birçok işyerinde örgütlenerek yetkiyi alıyor ve Türk-İş’e göre çok daha iyi toplu sözleşmelere imza atıyordu. İmzaladığı toplu sözleşmelerin etkisiyle de işçi sınıfı içinde gitgide bir çekim merkezi olmaya başlıyordu.

Patronlar ve hükümet karşı atakta

DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Turgut Toker, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in çanına ot tıkayacaklarını hiç çekinmeden ifade ediyordu.

İşçi sınıfı: “Sendikanın kılına dokundurtmayacağız!”

CHP’nin de desteğiyle meclisten hızlıca geçirilen yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, tüm işyeri temsilcilerinin katıldığı bir toplantı organize ediyordu. DİSK’in olmadığı zamanlarda çalışma koşullarının ne kadar zorlu olduğunun bilincinde olan işçiler, sendikanın gökten zembille inmediğini, onu kendilerinin var ettiğini ve gözbebekleri gibi koruyacaklarını, grevse grev, mitingse miting, ne gerekiyorsa yapacaklarını hep bir ağızdan söylediler.

Direniş değil hücum!

15 Haziran Pazartesi günü işbaşı yapan işçiler, temsilcilerinin yapılan toplantıyı aktarmasının ardından sendikalarının kapatılmasına izin vermeyeceklerini ve haklarını savunacaklarını söyleyerek hep beraber üretim yapmama kararı aldılar ve protesto yürüyüşlerine başladılar. İlk gün 70 bin işçi, ikinci gün olan 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yürüdü. İstanbul ve Kocaeli’nde yoğunlaşan yürüyüşler, aynı semtte bulunan fabrikalarda işçilerin birbirlerini yürüyüşe çağırmasıyla kuvvetlendi ve işçiler daha da kararlı bir şekilde birlik içinde şehir merkezlerine doğru adeta bir nehir gibi akmaya başladı. İstanbul’da işçilerin birleşmesini engellemek için Galata ve Unkapanı köprüleri kaldırılıyor ve iki yaka arasındaki vapur seferleri iptal ediliyordu.

Sendikal özgürlüklerini çiğnetmeyeceklerini, kanun meclisten geri alınıncaya kadar mücadele edeceklerini haykıran işçiler aynı zamanda Adalet Partisi iktidarının kendilerinin değil, patronların iktidarı olduğunu söyleyerek başbakan Demirel’i istifaya çağırıyorlardı. İşçilerin yürüyüşünün önüne geçmek için hükümet askeriyle, polisiyle yollara barikat kuruyor, ancak işçiler barikatları her defasında yarıp geçiyorlardı. Kimi zaman polisin saldırmasıyla çıkan çatışmalarda, işçiler birlik olup polisin gözaltına almaya çalıştığı arkadaşlarını çekip kurtarıyor, bu da yetmezmiş gibi karakol nezarethanesine atılan işçi arkadaşlarını kurtarmak için karakola girip zorla arkadaşlarını nezarethaneden çıkarıyordu. Çıkan çatışmalarda yaralananlar oldu, ölüler verdiler ancak sokakta oldukları iki gün boyunca hiç durmadılar. Olaylar ancak hükümetin sıkıyönetim ilan etmesiyle bastırılabildi.

Çıkarılması gereken dersler

O dönem işçi sınıfı yumruğunu masaya vurdu, siyasi iktidara karşı sokağa çıktı. Ancak sendika yöneticileri mücadeleye atılan işçilerin önüne düşüp de işçileri zafere götürmek yerine işçileri sokaklardan çektiler. Ne zaman ki işçiler evlerine döndü, temsilciler, sendikacılar gözaltına alındı ve bir kısım işçiyle beraber tutuklandılar. Ancak aylar sonra tahliye olabildiler.

15-16 Haziran’daki yürüyüşlere DİSK’in üye sayısından çok daha fazla sayıda işçi katıldı. Farklı sektörlerde, farklı konfederasyonlarda olmalarına rağmen işçiler birbirlerinin sorunlarına duyarsız kalmadı, birlik olup hareket etti. Bu sayede, Anayasa Mahkemesi  çıkarılan sendikalar yasasının bir kısım hükmünü iptal etti ve işçilerin bu mücadelesi kazanımla sonuçlandı.

Ne zaman iktidar işçi düşmanı bir yasayı meclisten geçirmeye çalışırsa, işçi sınıfının en bilinçli unsurları 15-16 Haziran işçi ayaklanmasını ve burada yatan dersleri hatırlamalıdır. Ancak bir şartla; bu sefer mücadeleyi gerçek bir zafere ulaştırarak! Gerçek bir zafer ise işçi sınıfının sadece sendikal alanda değil, siyasi alanda da örgütlenmesiyle, patron partilerine karşı devrimci bir işçi partisinin inşasına omuz vermesiyle ve işçi sınıfının çıkarlarına göre işleyecek bir düzeni kurmasıyla sağlanacaktır.