Uyan artık anayasal uykudan uyan!

1 Mayıs’tan önce özellikle Taksim konusunda, Türkiye’nin içinden geçtiği iddia edilen barış ve çözüm sürecinin hükümeti sertlikten ve işçilere saldırmaktan alıkoyacağına yönelik bir beklenti oluşmuştu. Hatta bu beklenti DİSK’te yapılan toplantılarda da çeşitli siyaset ve sendika temsilcilerinin ağzından “bu dönemde böyle bir şey onların da işine gelmez” türünden sözlerle ifade ediliyordu. Olanlar ortada. Biz olan bitene şaşırmayanlardandık. Zira 1 Mayıs öncesinde yayınladığımız bildiride de Türkiye’nin bir barış ve çözüm sürecinde olmadığını, sermayenin AKP hükümeti eliyle ve hatta Erdoğan’ın başkanlığı altında büyük bir sınıf taarruzuna hazırlandığını yazıyorduk. 1 Mayıs’ta bu taarruzun bir provası olacaktı. Öyle de oldu.

1 Mayıs’ın hemen ardından Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu bir kez daha toplandı. Ne de olsa yeni ve sivil bir anayasa çalışmaları sürüyor. Türkiye solunun ezici bir çoğunluğu hâlâ yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu görüşünde birleşiyor. Umarız 1 Mayıs’ta yaşananlar bu görüşün değişmesine vesile olur. Çünkü yeni anayasa da sermayenin sınıf taarruzunun bir parçasıdır ve yeni bir anayasa yapma çalışmalarıyla 1 Mayıs’taki polis terörü hiçbir tezat oluşturmamaktadır. Bilakis ikisi birbirini tamamlıyor.

Ne yapıp edip 12 Eylül anayasasından kurtulmalıyız diyenlere daha önce Türkiye’nin önündeki temel hak ve özgürlüklerle ilgili sorunların anayasal olmadığını hatırlatmıştık. Mesela taşeron çalışma bir anayasal sorun değil, sigortasız çalıştırmak da hali hazırdaki yasalarda suç olarak tanımlanıyor. Sendikal örgütlenme ve sendika seçme özgürlüğü de var anayasada ama bu haklar kullanılamıyor. İşçilerin gözünden bakarak bir çırpıda saydığımız başlıklar bunlar. Yine 1 Mayıs’ta yaşananların da hiçbir şekilde anayasal bir soruna tekabül etmediğini eklemek gerekiyor. Alanı gaz bombalarıyla kapatan devlete karşı işçilerin meydanı, yeni anayasa maddeleriyle değil kitlesel güçleriyle tekrar açabileceği ortadadır.

Bugün mevcut anayasa bu gerici haliyle bile sermayeye dar gelmektedir. Sermayenin yeni anayasadan muradı işçi sınıfının elinde kalan son kazanımları da söküp alarak dünya ekonomik krizinin Türkiye’ye mutlaka ödeteceği faturayı işçilere kesmektir. Bu konuda TÜSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) ve TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) bir işbölümü yapmış durumda. TİSK ekonomik anayasa adıyla sınıf taarruzunun temellerini ortaya koyarken TÜSİAD insan hakları, sivil anayasa, demokrasi söylemiyle işin makyajını yapıyor. Bu genel doğrultu MÜSİAD ve TUSKON tarafından da benimseniyor.

12 Eylül anayasasını bile dar bulan sermaye mesela anayasada devlete, “rekabetçi yapının güçlendirilmesi” ödevinin yüklenmesini,  grev hakkının “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla” sınırlanabilmesini istiyor. Tercüme edecek olursak devlet sermaye ile işçi arasındaki ücret pazarlığına rekabetçi yapıyı korumak adına patron lehine müdahale etmek zorunda olacaktır. Yine grev söz konusu olduğunda işçiler ne iş yapıyorsa o işi durduracağından mutlaka işin ucu “başkaları”na dokunacak ve devlet de anayasal olarak bu grevi yasaklayacaktır. Havayollarında grev yasağını hatırlayın: devlet süren toplu sözleşme sürecine THY yönetimi tarafından müdahale etmiş ve grev yasağı çıkarmıştı. Muhtemelen bu yasak anayasa mahkemesinden dönecekti; oradan dönmeden yeni yasa yaparken yasak maddesini çıkardılar. Müstakbel yeni ve sivil anayasamızla devletin sermaye lehine bu tür girişimleri anayasal bir güvenceye kavuşacaktır. Yine hükümetlere anayasal bütçe denkliği koşulu dayatılmak istenmektedir. Tercümesi, eğitime, sağlığa yatırıma, emeğin koşullarının iyileştirilmesi için yapılacak devlet harcamalarına sermaye kelepçesi… Yine kamu yönetiminde bağımsız idari otoriteler tanımlanmak istenmekte, böylece işçi sınıfından gelecek hükümet üzerindeki her türlü baskının baypas edilmesi amaçlanmaktadır. Son olarak, Türkiye’de “rekabetçi yapının güçlendirilmesi” için sermayenin yana yakıla istediği şeyin kıdem tazminatı hakkının kaldırılması olduğunu hatırlayalım.

Bunlar ortada olan ve gerek hükümet gerekse de sermayenin tüm fraksiyonları tarafından desteklenen, burjuva muhalefeti tarafından da paylaşılan taleplerdir. Peki, işçinin, emekçinin, ezilenin safındakiler niye bunları görmez ve hâlâ yeni bir anayasaya umut bağlarlar. Nedeni açık. Hala burjuvazinin demokrat olabileceğini zannediyorlar. 12 Eylül’ü sermayenin bir saldırısı olarak görmüyorlar, Amerikancı bazı paşaların faşistliğinden ibaret olarak algılıyorlar. O yüzden de gerçekleri göremiyorlar. 2013 1 Mayıs’ı gözlerdeki perdeyi kaldırmalıdır. Anayasa uzlaşma komisyonlarının ve her türlü yeni anayasa çalışmasının valiyle Taksim pazarlığı yapıp olmayınca Tayyip Erdoğan’a çıkmaktan farkı yoktur. Sonuç bellidir. Sonucu değiştirmek için yapılacak tek şey anayasal hayallerden bir an evvel uyanıp işçi sınıfını kendi bağımsız çıkarları etrafında seferber etmektir.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mayıs 2013 tarihli 43. sayısında yayınlanmıştır.