Kamu arazi ve tesislerinin yağmasına hayır!

Dünya ekonomisi bugün, tarihin barış zamanında en büyük kamu borçluluğu dönemini yaşıyor. Özellikle emperyalist ülkelerin ekonomilerinde borçluluğun gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH)  yüzde 100’ünün üzerinde olması artık şaşırtıcı bir şey olmaktan çıktı. Bu durum, elbette birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Bunların başında kamu bütçesi üzerinde ağır borç yükü, kamu borcunun finansmanı dolayısıyla faiz oranının üzerinde yukarıya doğru baskı ve güç dönemlerde bazı devletlerin temerrüde düşmesi (günlük dille söylersek iflas etmesi) ihtimali geliyor. Borçluluk, devletlerin ekonomi politikalarında yavaş büyüme ve işsizlikle mücadelesi önünde düpedüz bir engel olarak yükseliyor.

Dünya kapitalizminin yaşadığı bu sorun karşısında, uluslararası burjuvazinin akıl hocaları, OECD, İMF ve benzeri kurumlar, son dönemde çözüm olarak yeni bir özelleştirme dalgası öneriyorlar. Bu yeni dalganın bir kısmı, eskiden ağırlıklı olduğu gibi KİT’ler olarak kısaltılan kamu iktisadi teşebbüslerinde önerilmekle birlikte, şimdilerde yeni unsur olarak devlet mülkiyetindeki araziler, binalar, yer altı ve yer üstü zenginlikleri gündeme getiriliyor. Bu varlıkların değerinin son derecede yüksek olduğu hesaplanıyor. Türkiye’nin de üyesi olduğu “zenginler kulübü” olarak bilinen OECD’nin 34 üyesinde bu varlıkların toplam değeri 35 trilyon dolar, sadece kamu toprakları ve binalarının değeri ise 9 trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Bu ülkelerin kamu borcunun tamamı ise yaklaşık 50 trilyon dolar civarında. Bu varlıklarla karşılaştırıldığında, geçmişte yapılan özelleştirmelerden sonra elde kalan KİT’lerin değeri çok daha düşük. OECD ülkelerinde halen merkezi devletlerin tamamına sahip bulunduğu KİT’lerin değeri 2,2 trilyon dolar, azınlık hissedarı olduğu şirketlerin değeri 900 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bunlara merkezi devlet dışındaki devlet organlarının varlıkları eklendiğinde bile toplam değer 4 trilyon doları aşmıyor. Öyleyse, önümüzdeki dönemde kamu arazileri, binaları, ormanlar ve doğal kaynaklar konusunda güçlü bir özelleştirme dalgası beklenebilir.

Türkiye’de kamu arazileri haraç mezat

Türkiye, AKP döneminde KİT’lerde ve enerjide çok ciddi bir özelleştirme dalgası yaşadı. Bu alanda hâlâ verilecek büyük mücadeleler var. Ama ilgi alanının yavaş yavaş dünya çapındaki eğilimlere paralel olarak kamu topraklarına, binalarına, ormanlara dönmekte olduğu görülüyor. 2B arazilerinin satışı konusunda yıllardır tartışılmakta olan mevzuatın nihayet kabulü, ormanların yağması açısından kapıyı açmış bulunuyor. Şimdi, kamu kuruluşlarının elindeki arazilerin yağma döneminin başlayacağına ilişkin belirtiler birikiyor.

Geçtiğimiz yaz Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kamu kuruluşlarının arazilerinin yeterince “rantabl” işletilmediğini gerekçe göstererek bir özelleştirme dalgasının başlatılacağının işaretini vermişti. Buna göre gerek Hazine, gerekse kurumların kendi mülkiyetindeki taşınmazlar üzerinde bulunan tatil köyü, termal tesis, eğitim ve dinlenme kampları, spor tesisleri, misafirhane ve diğer sosyal tesislerin adım adım satışa çıkarılacağı anlaşılıyor. Bunun yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) elinde bulunan son derecede değerli arazilerin de satışının artık gündeme gelmekte olduğuna dair işaretler birikiyor. Askeri eğitim merkezleri, okullar, gazinolar, orduevleri ya da sosyal tesisler de bu dalganın parçası haline getirilmek isteniyor. TSK’nın son yıllarda hükümete daha tâbi konuma gelmiş olması, eskiden daha zor olan bu tür operasyonları artık mümkün kılabilir.

Özelleştirme değil işçi ve emekçilere hizmet!

Bazı kamu kurumlarının çok değerli araziler üzerinde tekel hakkına sahip olması, bu kurumların özellikle üst düzey görevlilerinin burjuvazinin tatil olanakları ile karşılaştırılabilecek koşullarda dinlenme tesislerinden yararlanması, işçi sınıfının ve emekçi halkın büyük çoğunluğunun tatil ve dinlence olanaklarından yararlanamadığı bu toplumda elbette kabul edilemez. Antalya Karpuzkaldıran’da üst rütbeli subayların tatil olanakları, en varlıklı burjuvaların lüksünü aratmayacak bir doğal güzellik sunuyor!

Ama bunun çözümü bu arazi ve binaların özelleştirilmesi yoluyla turizm sermayesine peşkeş çekilmesi, onların kârlarına kâr katmaları için kamu emekçilerinin de tatil olanaklarından yoksun bırakılması değildir. Üstelik, askeri tesisler dahi bugüne kadar doğa katliamı karşısında bir sığınma alanı gibi işlev görmüştür. İstanbul Boğazı’nda kısa bir tur, boğazın sadece askeri mülkiyet altındaki arazilerinin yeşili muhafaza etmiş olduğunu, geri kalan ormanlık alanların (ünlü Beykoz Konakları benzeri örneklerde görüldüğü gibi) özel inşaat şirketleri tarafından burjuvazinin üst katmanlarının kullanımı yolunda konutlaşmayı geliştirerek tahrip edildiğini gösterecektir.

İşçi sınıfı ve emekçi halk açısından çözüm, gerek askeri, gerekse sivil kamu kuruluşlarına ait arazi ve tesislerin işçi sınıfına ve yoksul emekçi halka tatil ve dinlence olanakları sağlayacak biçimde kullandırılmasıdır. Doğanın korunması gereğinden taviz verilmeksizin, bu arazilerde subayların tekelindeki orduevleri ve tatil tesisleri yerine, işçi evleri ve dinlence merkezleri açılmalıdır. TSK’nın elinde kalacak tesislerde ise kast sistemi son bulmalı, subayların astsubaylar, bütün profesyonel kadroların ise sıradan erler karşısındaki ayrıcalıkları sona erdirilmelidir. Bütün orduevleri, “asker evleri” haline getirilmelidir. 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2014 tarihli 52. sayısında yayınlanmıştır.