Kim güçlü, kim güçsüz?

Son bir yılda olanlara bakınca, özellikle bu yaz yaşananlarla da birlikte birçok insan “Türkiye'nin en kötü günlerini yaşadığını ve bu durumun değişmeyeceğini, bir daha iyiye gitmeyeceğini” düşünüyor olabilir. Öyleyse yanlış düşünüyorlar, yanılıyorlar.

Unutmayalım, bu ülke 12 Mart 1971'in ve çok daha ağırı 12 Eylül 1980'in karanlığını yaşadı. Özellikle 12 Eylül, işçi sınıfı hareketine ve sola çok ağır bir darbe vurdu. Mücadeleci sendikaların ve siyasi partilerin kapatılması, işçi hareketinin önderlerinin, sosyalistlerinmaruz kaldığı baskılar, işkenceler, tutuklamalar, gözaltında kayıplar... Neredeyse bütün 80'li yıllar, uzatılmış bir askeri diktatörlük dönemi olarak ve bununla birlikte 12 Eylül'ün esas hedefi olan işçi sınıfına yönelik neoliberal saldırıların, Özal'ın işçi düşmanı politikalarının hâkimiyeti altında geçti.

Bizim kuşağın anne babalarının da 12 Eylül'de ve ardından gelen dönemde bu karanlıktan çıkış yok diye düşünmüş olmaları muhtemel. Belki işçi hakları bakımından ya da demokratik haklar ve siyasi özgürlükler açısından 12 Eylül'ün gerici yasalarının, uygulamalarının izleri silinmiş değil. Belki işçi sınıfına ve ezilenlere karşı işlenen suçların hesabı da sorulmadı henüz. Ama o karanlık da olduğu gibi kalmadı. 89 Bahar Eylemleri ile başlayan 1991 Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü ve kamu emekçilerinin büyük mücadelesi ile devam eden, içinde Kürt halkının serhildanlarını da barındıran bir dönemle birlikte 12 Eylül karanlığı dağıtıldı. Emekçiler ve ezilenler, mücadele ile yeniden ayağa kalktılar, geçici de olsa birkaç yıla yayılan bir atılım dönemine bile imza attılar.

Bunları unutup sadece bugün olan bitene bakarak umutsuzluğa kapılmak olmaz. Evet bugün Tayyip Erdoğan kampı güçlü halk desteğini, iktidarı ile muhalefetiyle Erdoğan'ın etrafında örülen sözde milli mutabakatı arkasına alarak, medya ve yargı üzerindeki hâkimiyetini kullanarak bir istibdad rejimini, bir tek adam yönetimini adım adım inşa etmeye çalışıyor. Ama bu güçlü yanların yanında çeşitli zaaflar da taşıyor.15 Temmuz darbe girişimi ile Erdoğan'ın yalnızlığı bütün açıklığıyla ortaya çıktı. İktidarını korumak için en yakınındakilere bile şüpheyle yaklaşıyor, gerektiğinde tasfiye ediyor ama bir türlü dikiş tutturamıyor. Milli mutabakat cephesinden daha şimdiden çatlak sesler yükseliyor. Bir yandan da ekonomi sıkıştırıyor; sermayeyi mutlu etme zorunluluğu nedeniyle işçi sınıfına ve emekçilere verebileceği bir şey de kalmadı. Erdoğan ve AKP bütün bu zaaflarınınüzerini örtmek, durumu kontrol altına almak için, OHAL uygulamaları ile, Kanun Hükmünde Kararname'lerle (KHK) bir güç gösterisi yapıyor. Erdoğan'ın ve AKP'nin karşısında duranlara, durmaya niyetlenenlere verdiği bu gözdağı gücünden değil güçsüzlüğünden kaynaklanıyor.

Güçlü yanlarının mı, zayıf yanlarının mı baskın çıkacağı bizim ne kadar mücadele edeceğimize bağlı. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin, Erdoğan kampının güçlü yanları kadar zaaflarını da görerek bir karşı taarruza geçmesi, bu zayıflıkların üzerine gitmesi gerek.Ve bunu yaparken de, yapabilmek için de kendi gücünün farkına varması, ona güvenmesi gerek. Bugün gerçekten bu gücü görmüyoruz, çünkü bizim gücümüz resmi gazetede yayınlanan kararnamelerde, OHAL kanunlarında değil, ancak birlik olduğumuzda kendisini gösteriyor. Çünkü bizim gücümüz sermayeden her yönüyle bağımsız bir temelde örgütlenerek masaya yumruğumuzu vurduğumuzda etkili oluyor. Bu güç işçi sınıfında var. Devrimci İşçi Partisi bu gücün farkında, bu güce güveniyor. Bu yüzden umutsuzluk, kapısından içeri giremiyor. Bu yüzden var gücüyle işçileri siyasete, partiye çağırıyor.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Eylül 2016 tarihli 83. sayısında yayınlanmıştır.