Türkiye nereye gidiyor?

Cumhurbaşkanı seçiminin üç adayı belli oldu. Bu tabloya bakan birçok solcu karalar bağlayacaktır. Tayyip Erdoğan’ın ilk turda olmasa bile ikinci turda seçileceği yüksek bir ihtimal. Farz edin seçilemedi. Yerine Selahattin Demirtaş’ın değil Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçileceği açık. Kırk satır yerine kırk  katır. Solcumuz elbette üzülür. Ama bir ülkenin siyasi hayatının yalnızca devletin yönetim organları tarafından belirlenmediğini unutmazsanız, tablonun ilk göründüğünden çok farklı olduğunu anlarsınız. Üzülebilirsiniz ama karalar bağlamazsınız.

Ne kast ettiğimizi anlayabilmek için gözünüzü harita üzerinde Türkiye’nin dört bir yanına çevirmenizi tavsiye ederiz. Kuzeye baktığınızda ne görüyorsunuz? Ukrayna’da faşistlerin koalisyon ortağı olduğu bir hükümete karşı isyana kalkışan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının üzerine daha çeyrek yüzyıl bile geçmeden, “tarihin sonu” palavralarını duymamış olacaklar ki Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri’ni kuran işçi ve emekçi kitlelerini, kısa süre önce Rusya ile Ukrayna arasında esen savaş rüzgârlarını, Avrasya’nın iki devi AB ile Rusya arasındaki gerilimi. Ne tablo!

Güneye baktığınızda ne görüyorsunuz? Ali kıran baş kesen Irak ve Büyük Suriye İslam Devleti’nin(IŞİD olarak bilinen) vahşet dolu yöntemlerle Bağdat’a yaklaştığını, Kerkük’ün Peşmergeler tarafından tek bir kurşun atılmadan alındığını, yani Irak’ın bölündüğünü, 1916’da çizilmiş olan Ortadoğu haritasının dağılmaya başladığını, düne kadar kimsenin adını bile bilmediği Ebu Bekir el Bağdadi’nin Halifeliğini ilan ettiğini!

Peki ya Batı’da ne görüyorsunuz? Artık altı yıla yaklaşan bir süredir büyümeyen, gençlik işsizliğinin bazı ülkelerde yüzde 60’a fırladığı bir Avrupa Birliği’nde, 25 Mayıs’ta yapılan seçimlerde Fransa ve Danimarka’da faşizan, Britanya’da ise ırkçı partilerin birinci parti haline geldiğini, Macaristan ve Yunanistan’da açık Nazi sembolleri kullanan partilerin sağlam biçimde üçüncü parti konumuna yerleştiklerini, Almanya’da bile Nazi partinin adayının seçim kazandığını, buna karşılık sosyal demokrat değil sosyalist gelenekten gelen partilerin Yunanistan’da birinci, İspanya’da üçüncü ve dördüncü parti konumuna yükseldiklerini!  Dev bir kutuplaşmayı!

Doğu’da Taliban’ın büyük taarruzunu, Hindistan’da faşizan ve her halükârda ırkçı ve köktendinci bir başbakanın seçimleri kazandığını, Çin ile Japonya’nın sürekli sert çekişmelere girmiş olduğunu.

Bir de Türkiye’yi hatırlayın. Bir yıl içinde üç büyük sarsıntı: Gezi ile başlayan halk isyanı, 17 Aralık depremi, Soma katliamı. Şimdi Irak’ın Kürdistan Bölgesel Yönetimi bağımsızlık referandumundan söz ettiğine göre, daha kısa süre önce Lice’de olan biteni. Avrupa’nın ekonomik krizinden her an etkilenebilecek, çeşitli uluslararası kuruluşlarca defalarca dünyanın en kırılgan ekonomisi ilan edilmiş olan ekonomiyi.

Bütün bu tablo size Çankaya’ya çıkacak olan şahsiyetin orada istikrar içinde bir beş yıl geçireceğini ima ediyorsa, ne diyelim!

Bize gelince, biz seçimleri ve parlamenter sistemi hep politikanın yalnızca bir veçhesi kabul etmiş, ekonomi, uluslararası politika ve en önemlisi sınıf ve kitle mücadelelerinin esas belirleyici olduğunu düşünen bir akıma mensubuz. Biz seçimle ilgileniriz, ama mecliste işçi sınıfının başına yeni taşeron torbaları geçirmek için tartışılmakta olan torba yasa ile daha fazla ilgileniriz. Bugün dünyanın içinden geçmekte olduğu Üçüncü Büyük Depresyon bağlamında parlamenter sistemin kurumlarının öneminin her zamankinden de daha az olduğu kanaatindeyiz. “Türkiye nereye gidiyor?” sorusunun cevabı, seçimlerde değil, artık kulakları tırmalayan bu gök gürültülerinde yatıyor!

Çankaya’ya giren terler!

Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2014 tarihli 57. sayısında yayınlanmıştır.