Tahşiye!

Tarihte istilacı güçlerin istila edilenin kültürünün izlerini silmek için yaptıkları arasında en sık tekrarlananı, toprağı istila edilenin dinine ait tapınağın üzerine istila edenin dininin tapınağının inşa edilmesidir. Burada, istilacı uygarlığın askerlerinin ve sivil halkının kendi tapınağında dua etmesinden daha önemli olan, öteki kültürün tapınağının görünmez hale getirilmesidir. 14 Aralık operasyonunun yapmaya çalıştığını en iyi böyle anlayabiliriz: getirdiği sesle, yaptığı gürültüyle, yarattığı görüntülerle 17 Aralık operasyonunun üzerini örtmek! Onu görünmez kılmak!

Bu ışık altında bakıldığında, 17 Aralık tarihli gazetelerde tuhaf bir durum var. AKP’nin yolsuzluklarının yanında durması düşük olasılık olan gazetelerde (Hürriyet, Milliyet vb.) 17 Aralık’tan neredeyse söz edilmemiş. Ağırlık ya 14 Aralık’ta, ya da başka bir konuda (Pakistan’daki vahşet Hürriyet’e yardım etmiş, ama Milliyet buna bile ihtiyaç duymamış, Sare Davutoğlu ile röportajını bula bula 17 Aralık’ta manşetten veriyor!) Yani amaç bir ölçüde yerine gelmiş. Ama havuz basınında durum değişik. Onlar 17 Aralık’a referans yapıyorlar, ama 14 Aralık’ı kullanarak, 17 Aralık’ı bir cinayet şebekesinin darbe girişimi olarak gösterme yöntemiyle. Denebilir ki, bunlar 17 Aralık yıldönümünü saklamıyorlar, tam tersine öne çıkarıyorlar, ama aşağılayarak, kötüleyerek, gayri meşru hale sokarak. Belki de Hürriyet tipi gazetelerin 17 Aralık’ı bir yolsuzluk vakası olarak öne çıkaracağını düşündükleri için cevap olsun diye böyle yapıyorlar. Ama ötekilerden çıt çıkmayınca bu taktik geri tepiyor! Gereksiz savunma telaşı bazen kendi kalesine gol atma ile sonuçlanır!

Telaş

Tayyip Erdoğan ve başyaver Ahmet Davutoğlu’nun cemaate bu saldırıyı düzenlemelerini bir güç gösterisi olarak görenler yanılıyorlar. Aslında bu ciddi bir zaafın, kendini emniyette hissetmemenin ürünüdür. Erdoğan ve şürekâsı, büyük toplum kesimlerinin kendi altlarını oymaya istekli olduğunu, bunun Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi bir zamanlar partinin 2 ve 3 numaralı liderleri olan şahsiyetleri de kapsadığını, 2015 genel seçiminden sonra sert bir fırtınanın AKP saflarını sarsacağını biliyorlar. Bu yüzdendir ki aslında çok riskli bir operasyon olmasına rağmen cemaate saldırıyorlar.

Neden riskli? Birincisi, saldırının bir aşamasında Fethullah Gülen’in umudu kesilirse en çirkin ses ve görüntü kayıtlarını piyasaya çıkarabilir. Hayat memat sorunu ile karşı karşıya kalan bir hareketin önderinin elini bugüne kadar olduğu gibi ikna çabasıyla durdurmak mümkün olmayabilir. İkincisi ve daha da tehlikelisi, cemaat aleyhine yargı operasyonlarının bir aşamada ister istemez Tayyip Erdoğan ve AKP’yi de içine çekmesi riskidir. Sitemizde 15 Aralık günü yayınlanan “karşı manşet” yazısında da belirtildiği gibi (http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/ortagin-ne-zaman-terorist-oldu-tayyip-erdogan), cemaat suç örgütü ise, AKP de suçludur.

İşte bu riski göze alamadığı için AKP iktidarı cemaate yönelik, ucu doğrudan kendisine dokunmayan bir suçlama bulmakta zorlanmıştır. Şimdi soruşturmanın amacının “Tahşiye” adlı bir dini gruba düzenlenen bir operasyon olduğu anlaşılıyor. “Tahşiye”, hâşiye koymak demek. Hâşiye ise esas olarak “derkenar” anlamını taşıyor. Yani kitaplarda bugünün dipnotuna karşılık gelen kenar notu. Şaka gibi! Cemaatin o kadar çok ciddi suçu varken, saldırının konusu gerçekten de dipnotu kadar ikincil bir konu. Bakalım orada durabilecekler mi?

Karartma

14 Aralık operasyonu, sadece 17 Aralık’ın üzerini örtme amacıyla, tarihe onun değil bu operasyonun kalması için yapılmış bir operasyon değil elbette. Cemaate yakın polis şefleri hükümetin zaten saldırı alanı içinde. Bunlar arasında işkenceciler, soğukkanlı olarak suikast planlamış olanlar, suikast hazırlıklarını bildiği halde istihbaratını gizlemeyi marifet bilmiş olanlar olması ihtimali son derecede yüksek. Hrant Dink suikasti konusunda bilinen olgular dahi bunlardan bir bölümünün açıkça Hrant’ın katili sıfatını taşıyabileceğini düşündürtüyor. Bu bakımdan polislerin gözaltına alınmasını şayet Hrant’ın katili Ogün Samast’ın son günlerde tanık olarak ifade vermesi ile bağlantılı olarak ele alırsak, emniyet güçleri içinde bir iç savaş olarak niteleyebiliriz. Hrant Dink davasında Ali Fuat Yılmazer ya da Ramazan Akyürek gibi cemaatçi polisler yargılanmaya başlarsa, aklı başında tek bir sosyalist ya da demokratın bunların masumiyetine kefil olması düşünülemez. Salt AKP bu adamlara saldırıyor diye Hrant’ın katili olması ihtimal yüksek olan birtakım polis müdürlerini savunmak kimseye düşmez!

Ama gazete ve televizyona saldırı başka bir şeydir. 14 Aralık operasyonundan önce birçok polis müdürü gözaltına alınmıştı. 14 Aralık’ın ayırıcı yanı basına saldırmasıdır. Bu, son derecede dikkatle üzerinde durulması gereken bir konudur. İşin bu yanını biraz daha iyi anlamaya çalışmak gerekir.

Meselenin birinci boyutu, AKP iktidarının bu taarruzla Zaman gazetesinin ve Samanyolu televizyonunun kendisine yönelik eleştirilerini durdurmaya çalışmasıdır. Bu açıdan, 14 Aralık, bir yıla yayılan karartma operasyonlarının şimdilik son halkasıdır. Bu olayda da söz konusu yayın organlarına saldırının karşısında yer almamızın nedeni AKP’nin devleti bir delil karartma devletine dönüştürmesine cepheden karşı çıkmamızdır.

Özgürlük

İşçi sınıfı açısından burjuva demokrasisinde en önemli iki hak ifade ve örgütlenme özgürlükleridir. İlki hâkim sınıfların düşüncelerinin dışındaki düşüncelerin yayılabilmesi, yani işçi sınıfının siyasi sınıf bilincine kavuşabilmesi açısından hayati önem taşır. İkincisi ise daha da önemlidir. Sendikalarda ve işçi sınıfının partilerinde örgütlenmek işçi sınıfı için burjuvaziye karşı mücadelesinde su gibi, hava gibi önemli bir şeydir. (Gösteri ve toplanma özgürlüğü de çok önemlidir, ama aslında ifade özgürlüğünün kolektif bir biçimi olarak ele alınabilir.) Bu yüzden ifade ve örgütlenme özgürlüklerine dokunmaya kalkışan iktidarlara karşı işçi sınıfının siyasi örgütlerinin çok dikkatli olması gerekir.

İfade özgürlüğünün büyük kitleler açısından başlıca alanı medyadır, yani gazete, radyo, televizyon ve internettir. (Başka birtakım alanlarda ifade özgürlüğü de önemlidir: bilim öğrenme ve öğretme özgürlüğü, sanat ve kültür alanlarında özgürlük vb. Ama bunlar önem bakımından en geniş kitleleri ilgilendiren medyanın arkasından gelir.) İşçi sınıfı açısından ifade özgürlüğünün bu mecralarının savunulması, sendika ve partilerin örgütlenme özgürlüğünün savunulmasının hemen ardından gelir.

Bu yüzdendir ki, tamamen karşı devrimci, hatta gerici ve ezilen Kürt halkının düşmanı olmasına rağmen, Zaman gazetesine ve Samanyolu televizyonuna karşı taarruzun karşısında yer almak gerekir. Zira basın ve ifade özgürlüğüne yönelik saldırıların ceremesini esas olarak işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin çekeceği açıktır. Bugüne kadar da sayısız kısmi baskılar görülmüştür bu alanda. Bu yüzden epeyce yaralı olan basın özgürlüğünün cepheden yıkılmasına izin vermemek gerekir.

Bu yaklaşım, Devrimci İşçi Partisi’nin Ergenekon adıyla anılan davada ve benzeri davalarda tuttuğu yol ile de bütünüyle tutarlıdır. Orada talebimiz Veli Küçük gibi emekçi ve ezilen halka zulüm uygulamış olan kontrgerilla mensuplarının sadece AKP’ye karşı darbecilik gerekçesiyle değil, esas Kürt halkına ve emekçilere yönelik işlenmiş suçlar dolayısıyla yargılanmasıydı. Ama orada bile iki kategori sanığın cinayet ve baskılarda ciddi örgütleyici rolü olduğuna dair çok kuvvetli deliller ileri sürülemediği takdirde salıverilmelerini savunduk. Kategorilerden biri İşçi Partisi’nin yöneticilerinin davanın sanıkları arasında yer alması dolayısıyla parti faaliyetinin savunulmasıdır. Öteki ise yazar, gazetece ve aydınların savunulmasıdır. Bu durumda da gazeteci ve televizyoncular için aynı yaklaşımın benimsenmesi gerekir.

“Mazlum”!

Ama ne “Ergenekon” olarak anılan davaların sosyal kontrgerillacılarına en ufak bir sempati gösterdik, ne de bugün Ekrem Dumanlı ve şürekâsı gibi gerici, karşı devrimci, Kürt ve Alevi düşmanı kadrolara en ufak bir yakınlık hissederiz.

CHP Genel Balkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı bir yaklaşım AKP karşıtları arasında hızla yayıldı. Kılıçdaroğlu ilk gün “mazlumun kimliği sorulmaz” dedi. Bundan sonra sayısız siyasetçi ve yazar gözaltına alınanlardan “mazlum” olarak söz etmeye başladı. Bunların “mazlum” kategorisine Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer ya da Yurt Atayün gibi polis şeflerinin girip girmediğini bilmiyoruz. Ama bizim de haklarını savunduğumuz Ekrem Dumanlı ve çalışma arkadaşı gazetecilerin dahi “mazlum” olarak anılamayacağından eminiz. Bu insanlar mazlum Kürt halkına karşı her zaman zalim bir tavır içinde olmuşlardır. Bu insanlar, daha önce kendileri gibi saldırıya uğrayan, en azından bir kısmı uydurma deliller temelinde daha ceza bile yemeden yıllarca hapis yatan başka aydınların çektikleri karşısında bütünüyle zalim bir tavır almışlardır. Şimdi onlara “mazlum” demek de ne oluyor?

CHP’lilerin ve onların yolundan gizli gizli yürüyenlerin cevabı muhtemelen “bir taraf zalimse ezdiği de mazlumdur” olacaktır. Hiç de öyle değil! Hitler Varşova gettosunu ezdiğinde ezdikleri mazlumdu. Ama Fransız burjuvazisini ezdiğinde onlar mazlum değildi, onu Sovyetler Birliği’ne saldırması için kışkırtmış olan zalimlerdi. Zalimler yeri gelince zalimleri de ezer! Sırf o anda eziliyorlar diye bazı zalimleri “mazlum” olarak anmak son derecede kötü politik çıkarsamalarla sonuçlanır.

Ne var ki, bu argüman aslında başka bir şeyi gizlemek içindir. Kılıçdaroğlu’nun ve ötekilerinin cemaatin adamlarına “mazlum” demesinin altında onlarla ittifak etme telaşı yatıyor. Ekmeleddin İhsanoğlu stratejisidir bu. Biz ise Ekrem Dumanlı’nın ve şefi Fethullah Gülen’in sonuna kadar karşısındayız.

“Ergenekon”

Türkiye solunun “Ergenekon” adıyla anılan davada ve onunla akraba bir dizi başka davada tavrı birkaç gruba ayrılıyordu. Bir yanda bu davalara demokrasi misyonu atfeden, vesayetin sona ereceğini, bununla birlikte Türkiye’ye demokrasi geleceğini düşünen akımlar ve kişiler vardı. (Tayyip Erdoğan demokrattı ya! Ordu ehlileştirilince bütün sorunlar hallolacaktı!) Öbür yanda AKP’nin gericiliğine askeri bir yönetim aracılığıyla set kurmak isteyen, kontrgerillayı aklamaya çalışan, komutanlara saygılarını sunan bir anlayış vardı. Bunların her ikisi de burjuvazinin Batıcı-laik kanadı ile İslamcı kanadı arasında yaşanmakta olan kansız iç savaşta burjuva kanatlardan birinin ya da ötekinin kuyruğuna takılmayı benimsemiş bir siyasi hattın farklı ifadeleriydi.  Bu ikisinin dışında “yesinler birbirlerini” tavrı vardı. Bu, burjuvazinin iki kanadından da bağımsız bir tavır gibi duruyordu, ama aslında Batıcı-laik burjuvazinin üstünlüğünün askeri yöntemlerle ayakta tutulmasına karşı olmakla birlikte sivil örgüt ve kadrolarına çok daha sıcak yaklaşıyordu. Ayrıca bu pozisyon ülkedeki somut gelişmelerden uzak duran, politika dışı kalmaya yol açabilecek bir soyutluğu ifade ediyordu aynı zamanda.

Bugün Ekrem Dumanlı’yı “mazlum” ilan edenler, dün Ergenekon davasının avukatı kesilenlerle aynı doğrultuyu izliyorlar. Tuhaftır, bir kısmı aynı siyasi hareketlerin (mesela CHP’nin) temsilcisidir! Oysa savunulan hareket ve kişiler birbirinin neredeyse düşmanıdır. Tuhaf ama gerçek! Erdoğan’ı demokrat gördüğü için bu gözaltı dalgasını destekleyen artık yok. “Yetmez ama evet” yaklaşımının büyük iflası buradan da bellidir. Ama başka birileri “evet ama yetmez” diyor. Erdoğan’ı demokrat görmüyorlar muhtemelen; zaten bunun önemi de yoktur, çünkü onlar için demokrasinin önemi yoktur. İşçi Partisi’nden ve geniş “ulusalcı” çevrelerden söz ediyoruz. Onlar, kontrgerillanın cemaatten orduya iadesi için mücadele eden ve dolayısıyla cemaate düşman olan bir ekiptir. Bu yüzden de geçmişin Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin Erdoğan destekçiliği bayrağını bugün İşçi Partisi devralmıştır. Erdoğan referandumdan sonra “Pensilvanya”nın yanı sıra iki ayrı parti imişçesine “Devrimci Sol …[bir süre duraklama]…İşçi Partisi”ne teşekkür etmişti. Neredeyse İşçi Partisi’ne teşekkür gibi olmuştu bu. İçine doğmuş! Şimdi de 2015 genel seçimlerinden sonra doğrudan ve tek başına İşçi Partisi’ne teşekkür eder belki!

Devrimci İşçi Partisi’nin tutumu, devletin emekçiler ve ezilen Kürt halkı ve Aleviler üzerinde baskı uygulamış, cinayetler işlemiş, bütünüyle demokrasi düşmanı kadrolarını ve devletin kontrgerilla olarak bilinen çelik çekirdeğini fırsat doğduğunda teşhir etmek, davaların esas bu alanlara yönelmesi gerektiğini savunarak AKP’nin demokrat falan olmadığını halkın gözünde teşhir etmekti.

Bugün cemaate yapılan saldırıda yaklaşımımız bir ölçüde, ama sadece bir ölçüde farklıdır. O gün somut olarak ülke politikasına hâkim güç olan kontrgerilla ve darbecilere hücum etmenin ön plana çıkması olağandı. Bu hücum, yükselen güç AKP’yi de köşeye sıkıştırmayı hedefliyordu. Oysa bugün cemaat o zaman kontrgerilla ve darbeci güçlerin konumundan farklı olarak hâkim güç değildir. İktidar bir bütün olarak AKP’nin elindedir. Amacı da kendisine karşı olan bütün güçleri ezmek, ezemeyeceklerini de sindirmektir. Bugün iki güç çarpışmıyor. AKP Türkiye’nin geleceğine karşı çarpışıyor!

İsyan

Cemaate saldırıya karşı çıkıyorsak bu CHP ve Türkiye’yi AKP’den kurtarma görevini CHP’yle birlikte sağlayabileceğini uman güçler gibi, cemaatin bir potansiyel müttefik olduğu düşüncesiyle değildir. AKP’nin genel olarak saldırma kapasitesini köreltmek içindir. Bizim için Türkiye’yi halkın var olan koşullara boyun eğmemesi, yani isyan etmesi kurtaracaktır. Gezi ile başlayan halk isyanının devamı olan bir mücadele. Ekim ayındaki serhildanın devamı olan bir mücadele. Sakarya komününü kuran Tekel işçilerinin mücadelesini yepyeni doruklara taşıyarak masaya yumruğunu vuracak ve böylece daha önce mücadeleye girmiş bütün kesimleri kendi etrafında toparlayacak işçi sınıfının mücadelesi.

Bütün hazırlığımızı bu mücadele yönelişinin toplumsal muhalefete hâkim olması üzerine inşa ediyoruz.