Türkiye 2011: Hükümette gericilik ve çatlaklar

2011 yılı AKP’nin gerici yüzünün kimsenin görmezlikten gelemeyeceği kadar çıplak biçimde ortaya çıktığı yıl oldu. Hükümet tutuklama kampanyalarını bir baskı sistemi haline getirdi, basını tam anlamıyla cendereye soktu, Kürt sorununda siyasi çözümün önünü tıkama ve her şeyi “askeri çözüm”e havale etme yolunda elinden geleni ardında komadı. Ama 2011 aynı zamanda AKP içinde ve etrafında kurulmuş olan iktidar blokunun ciddi şekilde zorlanmaya başladığı, hatta ilk çatlakların belirdiği bir yıl oldu. Öyle görünüyor ki burjuvazi, çok sarsıntılı bir yıl olacak gibi görünen 2012’ye on yıldır olmadığı kadar zayıf ve kırılgan bir iktidar sistemi ile giriyor.

2010 tarihe, Sakarya Komünü’nün yarattığı gerçek ama tamamlanamamış umudun yanı sıra, sahte umutlar yılı olarak geçecek. Mayıs ayında Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesi, solun bir bölümünde (kimilerine göre yüzde 40’lık) yeni bir iktidar blokunun oluşmasını sağlayacak bir ikinci Ecevit olayı gibi görüldü, gösterildi. 2010 referandumu ve 2011 seçiminde alınan sonuçlar, bu hayallerin, aslında sahiplerinin umutsuzluktan önlerine ne çıkarsa sarılacak kadar zor durumda olduklarının bir ifadesinden öte bir anlam taşımadığını gösterdi. Solun bir kanadı Kılıçdaroğlu hayallerine kapılırken, bir başka kanadı da referandumda “yetmez ama evet” şiarı temelinde AKP’den ileri demokrasi beklentisine giriyordu. 2010’un 12 Eylül referandumunun doğurduğu bu hayaller ile sona erdiği söylenebilir.

Kürt sorununda başa dönüş

2011, gerçeklere uyanma yılı oldu. Yıl, AKP’nin adım adım MHP’lileşme süreci ile açıldı. Tayyip Erdoğan Kürt sorununda gittikçe daha şoven, daha militarist bir söylemi sergilemeye başladı. Bazıları bunu, MHP’nin tabanının bir bölümünün referandumda “evet” saflarına geçmesinden esinlenen bir seçim taktiği zannetti. Oysa AKP artık daha kalıcı biçimde MHP tabanına oynamaya başlamıştı. Üstelik, 2011 ABD’nin Irak’tan askerini çekeceği yıldı. Bu gelişme, ABD ile AKP hükümeti arasında bir yakınlaşmaya yol açıyor, ABD’nin bu ülkede kurduğu hâkimiyet sisteminin Türkiye tarafından güvenceye alınması karşılığında PKK’yi askeri olarak tasfiye etmek amacıyla Türkiye’nin elinin serbest bırakılmasını getiriyordu.

12 Eylül 2010 referandumunun iki galibinden biri olan Kürt hareketi, 2011’e “iki dilli yaşam”a geçiş ve “Demokratik Özerklik” ilanı ile girmişti. AKP hükümeti buna, öteki devlet güçleriyle el ele, büyük bir taarruz ile cevap verdi. Adaylara veto krizi, kitlelerin muazzam direnişi ile savuşturuldu. Ama 12 Haziran seçimlerinin ertesinde YSK Hatip Dicle’nin milletvekilliğini çaldı, özel yetkili mahkemeler ise KCK’dan tutuklu dört milletvekilinin tutsaklığının devamına karar verdi. Gerisi tutuklama dalgaları, kitle eylemlerine saldırı ve basından avukatlara, bütün Kürt kurumlarının altını oyma çabası biçiminde geldi.

Ama Kürt hareketinin son mitinglerle yeniden görüldüğü gibi ayakta olması, Suriye’nin kuzeyinde PKK yanlısı hareketin de içinde bulunacağı bir Kürt yönetimi tehdidi ile birleşince, hükümet için zorlukların devam ettiği anlamına geliyor.

İktidar blokunda çatlaklar

2002-2010 yılları, İslamcı burjuvazi ile Batıcı-laik burjuvazinin temsilcileri olarak AKP ile TSK (ve onun etrafında konumlanmış diğer kurumlar) arasında bir politik iç savaşa tanık olmuştu. Bu iç savaş bitmedi, ama AKP büyük ölçüde üstünlük sağlamış durumda. 2011 başından itibaren AKP’nin bu iç savaşta kurmuş olduğu iktidar bloku, ironik biçimde AKP’nin en büyük seçim zaferini kazandığı bu tarih diliminde, ciddi iç sürtüşmelere, gerginliklere, kırılmalara sahne olmaya başladı.

Önce AKP’nin etrafında toplanarak İslamcılığa prim vermeyen halk kitleleri arasında bu yönetimi meşrulaştırma işlevini üstlenmiş olan (kimi solcu bilinen) liberallerin hükümet ile arası, MHP tipi politika yüzünden açıldı. Bunların bir bölümü (Taraf gazetesi en önemli odaktır) daha sonra AKP kampından vazgeçmeyeceğini, onun gönüllü fedaisi rolünü sürdüreceğini kanıtladı, ama liberal aydınlar kümesi içinde çatlak gittikçe derinleşiyor.

Bunu, AKP yönetimi ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerginlik ve çatışmalar izledi. Meselenin kökü belki de 2009 Ocak ayında Erdoğan’ın, ünlü “one minute” olayında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” demesine kadar geri gidiyordu. Ama o aşamada su yüzüne çıkan bir gerilim yoktu. İlk çatlak Mayıs 2010’daki Mavi Marmara olayı ile ortaya çıktı. Fethullah Gülen, hükümetin politikasını yanlış bulduğunu açıkça ifade etti. Ama 12 Eylül referandumunun yarattığı ortak heyecan bu çatlağın üzerini sıvadı. Öyle anlaşılıyor ki, 2011 Eylül ayında Birleşmiş Milletler’in Mavi Marmara olayına ilişkin raporu açıklandığında hükümetin İsrail’e karşı aldığı (hiç de yeterli olmayan ama sert görünen) tedbirler yüzünden mesele iyice alevlendi.

Elbette AKP yönetimi ya da en önemlisi Tayyip Erdoğan ile cemaat arasında başka gerilimler de var ve belki de belirleyici olan bunlar. Örneğin, AKP’nin tutukluluk süreleri üzerinde yeni bir çalışma yapıyor olması cemaatin sözcülerince (en başta da Hüseyin Gülerce tarafından) ağır eleştirilere tâbi tutuldu. Ama nedenler ne olursa olsun, AKP ile cemaatin arasında ciddi bir sürtüşme yaşanmakta olduğu ortada.

Bu çelişkiye AKP’nin kurmuş olduğu iktidar blokunun önemli unsurları arasında yer alan cemaatler arası gerginlikler de ekleniyor. Tartışmasız biçimde hâkim konumda olan Gülen cemaati, “cüppeli Mahmut” olayında ortaya çıktığı gibi, örneğin İsmailağa cemaatinin en azından bir kanadı ile hesaplaşmaya girişmiş bulunuyor.

Erdoğan’ın bütün bunların üzerine gelen ameliyatı ve sağlığı üzerine yapılan spekülasyonlar, iktidar bloku içinde her şeyin belirsizleşmesi ile sonuçlanmış bulunuyor. Şimdi Erdoğan-Gül rekabeti büyüyor, Arınç kendini “Erdoğan’a bile biat etmemiş” yeni lider olarak sunuyor, Davutoğlu yahut Babacan’ın, hatta Egemen Bağış gibi çapsız politikacıların liderlik iddiasından söz ediliyor. Bunların cemaate yakınlık derecesinin farklı oluşu yarışa özel bir renk katıyor.

Burjuvazinin önderlik krizine doğru

Türkiye burjuvazisi, 2002 sonundan bu yana bir yandan kendi içinde ağır bir savaş yaşarken, bir yandan da işçi sınıfı ve emekçiler karşısındaki ortak çıkarlarını gözetmek ve ilerletmek açısından istikrarlı bir tek parti hükümeti olan Tayyip Erdoğan hükümetinden büyük yarar sağladı. Şimdi tam da dünya hızla belki de tarihte görülmemiş düzeyde bir ekonomik krize doğru ilerlerken, dolayısıyla sınıf mücadelesinde yakın gelecek bilinmezlerle dolu iken, Arap devrimi ve onun bir dizi yan sonucu Türkiye’yi (Kürt sorununda daha fazla zorlanma da dahil) sarsıntıların eşiğine getirirken, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2012’nin ikinci yarısında dönem başkanı olması AB ile ilişkileri gerecekken, eskiden istikrar timsali olan bu yönetim çatlaklarla sarsılıyor.

Burjuvazi, öyle anlaşılıyor ki, çok sarsıntılı olmayı vaad eden 2012’de ciddi bir önderlik krizi ile karşılaşacak. Türkiye açısından 2011’in 2012’ye devredeceği en önemli miras belki de bu olacak.

Sınıf mücadelesinde Tekel rüzgârını sürdüremeyen yıl

2011, işçi sınıfının mücadeleleri açısından 2010’da Tekel işçilerinin Sakarya Komünü ile başlattığı rüzgârı sürdüremeyen yıl oldu. Tabii bunda Tekel mücadelesinin hem Türk-İş, hem de bir aşamadan sonra Tek Gıda-İş bürokrasisi tarafından yenilgiye uğratılması belirleyici rol oynadı. Ama 2011 maalesef işçi hareketinin bunun hesabını da soramadığı yıl oldu.

Elbette, 2011’de Türkiye işçi sınıfı elini kolunu bağlayıp oturmadı. Başta sendikalaşma atılımlarının engellenmesine, taşeronlaştırmaya, ücretlerin ödenmesindeki gecikmelere, iş koşullarına vb. karşı sayısız işçi direnişi oldu. Metal (Casper, Mahle, Schneider, Mas-Daf, GEA vb.), sağlık (en başta Dokuz Eylül, Adana Balcalı, Antalya), deri (Suni Deri’den Savranoğlu’ya), sivil havacılık (Sabiha Gökçen) başı çekiyordu. Bunların yanı sıra Mersin bölgesinin canlılığı dikkate değerdi. 2010 Akdeniz Çivi işçilerinin direnişi ile kapanmıştı. 2011 Mersin Üniversitesi inşaat işçilerinin mücadelesiyle açıldı, Mersin liman işçilerinin 150 gün süren direnişi ile kapandı. Antalya geri dönüşüm işçilerinin direnişi ise proletaryanın sıradışı katmanlarının da mücadeleye hazır olduğunu gösterdi.

2011 aynı zamanda işçi sınıfının, CHP’nin ikiyüzlü söylemine meydan okuduğu yıl oldu. 2010 sonunda Mersin Akdeniz Çivi işçileri CHP’den belediye meclisi olan patronlarını protesto için parti binasını işgal etmişlerdi. 2011’de ise, daha önce Karşıyaka’da başlamış olan bir eğilim sürdü: CHP’li belediyelerde taşeronluğun kaldırılacağı yalanına karşı İzmir Konak ve Buca belediyelerinin taşeron işçileri ciddi direnişler yaptılar. İstanbul’da ise Bedaş işçileri başarılı direnişleriyle AKP’li bir belediyeden İzmirli sınıf kardeşlerine selam yollamış oldular.

2011’de metal sektöründe 30 yıldır sürmekte olan bir gelenek bozuldu. Türk Metal sendikasının sınıf işbirlikçi politikasının toplu sözleşmelerde oynadığı belirleyici role karşı Birleşik Metal adım adım uygulanan bir grev politikası ile MESS’e kafa tuttu.

1 Mayıs, 2010’da olduğu gibi 2011’de de Taksim meydanında yüz binlerin katılımı ile kutlandı.

Ama 2011 işçi sınıfı açısından olumluluktan çok olumsuzlukların öne çıktığı bir yıl oldu. AKP’nin sendika hareketine tasallutu devam etti. İktidar partisinin işçi bürosu olarak çalışan Hak-İş’e bağlı Öz Çelik-İş’in karşısında işçiler Kardemir’de gerici de olsa patrondan bağımsız olan Türk Metal’e üye olmak isteyince karşılarında devleti buldu. Hükümet, kamu emekçilerine 12 Eylül referandumu ile tanınan toplu sözleşme yetkisini yasalaştırırken kendi memur bürosu gibi çalışan Memur-Sen’e görüşme heyetinde çoğunluk verecek bir düzenlemeyi gündeme getirdi. SSGSS’de, 1 Mayıs Taksim mücadelesinde, en önemlisi Tekel mücadelesinde, kendisini Türk-İş’in başına getirmiş olan AKP’ye diyet ödemek için işçi sınıfına ihanet eden Mustafa Kumlu, konfederasyonun Aralık ayındaki genel kurulunda, hesap vermek ne demek, gerici Türk Metal’in de desteği ile yeniden başkan seçildi.

Kumlu daha iyi performans gösterirse 2015’te milletvekili olabilir. 2011 aynı zamanda, konfederasyon başkanlığının, milletvekilliği bekleme odası olduğunu (daha önceki Rıdvan Budak ve Bayram Meral örneklerinden sonra) Süleyman Çelebi ve Salim Uslu’nun seçilmeleriyle bir kez daha kanıtladı. İkbal peşindeki bürokratların sınıfa ne hayırları dokunur ki?

Bütün bunlara rağmen, burjuvazi eminiz ki 2012’yi düşününce haklı olarak kaygılanıyordur. Güneyimizde, Mısır ve genel olarak Arap dünyasında işçi sınıfı ve mülksüzler ayakta. Batımızda, Yunanistan’da ve öteki Akdeniz ülkelerinde sınıf mücadelesi yükselmeye devam ediyor. Türkiye’nin kendi doğusunda Kürt emekçileri patlayıcı madde gibi. Korku kentleri bekliyor!

2012 DİSK kongresi ile açılacak. DİSK, Ören Tezleri’nin sınıf işbirlikçi yolundan ayrılırsa, yüzünü TÜSİAD yerine işçi sınıfına çevirirse, ilk adım atılmış olacaktır.