“Sivil toplum”un darbesi

“(...) tarih öyle bir biçimde yapılır ki, nihai sonuç daima çok sayıda bireysel irade arasındaki çatışmalardan doğar. (...) Her bir bireyin amaçladığı şeye başka herkes engel olur; sonuçta ortaya çıkan, hiç kimsenin amaçlamamış olduğu bir şeydir.”

Friedrich Engels, J. Bloch’a mektup, 1890

28 Şubat, cumhuriyet tarihinin en karmaşık ve zor anlaşılan dönemlerinden biridir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra cumhuriyet tarihinin dördüncü askeri müdahalesidir. İslamcı ve Batı karşıtı Milli Görüş hareketinin yenilgiye uğratılması için yapılan bu askeri müdahaleyi, solda ve sendika hareketi içinde “ilerici” olarak niteleyen ve destekleyen sayısız odak ve şahsiyet olmuştur. Bunlar askeri müdahalelerin en gericisi 12 Eylül’den sadece 17 yıl sonra bir yeni askeri müdahaleyi açıkça desteklemeyi kendilerine yediremedikleri için, uzun süre boyunca “darbe yok, darbe tehlikesi de yok” demişlerdir. Devrimci İşçi Partisi geleneği, bu alçaklığa karşı ilk günden itibaren mücadele vermiştir. Geleneğimizin eski yayın organlarından Sınıf Bilinci’nin 17. ila 21. sayıları arasındaki beş sayıda solun ve sendikal hareketin bu süreç içinde ordu önünde diz çökmesi ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

28 Şubat’ın temel özellikleri

  • 28 Şubat, laikliği falan değil, birtakım çıkarları korumak için yapılmıştır. Dönemin başbakanı, Milli Görüş’ün tarihsel önderi Necmettin Erbakan, Batı’ya karşı yüzünü İslam dünyasına dönüyordu. Zengin ülkeler kulübü olarak bilinen G-8’in karşısına gelişmekte olan İslam ülkelerinden oluşan bir D-8 kuruyor, İran ve Libya’ya düzenlediği gezilerde ABD ve AB’ye meydan okuyordu. Ayrıca, Türkiye burjuvazisinin yükselen İslamcı kanadını eski hâkim dilim olan Batıcı-laik sermayeye karşı koruyordu. Erbakan bu yüzden ABD, Batıcı-laik burjuvazi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bir ittifakı sonucunda devrilmiştir.
  • 28 Şubat’ın Türkiye’deki askeri müdahaleler arasındaki özgül yerini belirleyen, darbecilerin kirli işlerini “Silahsız Kuvvetler”e yaptırması olmuştur. Milli Görüş’ün halk arasındaki gücünü hesaplayan TSK, bunun karşısında geniş bir ittifak oluşturmaya girişmiştir: basın (en başta Hürriyet gazetesi), yargı, üniversite, iş dünyası (TOBB ve işveren sendikaları), işçi sendikaları (Türk-İş ve DİSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Federasyonu (TESK) içinde örgütlenmiş olan geleneksel küçük burjuvazi bu ittifakın ana unsurları olmuştur.
  • Bu, 12 Eylül yenilgisi bağlamında solda Marksizme alternatif olarak geliştirilen “sivil toplumcu” projenin çöküşüdür. “Sivil toplum”un, bu anlayışta ileri sürüldüğü gibi, demokrasinin kaynağı olmadığı, tersine gericilik yapmasının da mümkün olduğu burada açık biçimde ortaya çıkmıştır.
  • 28 Şubat sosyalist hareket içinde yeni bir ayrışma yaratmıştır: (İşçi Partisi’nde örgütlenmiş olan Aydınlık geleneği bir kenara bırakılırsa) “ulusalcılığın” temelleri 28 Şubat’ta atılmış, postal yalayıcılar, yani kapıkulu solu, bu evreden sonra hızla yayılmıştır.
  • 28 Şubat, Susurluk kazasından sonra özellikle “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” adıyla anılan eylemlerde devletin çelik çekirdeğine karşı gelişmekte olan son derecede kitlesel protesto eylemlerinin, yolundan saparak İslamcılık karşıtı bir karaktere bürünmesine de yol açmış, böylece kısacık bir an için gerçek bir kitle hareketi potansiyeli yaşayan Türkiye’nin önünü kapatmıştır.

Kime niyet, kime kısmet!

Askeri müdahalenin sözcüsü generaller 28 Şubat’ın “bin yıl süreceğini” söylüyorlardı. Bugün geldiğimiz noktada, bin yıl olmasa da çok uzun yıllardır sürmekte olan ve sonu henüz ufukta görünmemiş olan, AKP tipi İslamcılıktır! İşte size darbeciliğin faydaları!

28 Şubat kısa vade açısından başarıya ulaşmıştı. TSK ve müttefikleri, Refahyol hükümetini devirerek, Refah Partisi’ni kapatarak, kendisini de yasaklı hale getirerek, Erbakan’ın siyasi hayatını bitirmiş oldular.

Ama 28 Şubat yenilgisinin derslerini çıkaran İslamcı burjuvazinin bazı kadroları sadece dört yıl sonra (2001) AKP’yi kuracak, beş yıl sonra da (2002) iktidara gelecekti. AKP’yi Milli Görüş’ten ayıran, Batıcı-laik burjuvazi karşısında İslamcı burjuvazinin çıkarlarını, ABD ve AB ile zıtlaşmaksızın savunmayı kendisine ana düstur olarak almasıydı.

Böylece, bütün aktörlerin iradesinin toplam etkisi kimsenin kendi başına amaçladığı sonuç olmuyor, farklı güçlerin basıncının nihai sonucu olarak yepyeni bir olgu ortaya çıkıyordu. 

Ordu son derecede demokratik...”

28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin askeri mimarları Nisan ayı içinde üç ayrı dalga çerçevesinde gözaltına alındılar, bir bölümü tutuklandı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun üçüncü dalganın ardından “cadı kazanı” tehlikesinden söz etmesi, bu partinin o dönemde olduğu gibi bugün de 28 Şubat’ı desteklemekte olduğu anlamına gelir. Bu hareketi bugün bile korumaya çalışması, CHP’nin gerici karakterini bir kez daha ortaya koymuştur.

28 Şubat, Türkiye tarihinde adını söylemek istemeyen askeri müdahaledir. Çünkü 28 Şubat’a destek veren, onu mümkün kılan güçler, sözde ilericidir ve demokrattır. 28 Şubat’ın bir askeri müdahale olmadığını ileri sürmenin gülünçlüğü ortadadır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Milli Güvenlik Kurulu’nu kullanarak Erbakan-Çiller hükümetine (Refahyol diye biliniyordu) muhtıra vermiş ve bu muhtıranın koşulları yerine getirilmediği takdirde yaptırımlar uygulayacaklarını belirtmişti. Bu muhtıra etrafında örgütlenen mücadele, bir hükümeti (Refahyol) devirmiş, TSK’nın sayesinde bir yeni hükümet kurdurmuş (esas olarak ANAP ile DSP’nin, CHP tarafından desteklenen bir koalisyonu), bir partiyi (Refah Partisi) Anayasa Mahkemesi aracılığıyla kapattırmış, başta Erbakan olmak üzere birçok Refahlı politikacıyı yasaklı hale getirmiştir. Daha ne olsun?

DİP geleneğinin ilk günden askeri müdahale olduğunu savunduğu bu sürecin bu özelliğini yadsıyanlar, bir gün birdenbire, hangi akıllı bulduysa, “postmodern darbe” terimine sarılmışlardır. Oysa iki yanlış bir doğru etmez! “Postmodern” nitelemesi bütünüyle uyduruk ve 28 Şubat’ın karakterine hiç ışık tutmayan bir terimdir. “Darbe” nitelemesi de yanlıştır, çünkü “darbe” askerin yönetimi devralması demektir. Ama en önemlisi, 28 Şubat’ın askeri müdahale olmadığını geleneğimize karşı savunanların hiç sıkılmadan bu terimi kullanmaya yönelmesindeki utandırıcı durumdur!

Bütün bunların ışığında, Kılıçdaroğlu’nun şu cümleleri de onun utancıdır: “Belki çok daha net, kaygıya yer bırakmayacak bir pozisyon olabilirdi. Belli çevrelerden CHP’nin 28 Şubat sürecinde net tavır almadığına dair bir algı varsa, o algıyı yaratan demek ki CHP’dir.” Kılıçdaroğlu için CHP 28 Şubat’a karşı “net tavır” almaması dolayısıyla suçlu. İftira! CHP’nin bu konudaki tavrı son derecede netti. O zamanki genel başkan Deniz Baykal 28 Şubat’ı her sözü ve eylemiyle destekliyordu. Baykal o dönemde şöyle cümleler bile kurmuştur: “Ordu bu dönemde gayet demokratik, neredeyse bir sivil parti gibi davranmıştır.” Kılıçdaroğlu şimdi bunun üstünü örterek aynı zihniyeti sürdürüyor.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Mayıs 2012 tarihli 31. Sayısında yayınlanmıştır.