Memleket neden rahatsız? Burjuvazinin iç savaşında çelişki ve olasılıkların analizi

Hürriyet'te Hande Fırat'ın kaleme aldığı ve "karargâh rahatsız" başlığı ile yayınlanan yazı Türkiye'de burjuvazinin saflarındaki fay hatlarının ne kadar aktif olduğunu bir kez daha gösterdi. Yaşanan ufak çaplı depremin sonunda Hürriyet gazetesi düşük perdeden "maksadını aşan bir başlık olmuştur" açıklaması yapıp genel yayın yönetmeni Sedat Ergin'i görevden aldı. Yazı yazıldığı sıralarda ise Hande Fırat'ın istifa ettiği haberleri basına yansıdı. Bu süre içinde Hulusi Akar ise ardı ardına önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı ile birer görüşme yaptı. Bu görüşmelerde ne konuşulduğu henüz net olarak dışarı yansımış değil. Görüntüde tüm bu sarsıntının ihalesi Doğan Grubu'na ve Hürriyet gazetesine çıkarılmış görünüyor.

Numan Kurtulmuş'un "yanlış anlaşıldı" ifadesini kullanarak yaptığı teskin edici açıklamaya rağmen Erdoğan, ısrarla darbecilik iması ve terbiyesizlik suçlamasıyla Hürriyet’e yüklendi. Hürriyet ise haberin bizzat Genelkurmay tarafından yaptırıldığını söyleyerek kendini savundu. TSK'dan yapılan bir resmi açıklama da bu savunmayı doğruluyor. Resmi açıklamada "Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ve Genelkurmay Başkanı'nın şahsına yönelik eleştiri kisvesi altında iftiraya varan iddialar ile ilgili bir basın mensubuna bilgilendirmede bulunulmuş ve bu hususlar 25 Şubat 2017 tarihinde yayımlanmıştır" şeklinde bilgi verildikten sonra bilgilendirmenin içeriği şu cümlelerle ifade ediliyor: "Yapılan değerlendirmenin içeriği, dikkat ve hassasiyetle düzenlenmiş, 'Karargâh Rahatsız, Karargâh'ta Rahatsızlık, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde Rahatsızlık vb.' gibi ibareler söz konusu dahi olmamıştır. Sorulan sorulara özetle, 'Türk Silahlı Kuvvetleri'nin iç politika malzemesi haline getirilmemesi, şahsi işlerden uzak tutulması gerektiği' ifade edilmiştir."

Yaşanan gelişmeleri basın mensuplarının habercilik yaparken gösterdiği bir özensizlikle, yanlış anlaşılmayla, maksadını aşmakla açıklamak gülünç olur. Hürriyet'in son haberiyle birlikte uç veren çelişki ve gerilimlerin doğru bir analizini yapmak, geleceğe yönelik siyasi öngörüler açısından son derece önemli bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.

DİP'in ikili iktidar tespiti ve sürecin gelişmesi

Bilindiği gibi partimiz darbe girişiminin ardından 31 Temmuz'da yayınladığı bildiride sürecin ayrıntılı bir analizini yapmış ve Yenikapı Mutabakatı olarak tarihe geçen sürecin sınıfsal özünü "borsa ve dolar mutabakatı" olarak belirlemiş, emperyalizmle ilişkisini NATO'culukla tanımlamış ve bu mutabakatın kırılgan bir yapıda olduğunu da erken bir aşamada görmüş, mutabakatın 15 Temmuz ardından oluşan özgün bir ikili iktidar yapısı üzerinden yükseldiğini tespit etmişti. Bildiri ikili iktidarın taraflarını şu şekilde ortaya koymuştu: "Bu ikili iktidarın bir kanadında Genelkurmay ve CHP Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte, diğer kanadında ise Erdoğan, AKP ve MHP yer alıyor."

Her ikili iktidar gibi bunun da sonsuza kadar süremeyeceği açıktır. Yine DİP Merkez Komitesi aynı bildiride Erdoğan'ın fırsat bulur bulmaz bu yönde hamleler yapacağını öngörmüştür: " Milli mutabakatın Erdoğan ve AKP açısından anlamı, kendilerini çok zor durumda buldukları bu anda muhalefet ve ona yakın güçlerden ilave destek almaktır. Kimse ‘Erdoğan değişti’ hayaline kapılmasın! Aynen 7 Haziran sonrası dönemde olduğu gibi bir kez güçsüzlüğünü aştığında, AKP yönetimi yine saldırıya geçecektir."

Elbette ki bu hamlelerin ciddi gerilimlere yol açması kaçınılmazdır. Bu gerilimler zaman zaman görünür şekilde su yüzüne çıkmaktadır. Ordu içinden bilgi alma olanağının olmadığı koşullarda gerilimlerin muhtevası ve düzeyi ancak bunların görünür hale geldiği süreçlerin siyasi analiziyle tespit edilebilecektir. Partimiz bu tür tespitlerinin bir örneğini Bahçeli'nin Başkanlık rejimine yeşil ışık yakan açıklamasının ardından "Yeni bir darbe mi geliyor: bayram değil seyran değil Bahçeli Erdoğan’ı niye öptü?" başlıklı yazıda görebiliriz. Yine DİP, 4. Kongresi'nin kabul ettiği "Türkiye'de devrim öncesi durum ve görevlerimiz" başlıklı siyasi karar metninde de şu değerlendirmeler yapılmıştır: "Devlet Bahçeli, başkanlık tartışmalarını yeniden gündeme getirerek önce üstü kapalı şekilde sonra açıkça bir ikinci darbe olasılığına dikkat çekerek anayasa ihlali niteliğinde olan mevcut fiili durumun hukukileştirilmesini savunmuştur. İlk öncü sarsıntı Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyonlarla 10 Kasım arasında kendini göstermiştir. Bu dönemde yayınlanan CHP Parti Meclisi bildirisi 'Saray ve AKP yöneticilerini' terör örgütlerine yardım ve yataklık yapmakla, ülkenin bekasına yönelik tehdit oluşturmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir. Bu sertlikte bir muhalefetin, parlamenter nitelikte olmadığı açıktır. Nitekim aynı döneme denk gelecek şekilde TSK'nın resmi sitesinden halkı 10 Kasım günü Anıtkabir’e çağırması siyasi gerilimin hızla askeri biçimler alabileceğine yönelik ciddi bir işaret olarak görülmelidir. 10 Kasım günü halkla yapılacak etkinlik ertelenmiş ve kuvvet komutanları Şırnak'ta askeri teftiş faaliyetine gitmişse de bu süreçte neler yaşandığı hâlâ açıklanmaya muhtaçtır."

Sembolik olaylar sadece buzdağının görünen kısmı

Bu değerlendirmeler ışığında geriye bakıp adım adım bugüne geldiğimizde şunları görüyoruz: 15 Temmuz'un ardından ilk etapta Erdoğan ve AKP'nin TSK'dan yeni bir darbe hamlesi beklediğini ve buna kışlaların önüne iş makineleri çekerek politik bir baskı kurma yoluyla set çekmeye çalıştığını biliyoruz. Yenikapı Mitingi'nde Hulusi Akar'ın kürsüye çıkmasıyla birlikte, gerilimlerin sürmesine rağmen ilişkilerin kontrollü şekilde yönetilmeye çalışıldığı bir sürece geçildiği görülmektedir. Ancak bu ne kolay ne de tam anlamıyla mümkün olmuştur. Mesela çok geçmeden Bahçeli'nin başkanlık hamlesi açıkça bir darbe girişimi olasılığına karşı formüle edilmiştir.

Çelişkiler o kadar yoğundur ki görünüşte ufak sayılabilecek sembolik adımlar bir anda önü alınamaz depremleri tetikleme potansiyeli göstermektedir. Bu anlamda 10 Kasım krizini yaratan sürecin fitilini ateşleyen 29 Ekim'den hemen iki gün önce Resmi Gazete'de yayınlanan bir yönetmelik değişikliği ile garnizon komutanlarının tören ve kutlama protokollerinden çıkarılması olduğu görülmektedir. Bu gerilimin kaynağının salt protokole ilişkin olduğu düşünülmemelidir. 29 Ekim ve 10 Kasım törenleri üst rütbeli subayların alışık olmadıkları şekilde astsubaylar tarafından arama ve kimlik kontrollerine tabi tutulduğu bir ortamda geçmiştir. Bu görüntülerin subay kastında büyük tepki yarattığı ve bir aşağılama örneği olarak görüldüğü bilinmektedir. 10 Kasım krizinin çözülmesinde Erdoğan ve Hulusi Akar'ın o gün yaptığı görüşmenin etkili olduğu bu konuda geri adım sözü verildiği düşünülmektedir. Nitekim 10 Kasım krizinin çözümünün ardından 25 Kasım'da Resmi Gazete'de yayınlanan bir kararla söz konusu düzenleme iptal edildi ve törenlerde eski sisteme dönüldü. Tabii ki ne gerilim yatıştı ne de sorunlar çözüldü. Ancak biz de şu gerçeği açıkça görmüş olduk, sembolik olaylar derinde yatan çelişkileri tetikleyici ya da kısmen yatıştırıcı rol oynuyor ancak temelde hiçbir şeyi değiştirmiyor.

Hürriyet vakasının analizi

Bu açıdan bakıldığında son Hürriyet vakasında da aynı şeyi görmek mümkün. Dolayısıyla yaşananlara biraz daha yakından bakıp, sembolik olanla derinde yatanı, yüzeyde görünen çelişki ile merkezi önemde olanı ayırt edebilmek, tüm bunları yaparken de taraflar arasındaki çelişkilerin patlayıcı şekilde kendini ortaya koymasını engelleyen ya da geçici olarak yatıştıran mutabakatın temelinin ne olduğunu da doğru analiz edebilmek gerekiyor.

Önce kesin olarak bilinen tek şey haberin doğrudan Genelkurmay tarafından yaptırıldığıdır. Haberin içeriğine bakıldığında ilk bakışta Genelkurmay'ın kendisine yönelik eleştirileri yanıtlama çabası içinde olduğu görünmektedir. Ancak sadece "görünmekte"dir. Haberin orijinal başlığının 7 eleştiriye 7 cevap olduğu söylenmektedir ki ana sayfadan verilen başlık da budur. Ne var ki haberde sadece 6 eleştiriye cevap verilmekte diğer maddede ise sadece açıklama yapılmaktadır. Bu madde TSK içinde türban serbestisi getirilmesine ilişkin olan birinci maddedir. Bu maddede söz konusu düzenlemenin TSK'nın bilgisi ve onayı olmadan yapıldığı açıklanmaktadır. Zaten söz konusu haberin can alıcı yeri de burasıdır. Aslında bu açıklamanın esas olarak birinci madde için yapıldığı söylenebilir ki Erdoğan cephesi bunu hemen süzmüş ve darbecilik suçlamasıyla derhal karşı atağa geçmiştir.

Her ne kadar saldırılar karşısında savunma "biz sadece eleştirilere cevap verdik, TSK'nın siyasetin içine çekilmesine karşıyız" hattında oluşturulmuşsa da 10 Kasım krizinin bir tekrarının yaşandığı gayet açıktır. Haberde siyasi olarak açıkça hedef alınan partinin CHP ve kişilerin de CHP milletvekilleri olması haberin darbecilikle suçlanmasını engellememiştir. Eğer açıklama CHP'yi hedef alıyorsa buna neden en çok tepkiyi Erdoğan göstermiştir? Belli ki Erdoğan da CHP ile ilgili bölümlerin bu açıklamaya darbecilik suçlamasına karşı sigorta amaçlı olarak konduğunu düşünmektedir. Çünkü kuvvetle muhtemeldir ki Hulusi Akar sürekli artan biçimde TSK içindeki rahatsızlıkları Erdoğan'a aktarmakta ve TSK'dan gelen basınç karşısında zorlanmakta olduğunu belirtmektedir. Yine muhtemeldir ki Erdoğan da kendisine aktarılan baskı ve eleştirileri Hürriyet gazetesinde gördüğünde ve ilk madde olarak türban serbestisinin TSK'nın bilgisi dışında yapıldığının açıklandığını okuduğunda bunu bir küçük muhtıra olarak yorumlamıştır.

Nitekim Devlet Bahçeli'nin son grup toplantısındaki yaklaşımı da bu doğrultudadır: "Elbette olması gerekeni, doğru olanı, Genelkurmay Başkanı'nın rahatsız olduğu konuları silsile yoluyla iktidara iletmesidir. Medya üzerinden mesaj vermek, eski manşetleri hatırlatmaktadır. TSK'nın doğrudan sorumlu olduğu bakan, başbakan ve cumhurbaşkanına hassasiyetlerini aktarması doğaldır, gereklidir. Farklı yerlere çekmek ise anlamsızdır. Genelkurmay Başkanı dün başbakan ve cumhurbaşkanı ile sırasıyla görüşmüştür. Genelkurmay Karargâhı’nın düşünce ve itirazlarını hükümet ile paylaşmadan bir gazeteye sızdırıp sızdırmadığıdır. Paylaşmışsa ve yanıt alamamışsa bir sorun var demektir. Paylaşmadan kamuoyu ile iletişime geçilmişse yine bir sorunun varlığına delalettir. Medya üzerinden başlatılan karalama kampanyası doğru mudur? TSK'nın başörtüsü yasağı kaldırılacaksa bununla ilgili Genelkurmay'ın niçin görüşü alınmaz?"

"7" eleştiri

TSK'da türban serbestisi ile başlamıştır kalan eleştirilerin başlıkları sırasıyla şunlardır: 2) Akit'e başsağlığı telefonu açılması; 3) Cumhurbaşkanı ile birlikte yapılan ziyaretler; 4) ABD'li Generalin ayağına gitti; 5) Çuvalcı komutanın madalya takması; 6) Kardak'a gezi kararlılık mesajı; 7) Darbeci Dişli ile ortak villa iddiası...

Bu başlıkların her biri daha önce basında tartışma konusu edilmiş konular. Ancak söz konusu başlıkların konusu açısından bir sadeleşmeye gidildiğinde eleştirilerin iki ana başlıkta toplanması mümkündür: Erdoğan'a fazla angaje olmak ve liyakat sahibi olmamak. Bunlar belli ki esas olarak basından ya da ana muhalefet partisinden değil bizzat ordunun içinden Hulusi Akar'a yöneltilen eleştirilerdir. Hulusi Akar bu eleştirilere birinci türban maddesi olmadan kalan 6 madde ile cevap verse Erdoğan'dan tepki almayacak ancak bu açıklamanın ordu içindeki rahatsızlığa hiçbir tesiri olmayacaktı.

Hulusi Akar, Hürriyet haberi ile ordunun içine mesaj vermiştir. Orduya hâlâ kırmızı çizgileri koruduklarını, en azından bu çizgilerin aşılmasında işbirliği yapmadıklarını göstermek istemiştir. Ancak bu haberde Erdoğan ve AKP'ye de mesaj verilmek istendiği görülebilir. Bu bir muhtıra ya da aba altından sopa göstermek olarak değerlendirilmese bile Genelkurmay'ın Erdoğan'a "mutabakatın sınırlarını zorlarsanız, kırmızı çizgileri aşmaya yönelirseniz TSK'daki rahatsızlık kontrol edilemez bir hal alabilir" mesajı iletildiği ve bu mesajın alındığı da açıktır.

Bu sırada basına yansıyan bir başka senaryoyu daha zikretmek gerekiyor. Bu senaryoya göre daha önce 27 Nisan e-muhtırası ile Erdoğan'a büyük prestij sağlayan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Hulusi Akar'ın yaptığını yan yana getiren yaklaşımdır. İki yaklaşım da hem Büyükanıt'ın hem de Akar'ın Erdoğan'la gizli bir ittifak ilişkisi içinde olduğunu ima etmekte ve yaşananları Erdoğan lehine provokasyonlar olarak yorumlamaktadır. Bu senaryonun gerçekçi bir yanı yoktur. Bu tür komplo teorileri TSK ve mevcut siyasi iktidar arasındaki çelişkilerin ve çatlakların analizini önemsizleştirmekte, gerçeğin bulunup çıkartılmasının yerine, sonuçlardan yola çıkarak yazılan hikâyeleri yerleştirmektedir. Komploların olmadığını hiçbir zaman iddia edemeyiz. Ancak her komplo gerçek çelişkilerin ve siyasi süreçlerin üzerinden var olabilir. Sınıf siyaseti de ancak bu somut çelişkilerin analizi üzerinden yapılabilir.

İkili iktidarda gri alan

Bu karışık tablonun elbette ki biraz daha sadeleştirilmesi ve netleştirilmesi gerekmektedir. Bu aşamada 15 Temmuz sonrasındaki ikili iktidar analizimize tekrar dönmeliyiz. Bildirimizde şöyle demiştik: "Bu ikili iktidarın bir kanadında Genelkurmay ve CHP, Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte, diğer kanadında ise Erdoğan, AKP ve MHP yer alıyor." Şimdi son gelişmeler ışığında ikili iktidarın tarafları arasındaki gri alanları da tespit etmemiz gerektiği açık. Bu gri alan ikili iktidarın üzerinde durduğu sacayağının üçüncü ayağı işlevini görmektedir. Bu gri alanın Bahçeli, Hulusi Akar ve Hakan Fidan gibi unsurlar tarafından oluşturulduğu görülüyor. Ne Hulusi Akar'ın TSK'nın ne de Hakan Fidan MİT'in siyasi tutumunu ve konumunu tüm berraklığı ile temsil ettiği söylenebilir. Bu unsurların 15 Temmuz'daki rolleri de hâlâ karanlıktadır. 15 Temmuz karanlıkta kalmaya devam ederken, yakın zamanda darbe davalarının görülmeye başlamasıyla 14 Temmuz günü Akar ve Fidan'ın gece yarılarına kadar saatlerce baş başa görüştüğü ortaya çıkmıştır. Elbette ki bu görüşmenin içeriği de karanlıktır. Bu karanlık olaylar hâlâ aydınlanmadığı daha doğrusu aydınlatılmadığı halde söz konusu kişilerin Türkiye'nin en önemli iki kurumunun başında olmaya devam etmeleri de bizzat bu gri alandaki konumları dolayısıyladır.

Hulusi Akar'ın Hakan Fidan'ı yanına alarak İslamcı yazar Nuri Pakdil'i ziyaret etmesi gibi sıradışı vakalar bu çerçevede değerlendirildiğinde bir anlam kazanabilir. CHP milletvekili Eren Erdem bu ziyaretin Erdoğan'ı anayasa değişikliğinden vazgeçirmesi için Pakdil'i ikna etmek üzere yapıldığını açıklamıştır. Bu açıklamanın doğruluğunu bilemeyiz. Ancak ortada getirilip götürülen mesajlar olduğu ve bu mesajların doğrudan Genelkurmay Başkanı ve MİT müsteşarı tarafından iletilmesi gerekecek kadar nazik içerikte olduğu açıktır.

Akar ve Fidan adeta ikili iktidarın tarafları arasında mekik dokuyan mesaj ileten, mesaj alan, iki tarafın da benimseyip güvenmediği ama durumun sürdürülmesi için katlandığı unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Elbette ki siyasetin dinamikleri ve tüm siyaset tarihi bize bu tip unsurların pat durumundaki güç dengelerinden, kördüğüm haline gelmiş çelişkilerden yararlanarak aracı, arabulucu, hakem vb. rollerinden sıyrılıp iktidara yükselmek için fırsat kollayacaklarını hatırlatmalıdır.

Dolayısıyla bu aşamada Hulusi Akar'a ya da Hakan Fidan'a bakıp çelişkilerin taraflarını anlamak zordur. Bu unsurlar gri alandaki konumları gereği aşırı tutarsız görünebilen manevralar yapmaktadırlar. Siyaset alanında da Bahçeli'nin konumu Hulusi Akar ve Hakan Fidan'ınkine paralel seyretmektedir. Bahçeli'nin dün dediğinin bugün tersini yapan, güvensizlik yaratan, hatta zaman zaman alay konusu olan siyasi konumlanış ve manevraları bir akıl eksikliği ile değil gri alanın özgül karakteri ile açıklanabilir.

İkili iktidarın karşı uçları

Bu aşamada ikili iktidarın iki ucuna baktığımızda Erdoğan'ın Rabiacılık temelinde bir istibdad rejimi inşası yönelişinin giderek netleşip güçlendiğini görebiliriz. Rabiacılık, Suriye'de Halep muharebesinin yaralarını sarmak üzere Rusya'ya verilmek zorunda kalan tavizlerin ardından Trump'ın mezhep savaşını yeniden körüklemeye başlamasıyla yeniden dirilmektedir. İstibdad rejiminin inşası açısından 16 Nisan referandumu ise bir dönüm noktası olarak karşımızda durmaktadır. İkili iktidarın karşı ucunda ise "Genelkurmay ve CHP, Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte" bulunduğuna ilişkin tespitimiz geçerlidir. Bu kanadın siyasi ağırlık merkezi hâlâ CHP'dir. CHP hâlâ ABD'nin Türkiye siyasetindeki en açıktan ve güçlü temsilcisi konumundadır. Abdullah Gül-Ali Babacan-Ahmet Davutoğlu ekseni ise henüz kendini göstermese de koşullar değiştiğinde bu cephenin en az CHP kadar etkili bir bileşeni olmaya adaydır. Hatta AKP tabanındaki etkileri dolayısıyla iktidar alternatifi olarak en azından bu alternatifin bileşeni olarak en güçlü aday bu ekiptir.

İkili iktidar tespitimizde Genelkurmay'ı bir tarafta tanımlarken Genelkurmay'ın Hulusi Akar'ın dışındaki geniş bir komuta kademesini kapsadığını, bunun içinde müstakbel Genelkurmay Başkanı ve "15 Temmuz kahramanı" Ümit Dündar'ın bulunduğu, bu generalin darbe komisyonundaki ifadesinde, 15 Temmuz gecesi Erdoğan'la görüştüğünü ve Bahçeli ile yakınlığı olduğunu kesin bir dille reddetmiş olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Hulusi Akar'ın ABD muhipliğine yönelik eleştirilerin yoğunlaşmasına ise göründüğünden daha az değer vermek gerekir. Bu eleştirileri yapanların hepsi de Hulusi Akar gibi NATO'cudur. Bunlara emekli olmakla birlikte ordu içinde hâlâ itibarı olan, son gelişmeleri orduya türban fitnesi şeklinde değerlendiren Vatan Partisi'nin Genel Başkan Yardımcıları Hasan Atilla Uğur (Öcalan'ı sorgulayan Albay olarak tanınır) ve İsmail Hakkı Pekin (Eski TSK istihbarat dairesi başkanı olan general) dahi eklenebilir. Bu unsurlar yazdıkları yazılar ve yaptıkları açıklamalarda mesele Kürt hareketini ezmek olduğunda nasıl NATO'cu pozisyona geçebildiklerini defalarca kanıtlamışlardır. Dolayısıyla Hulusi Akar'ın ABD'den madalya almasına ya da Dunford'un ayağına gitmesine yönelik eleştirilerin keskin bir Amerikan karşıtlığına delalet olduğu düşünülmemelidir. Bu eleştiriler daha ziyade Hulusi Akar'ın liyakat yoksunu olmasına, oturduğu koltuğun hakkını verememesine işaret etmektedir.

İkili iktidarın bu tarafında yükselen yeni bir güce de işaret etmek gerekir. Bu güç Meral Akşener, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi unsurların MHP tabanındaki etkilerine dayanan, basındaki ayağı Yeniçağ gazetesi olan, Amerikan muhalefetinin faşist bileşenidir. Referandum sürecinde Erdoğan-AKP-MHP cephesine en etkili darbeleri bu bileşen vurmaktadır. Öyle ki CHP saflarını geçtik, safdil sosyalistler bile bu Amerikancı faşist oluşuma ölümcül bir aymazlıkla sempati duyulabilmektedir.

Anlaşma nerede?

İkili iktidar varlığını, sadece güç dengelerinin bir taraf lehine tayin edici şekilde baskın olmamasına dayanan pasif bir zemin üzerinde sürdürmüyor. Kaldı ki bu güç dengelerinin Erdoğan cephesi tarafından kendi lehine gittikçe zorlandığı bir dönemden geçiyoruz. Ancak ikili iktidarın sürmesine olanak veren ve Erdoğan'ın hamlelerine dayanak oluşturan bir siyasi mutabakat zemini de mevcut. Bu zemini de biz erken aşamada tespit etmiş bulunuyoruz. Bu zemin Türkiye'nin büyük sermayesinin çıkarları temelinde yükselen "borsa ve dolar mutabakatıdır." Bunu geldiğimiz aşamada daha kesin biçimde "borsa, dolar ve petrol mutabakatı" olarak da niteleyebiliriz. Zira DİP 4. Kongresi karar metninde (25. madde) ikili iktidarın yapıştırıcı unsuru olarak Türkiye finans kapitalinin sömürgeci çıkarlarının bulunduğunu en açık şekilde ortaya koymuş bulunuyoruz: "10 Kasım krizinin aşılma biçimi Türkiye'nin Suriye ve Irak'taki askeri girişimlerinin merkezi bir politik önem taşıdığını göstermektedir. 10 Kasım'ı iptal eden kuvvet komutanlarının Şırnak'ta birlikleri teftişe gitmesi sembolik olarak Erdoğan ve AKP iktidarı ile ordu ve Batıcı-laik burjuvazi arasındaki tek mutabakatın Musul bağlamında petrol açılımı ve Kürt kantonlarının birleştirilmesini önlemek bağlamında Fırat Kalkanı operasyonu olduğunu göstermektedir. Savaşan ordu, 15 Temmuz'dan sonra yerle yeksan olan prestijini toparladığını düşünmektedir. Erdoğan ise savaş kazanmış bir lider olarak iktidarını perçinlemek istemektedir. Bunun yanında kendi iktidarına tehdit olarak gördüğü orduyu ve muharip komutanları Ankara'dan uzak hatta sınır dışında bulundurmaktan da memnundur. Ancak Erdoğan ve AKP ile ordu arasındaki Musul-Suriye mutabakatı son derece kırılgandır. Bu mutabakat ancak sürekli askeri kazanımlara eşlik eden siyasi ve diplomatik başarılarla kalıcı olabilir. Başarısızlık durumunda ise hızla çökmesi muhtemel bir yapı mevcuttur."

Tespitimizin son cümleleri gayet açıktır. Kırılgan mutabakatın ancak askeri, siyasi ve diplomatik başarılarla kalıcı olabileceği aksi takdirde hızla çökebileceği belirtilmektedir. Son Hürriyet krizinin El Bab'daki Pirüs zaferinin ardından gelmesi hiç de beklenmedik değildir. El Bab'taki fetih görünüşünün altında tam bir kapana kısılma halinin olduğunu tüm netliği ile ortaya koymuş bulunuyoruz. Fırat kapanı kapanmıştır. Bu kapandan çıkışın tüm yolları tuzaklarla doludur. Mevcut siyasi ve askeri kompozisyon değişmeden girilecek askeri bir maceranın sonucu kaçınılmaz felakettir. Erdoğan ve AKP, Barzani ile kompozisyonu değiştirecek yeni bir açılım peşindedir. Bu açılımın da hem TSK içindeki gerilimleri arttırması hem de kendi cephesini bölmesi tehlikesi vardır.

TSK hâlâ bir NATO ordusudur. Türkiye, liberal ve sol liberal çevrelerde yaygın kabul gören anlayışın aksine henüz ordunun da İslamcılaşması anlamında Pakistanlaşmamıştır. Orduda Erdoğan'a tahammül gösteriliyorsa, laikliğe karşı hamleler sineye çekiliyorsa bunun en önemli sebeplerinden biri Kürt savaşının yükseltilmesidir. Ordudaki hâkim mantık, "sivil iktidar siyasi maliyetini üstlenirse biz Kürt meselesini zor yoluyla kısa sürede hallederiz" şeklindedir. Erdoğan 7 Haziran'dan sonra bu düşünceye uygun bir politika izlemiştir. Türkiye'nin hâlâ başat ekonomik gücü olan Batıcı-laik burjuvazi siyasi iktidar tekelini Erdoğan'a bırakmaya razı olabiliyorsa bu kendilerine sadece silah ve zırhlı araç ihaleleri değil aynı zamanda Musul ve Kerkük petrolleri vaad edildiğindendir. Tüm bu alanlarda Erdoğan, liderlik zaafı gösterirse kendisine müsamaha gösteren büyük güçleri bir anda karşısında görebilir. Hürriyet haberi bunun ilk göstergesidir. İlk aşamada bastırılmış görünmektedir. Ancak durum böyle giderse çok daha güçlü karşı çıkışlarla yüz yüze gelebilir.

Tüm bu analizler ışığında Türkiye'de iç ve dış politika özellikle de Suriye ve Irak sathında gelişecek olaylar bir bütün olarak ve yakından izlenmelidir. Türkiye, istibdadın alternatifinin askeri diktatörlük olduğu bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Hürriyet alternatifini yaratacak olanlarsa sınıf içinde mevzilenerek emperyalizmi ve istibdadı yenme bilinç ve kararlılığı gösterenler olacaktır.