Karanfil Devrimi: Yirminci yüzyılın en önemli devrimlerinden biri

“Halk artık korkmuyor”

Karanfil Devrimi: Yirminci yüzyılın en önemli devrimlerinden biri

 

2014, Batı Avrupa’da şimdilik son büyük işçi sınıfı ve halk devrimi olan Portekiz devriminin 40. yılı. (Devrimin tam yıldönümünde yayınlanan bir değerlendirme için bkz. http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/kizil-karanfiller-devriminin-40-yili.) 25 Nisan 1974’te bir askeri darbe ile başlayan siyasi devrim, bir sürekli devrim dinamiği içinde sosyalist bir devrime dönüşürken Kasım 1975’te kesintiye uğramıştır. Aşağıdaki yazı 40. yıldönümünde Portekiz devrimini anmak ve anlamak üzere Portekizli bir Marksist araştırmacı ve militan tarafından kaleme alınmıştır. Raquel Varela, Portekiz’in başkenti Lizbon’da, Nova de Lisboa Üniversitesi, Emeğin ve Sosyal Çatışmaların Küresel Tarihi Araştırma Grubu‘nda (FCSH) görevlidir. Ayrıca, Rubra adlı bir Marksist derginin yayın kurulu üyesidir. Son yılların en büyük işçi mücadelesi olan ve zaferle sonuçlanan Lizbon liman işçilerinin mücadelesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Aşağıdaki yazı İngilizce çevirisinden Evren Asena tarafından Türkçeleştirilmiştir.

 

“Halk artık korkmuyor”, 1974 yılının 12 Mayıs’ından bir gazete manşetidir. 25 Nisan 1974’de, Mozambik, Angola ve Gine’de on üç yıldır süregiden sömürge savaşına karşı çıkan Silahlı Kuvvetler Hareketi (MFA) tarafından gerçekleştirilen darbe, Antonio Salazar ve (1968’den sonra) Marcelo Caetano liderliğinde 48 yıl sürmüş Portekiz diktatörlüğüne noktayı koymuştu. Bilhassa Lizbon ve Porto’da, radyodan halkı evlerinde oturmaya çağıran askeri kurmay hilafına, binlerce kişi derhal evlerinden dışarı çıkmış ve evlerinin önünde “faşizme ölüm” diye bağıran bu insanlar sayesinde hükümet Lizbon’un Quartel do Carmo’sunda (Carmo Kışlası) çember altına alınmış; Peniche ve Caxias cezaevlerinin kapıları açılarak tüm politik tutsaklar serbest bırakılmış; PIDE/ DGS, yani siyasi polis lağvedilmiş; rejimin sesi Çağ gazetesi’nin binasına hücum edilmiş ve sansür kaldırılmıştı.

28 Nisan’da, darbeden sadece üç gün sonra, fakir Boavista mahallesinin sakinleri boşta bulunan evleri işgal ederek polis ve ordunun bütün sindirme girişimlerine karşın terk etmeyi reddedecekti; banka işçileri 29 Nisan’dan itibaren sermaye çıkışını kontrol altına almaya başlayarak banka kapılarına gözcüler yerleştirmiş; büro işçileri sendikalarını işgal ederek yönetimi kovmuş (diktatörlük altında özgürlükleri kısıtlanmış bu sendikaların yönetimleri rejim yanlısıydı); ertesi gün pek çok sendika Korporasyonlar ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı işgal ederek bakanlığın ismini Çalışma Bakanlığı’na çevirmiş; aynı gün 10 bin öğrenci, ülkenin en gözde eğitim kurumu olan mühendislik okulu Instituto Superior Técnico’da bir forum düzenlemiş ve inşaat işçileri de sendikalarının yönetimini kovarak sendika genel merkezini işgal etmişti. Bir taşımacılık firması olan Transul’da grev başlamış ve Kadınların Özgürlüğü Hareketi (MLM) doğmuştu.

1 hafta sonra Lizbon’da gerçekleşen, - ve artık İşçi Günü ilan edilmiş olan- 1 Mayıs gösterilerinde yaklaşık yarım milyon insan bir araya geliyordu. Ülkeyi dolaşan 200 konuşmacıyı yaklaşık 1 milyon kişi dinliyordu. Ev işgalleri birbirini takip ediyordui. Mayıs’ın ilk iki haftası içinde onlarca fabrika ve işyerinde grev, iş durdurma ve işgaller gerçekleşti. Özellikle radikal solun düzenlediği pek çok gösteride sömürgelerdeki savaş lanetlendi. Devrim Portekiz’de, yani bir Batı Avrupa ülkesinde, hem de ‘70’lerin ortasında ve NATO’nun jeostratejik sahanlığında başlamıştı. Bu, hem ülke içindekiler, hem de ülke dışındakiler için büyük bir sürprizdi.

Portekiz imparatorluğu, Afrika ülkeleri Angola, Cabo Verde, Mozambik ve Gine-Bissau’nun bağımsızlaşmasına mani olmak üzere 13 yıldan beri sürdürülen (1961-1974) ve iki milyon işçinin zorla (Güney Afrika madenlerinden veya Angola’nın pamuk plantasyonlarından) seferberliğe dâhil edilmesine tanıklık etmiş savaşın neticesinde çökecekti. Tekellerin kârını artırmak ve emekgücünü zapturapt altına almak üzere inşa olunmuş Portekiz diktatörlüğü, 1974 yılının Nisan ayı itibarıyla işçilerin elleriyle devriliyordu. 1975 Şubat’ından sonra, özellikle bankalarda ve büyük demir çelik fabrikalarında yaygınlaşan işçi denetimini sonlandırmak üzere devreye sokulan kamulaştırmaların ardından mülk sahiplerinin önemlice bir kısmı ülkeyi terk etmişti. İmparatorluğun - ve onun Bonapartist rejiminin - kireç tutmuş yapısı, Avrupa’nın savaş sonrasında şahit olduğu en büyük sosyal kopuşa meydan vermişti  – öylesine büyük ve öylesine azametli bir kopuş ki, bugün bile hiçbir tarihçi, MFA’nın darbesinden sonraki ilk hafta içinde tam olarak kaç adet işçi mitingi gerçekleştirildiğini söyleyemiyor; zira ülke çapında yüzlerle hatta binlerle ifade edilen sayılar bahis konusu.

Gençlere vaat edecek pek az şeyi bulunan Portekiz diktatörlüğünün – 1960-1974 arasında bir buçuk milyon kişi ülkeyi terk ederek Orta Avrupa’ya göç etmişti – çağına tamamen ters, vahşi idaresi; ülkeyi askeri ve mali bakımlardan tam bir iflasa sürüklemekteydi ki, bir grup yüzbaşı 25 Nisan 1974’de savaşı durduracak bir darbeyi işleme koydu. Böylelikle, siyasi polisin kıskaca alındığı sırada vurarak öldürdüğü dört kişi bir yana bırakılırsa, askeri darbe son derece az bir dirençle karşılaştı. Aslında bu, sömürge karşıtı devrimleri aracılığıyla Afrika halklarının Portekiz’e bir hediyesi idi. Anavatanda bu denli az sayıda ölümün gerçekleşmesi, ancak ordunun sömürgelerdeki savaşın dehşetiyle ortasından ikiye yarılmış olması gerçeği ışığında anlaşılabilir. Afrikalılar askeri krizin bedelini on üç yıldır kanlarıyla ödüyor olduklarından, ordunun 1974 ve 1975’de Lizbon halkını bastırması mümkün olamadı. Komintern’in “Londra’ya Delhi üzerinden ulaşmak!” şeklindeki tarihsel hipotezi böylece Portekiz’de hayata geçmiş oldu.

[Devrim] Afrika’dan geldi ve çok uzun bir mesafe kat etti. 1975 yılında bütün Batılı Dışişleri Bakanlıkları’nda Vietnam’ın ardından tartışılan en önemli mesele, Franco İspanyası’na ve Albaylar Yunanistan’ına sirayet ederek ABD yönetimini o çok korktukları, Ford’un deyimiyle  “Kızıl Akdeniz” ihtimaliyle karşı karşıya bırakan Portekiz Devrimi idi.  

Rejimin çöküşü, ardında güçlü bir sanayiden, uluslararasılaşmaya yeni yeni adım atan bir burjuvaziden ve düşük ücretler, cehalet ve gerilikle hizada tutulan bir halktan müteşekkil, sömürgeci bir Avrupa devletinin sosyal yapısını bıraktı. O zaman hatırladık ki, Portekiz bir nevi “Atlantik kıyısı Arnavutluk”uydu ve burada: boşanma baskı altındaydı; pek çok sansüre uğramış kitap, film ve şarkı mevcuttu; sanat bütünüyle sansür altındaydı; sosyal medya prangalanmıştı; birçok çocuk çıplak ayakla geziniyordu; pek çok ailenin buzdolabı, telefonu, televizyonu, banyosu yoktu; otoriteleri veya iktidarı eleştiremezdiniz; protestoda bulunma veya grev yapma hakkı mevcut değildi; bir çakmak veya pilli bir radyo taşımak için lisans almanız gerekliydi; tarım ortaçağ yöntemleriyle ve hayvanlar aracılığıyla yapılmaktaydı; yollar öküz arabalarıyla doluydu; hazır giyim neredeyse mevcut değildi; Coca-Cola, kaçakçılığı yapılan şeydi; siyasi polis cezaevlerinde işkence yapmaktaydı; ne otoyol diye bir şey vardı, ne de… serbest seçimler.

Portekiz Devrimi’nin şu dört karakteristik özelliği, her ne kadar ‘70’lerin ortasında küçük bir ülkede meydana gelmiş de olsa, sermaye birikiminin civar bölgede rastlanmadık biçimde kesintiye uğraması ve [devrimin] ihtiva ettiği işçi denetimi boyutu vasıtasıyla ortaya çıkan sosyal yarılmanın nasıl olup da bu denli geniş bir alana yayıldığını açıklamaya yardımcı olabilir:

·         Öncelikle bu [devrim], düzenli bir ordunun, Gine-Bissau, Angola ve Mozambik köylülerince desteklenen gerilla hareketleri tarafından yenilgiye uğratılmasının tetiklediği bir süreçtir.

·         Bu yenilgi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin 1973’de içine girdiği en ağır iktisadi bunalım ile birleşmiştir. Fabrika ve şirketlerin bir kısır döngü halinde birbiri ardı sıra aldıkları tedbirlerin yol açtığı tensikata cevaben 1974-75’de bu fabrika ve şirketler işgal edilmiştir (1977 itibarıyla özyönetimin uygulandığı 300’ün üzerinde özyönetilen şirket ve 600’ün üzerinde kooperatif mevcuttur).  

·         İşçilerin en ön planda rol almış olmasının damgasını taşımaktadır.

·          Dolayısıyla o işçi hareketinin kimi özelliklerinin de damgasını taşımaktadır: gençlik (‘60’larda kırdan kente göç eden, dolayısıyla daha yeni kalifiye olmuş köylüler), siyasal ve sendikal bakımdan örgütsüzlük ve Portekiz’in başkenti Lizbon’un sanayi kesiminde yoğunlaşmışlık. Estado Novo (otoriter rejim) esnasında hareketin Aşil topuğu olmuş özgür ve demokratik işçi örgütlerinden yoksunluk, devrimin radikalleşebilmesinin sebeplerinden biri olmuştur; zira bu türden örgütlenmelerin ülke çapında namevcudiyeti sayesinde işçi komisyonları çok daha rahatça kabul görebilmiştir.     

 

25 Nisan’da darbe olarak başlayan, aslında siyasal-demokratik bir devrimin (yani bir rejim değişikliğinin) önünü açtığı bir sosyal devrimin (yani üretim ilişkilerindeki bir dönüşümün) ilk tohumlarıydı. Tam da Trotskiy’in sürekli devrim kuramında çözümlediği şekilde, siyasal özgürlükleri için yürüyen sosyal aktörler, yani işçiler demokratik bir devrimden sosyal bir devrime tek bir seferde sıçradılar. Bu demokratik devrim, darbeden bir yıl sonra, 25 Nisan 1975’de yapılacak Kurucu Meclis seçimlerini dahi bekleyemedi. Nisan ve Mayıs 1974’de, günler veya haftalar zarfında, diktatörlüğün politik rejimi parçalanmış ve demokratik bir rejimle ikame edilmişti. [Portekiz Devrimi] üretim araçlarının özel mülkiyetini tehdit altında bırakan son Avrupa devrimi oldu. Resmi rakamlara göre %18’lik bir gelir payı çalışanlara aktarıldı ve (“yaşayabilmek için zorunlu olanın” üzerinde) maaş artışlarına, eğitim, sağlık, sosyal güvenliğin herkes için eşit biçimde ulaşılabilir kılınması eşlik etti. Aynı zamanda işçi denetiminin muazzam ölçekte yaygınlaştığı son Avrupa devrimiydi. Özyönetim (işçiler fabrikaların “sahip”leridir) ve işçi denetimi yanlıları arasında bile (işçiler üretimin bütününü sorgulamalı ve “kapitalist anarşiyi sevk ve idare ederek kendi kendilerinin patronu olmayı ” reddetmelidir – dönemin dokümanlarında ifade edildiği şekliyle) büyük çaplı tartışma ve hatta çatışmalar vuku bulmaktaydı. Sermayece zayıf küçük işletmelerde özyönetim, büyük fabrika ve şirketlerdeyse işçi denetimi hakim vaziyetteydi. 

Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün cesameti ve bu bölünmüşlüğün ayırdında olunması, 1974 ve 1975 itibarıyla tarihsel bir boyutu da haizdi. İşçiler kendilerini işçi olarak görüyor ve üstelik bundan gurur duyuyorlardı. Sosyalizm kelimesi herkesin ağzında, değişimin gerçekleşebileceğine dair inanç her taraftaydı. Haziran’ın ilk günü Garcia Marquez  Roma’dan Portela Havaalanına inmişti. “Gençlikteki o ilk karşılaşmalara özgü deneyimi yeniden yaşıyor gibiydim… Etrafta sadece Portekiz’e erken gelmiş yazın ve deniz mahsullerinin kokusunu değil, her yere sinmiş yeni türde bir özgürleşmenin meltemini de teneffüs etmemek elde değildi…”  Garcia Marquez –sosyal ve sosyalleştirici yaşam ritminden dolayı “dünyanın en büyük köyü”  dediği - Lizbon’u, hiç uykuya yatmayan militan bir şehir olarak tanımlamaktaydı. “Herkes konuşuyor, kimse uyumuyor. Bir Perşembe gecesi, sabah saat dörtte tek bir boş taksi bulmak mümkün değildi. Çoğu insan çalışma saatleri belirlenmeksizin ve işlerine ara vermeksizin çalışmaktaydı. Oysa Portekiz’de ücretler Avrupa’nın en düşüğüydü. Toplantılar gece geç vakitlere kaydırılıyor, ofis ve işyerlerinin ışıkları şafağa dek açık kalıyordu. Bu devrimin önüne geçebilecek bir şey varsa o da elektrik faturalarıydı.”

Darbe esnasında Lizbon’da bulunanlardan biri de –gelecekte yine dünya çapında bir yazar ve mükemmel bir gazeteci olarak tanınacak olan- Manuel Vazquez Montalban’dı.  Franco’nun hala İspanya’da hüküm sürdüğü o vakitlerde, bir Barselona gazetesi olan TeleExpress için makaleler yazmaktaydı. “'Paco Ibañez, Patxi Andion ve yeni tarzda Katalan şarkıları, hepsi radyo ve televizyondaydı; İspanya’nın demokrat politikacıları ve entelektüelleri şu slogan eşliğinde Portekiz’e akın ediyordu: ‘Otomobille ulaşabileceğimiz kadar yakınımızdaki ilk devrim’. Madem ki faşist Portekiz’de yan gelip yatma turizmi ülkeye gelen yabancı sermayenin en önemli kalemlerinden birini teşkil ediyordu, (… ) o halde demokratik Portekiz’de bunu, özgürlüğün ne menem bir şey olduğunu dikizlemek üzere otelleri dolduranların politik turizmi ikame edecek”.

Muhtemelen bu, ülkenin tarihinde işçilerin de iştirak etmekten gurur duyduğu ender anlardan biriydi (tıpkı Birinci Cumhuriyet’in bir kısmında, emek hareketinin bir kısmı için geçerli olduğu gibi). Şu anlamda ki; işçinin üretimi sevk ve idare eden –ve pek de zeki olan- başkaları için çalışmak durumunda olduğunu vazeden mütehakkim ideolojiyi sorgulayan bir kültürü dayatacak sosyal bir kuvvet mevcuttu. O meşhur “işi işadamları yaratır” ideolojisi tepe taklak olmuş; artık işçi, ekonomik faaliyetine tekabül eden kültürel bir merkeziyet edinmişti.  

İşte bu nedenlerden ötürü Karanfil Devrimi, yirminci yüzyılın en önemli devrimlerinden biridir: ikili iktidar muazzam bir yaygınlık kazanmıştır (taban tarafından toplantılarda seçilen ve istenildiği an geri çağrılabilen temsilcilerden müteşekkil, aslen konseylere denk düşen işçi, köylü ve asker komiteleri). Devlete paralel bu türden bir gücün kazandığı yaygınlığın zaviyesinden bakıldığında; “Biennio Rosso” (“Kızıl İki Yıl”) olarak bilinen 1919-20 İtalyan Devrimi’ne, 1956 Macar Devrimi’ne ve Şili Devrimi’ne benzer. Merkezini işyerlerinin ve konut alanlarının tesis ettiği aşağıdan yukarıya demokrasi 3 milyon insanı karar verme süreçlerine dahil etmiştir; öyle dört yılda bir oy vererek de değil; neyin üretileceğini ve üretimin nasıl sevk ve idare edileceğini gün be gün tayin ederek. Portekiz’de bu kadar çok sayıda insanın bu kadar çok konuda karar verdiği başka bir dönem olmamıştır.   

Devrimin yenilgisi, sosyal demokrasinin Kiliseyle ve Sağ’la, Komünist Parti’nin dahli olmaksızın gerçekleştirdiği ittifakın neticesi olan 25 Kasım 1975 darbesiyle başlar. (Komünist Parti, Portekiz’i, Yalta ve Potsdam anlaşmalarıyla kayıt altına alındığı üzere, Batı’nın etki alanındaki bir ülke olarak tarif etmekteydi.) [Yenilgi], ‘disiplin’in, yani hiyerarşinin kışlalarda tesis edilmesiyle başlamış ve temsili demokratik bir hükümetin oluşturulmasıyla teçhiz edilmiştir. Portekiz, önce Franco İspanyası’nda, ardından da bütün Latin Amerika’da Carter doktrininin, yani devrimci süreçleri engellemek üzere, seçimleri ve liberal rejimleri hiç olmazsa bir süre boyunca diktatörlüklere yeğ tutan “demokratik karşı-devrimin” (yani liberal esinli politika biliminin demokratik geçişlere ilişkin kuramının)  test edildiği bir alandır. Burjuvazi açısından Portekiz, devrimin; bilhassa kışlalardaki, fabrikalardaki, işyerlerindeki, okullardaki ve mahallelerdeki aşağıdan yukarıya demokrasinin, temsili bir demokratik devrim tarafından yenilgiye uğratıldığı ilk örnektir.

Devlet, işçiler tarafından fethedilmemiştir. Derin bir kriz içindeki devlet çökmemiştir, zira devrim esnasında yaratılmış paralel kuvvetler yeterince gelişememiş ve aralarında alternatif bir güç odağı teşkil edebilmeleri için gerekli olan eşgüdüm sağlanamamıştır – Sağ’ın 25 Kasım 1975 darbesini buncasına kolay gerçekleştirilebilmiş olmasının açıklamalarından biri işte budur.

Ama bugün, 2008 sonrası kriz karşıtı tedbirlerin tam orta yerinde, o devrimci geçmiş - en yoksulların, en kırılgan ve genellikle de okuma yazma bilmezlerin yaşamlarını kendi ellerine almaya cüret ettikleri o geçmiş -; Portekiz’in mevcut hakim sınıfları için tarihsel bir kabus anlamına gelmektedir. Özellikle de, Portekiz tarihindeki en sürprizli 19 ayın sadece başlangıcı olduğunu unutmak pahasına 25 Nisan’ın, ama sadece 25 Nisan’ın anıldığı bugün, bu daha da bir böyledir. Ve işte bu Portekiz; Vietnam bir yana bırakılırsa uluslararası basının iltifatına en fazla mazhar olan ülke olarak, kah gecekondularında kocaman gülümseyen insanların, kah keyfi yerinde, sakalları uzamış askerlerin görüntüleriyle İspanya, Yunanistan ve Brezilya halklarını umutla doldurmuştur. Portekiz Devrimi fotoğraflarının en temel özelliği, tıpkı kitabın kapağında olduğu gibi, insanların hemen hep gülümsüyor olmasıdır. Boş yere değil. Diktatörlük altındaki Brezilya’nın en meşhur müzisyeni Chico Buarque’nin, devrimi haber aldığında “Sei que estás em festa, pá” (“biliyorum ki şimdi şenliktesiniz dostum”) şarkısını söylemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir.