İstibdad cephesi çatırdıyor

AKP iktidarı hem kendi içinde hem de müttefikleri ile önemli çelişkiler yaşıyor. Uzun zamandır farklı yazılarda işlemekte olduğumuz bu çelişkiler her zaman su üstüne çıkmıyordu. Ancak son dönemde bu çelişkileri gözlerden uzak tutmanın, çatırdamaların duyulmasını engellemenin pek de mümkün olmadığı gözüküyor.

Müttefikleri ile arasındaki çatlaklar

Erdoğan ve AKP ile TSK arasında 15 Temmuz’dan sonra bir ittifaktan ziyade bir tür ikili iktidarın var olduğunu söylüyoruz. Bu ikili iktidar yapısında Kürt meselesi ve ona bağlı olarak Suriye ve Irak politikası, büyük ölçüde TSK’ya havale edilmiş durumda. Karşılığında ise Erdoğan’ın başkanlık planlarına ve istibdad rejimi inşasına yeşil ışık yakmış bir ordu söz konusu. AKP ve MHP arasındaki ittifak da bu ikili iktidar halinin bir yansıması.

Mesele PKK ve/veya PYD olduğunda bu ilişki olabildiğince uyum içinde devam etse de Barzani ve referandum süreci ciddi bir gerilim yaratmış durumda. Daha önce de Binali Yıldırım, Barzani’yi makamında ağırladığında arka tarafta bulunan Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağı ciddi bir krize neden olmuştu. Bahçeli’nin16 Nisan’da “evet” demeyi gözden geçirebileceklerini ima etmesi, ittifakın temel direğinin Kürt meselesindeki şovenist politika olduğunun bir kanıtıydı.

Ancak AKP, Barzani’nin hamisi rolünü oynayarak Kürdistan petrollerine uzanma stratejisinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Bu bir yönüyle Özal’dan kendilerine miras kaldığını düşündükleri emperyalizm, Siyonizm ve TÜSİAD gibi oldukça güçlü destekçileri olan bir politika. Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra oluşan ikili iktidar durumu, bu politikanın tüm açıklığı ile uygulanmasına mani oluyor. Çünkü TSK, Barzani ile bu düzeyde bir ilişki geliştirilmesine karşı.

Bu yüzden Erdoğan, Barzani referandumu konusunda AKP saflarındaki farklı seslere hızla son verdi ve önce topu MGK’ya atarak TSK’ya sormadan politika yürütmeyeceğini söyledi. Daha sonra da Barzani’ye yönelik ekonomik yaptırımları ve askeri manevraları devreye soktu. Tabii bu durum ümmetçi-İslamcı tabanda ciddi bir rahatsızlık yaratmış durumda. HDP çizgisine karşı AKP’nin Kürt illerindeki dayanağının Barzanici ve İslamcı Kürtler olduğu düşünülürse bu politikanın önemli bedelleri olduğu ortada. Yani TSK’yı gözeterek izlediği politika, Erdoğan’a son derece önemli bir müttefiki olan Barzani’yi kaybettirmek üzere. Barzani’yle ilişkileri telafi etmeye kalktığında ise diğer tarafta gerilim tırmanacak. Hâl böyle olunca da Erdoğan ve AKP’nin siyasi manevraları sınırda tatbikat adı altında kendi etrafında dönüp duran tanklara benzemeye başlıyor.

Mesele sadece Barzani ve Kürt politikası ile de sınırlı değil. Eğitim sisteminde İslamcı müfredattan, iktidardan güç alıp Atatürk’e hakaret edenlerin sayısının artmasına, Milli Savunma Üniversitesi’nin İslamcıların orduya giriş kapısı olarak tasarlanmasından, iktidarın işi orduda türbanı serbest bırakmaya vardırmasına kadar TSK ile çok sayıda gerilim başlığı varlığını sürdürüyor. Bunlar ciddi bir kırılmaya yol açmış değilse de Erdoğan’ın İslamcı tabana verdiği her mesajın, gerilimleri arttırdığı da gözle görünür bir gerçek.

AKP içindeki çatlaklar

AKP içindeki çatlaklar ve gerilimler de hiç azımsanmayacak cinsten. AKP’nin iki kalesi İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri ardı ardına depremlerle sarsılıyor. İstanbul’da Kadir Topbaş istifa etti. Temmuz ayından başlayarak Kadir Topbaş’a adeta mobbing (psikolojik yıldırma) uygulandığı, Erdoğan’ın yönlendirdiği Göksel Gümüşdağ ve Ahmet Selamet’in kararları imzalamayarak bu baskıyı arttırdığı konuşuluyordu. En son Belediye Meclisi’nden Topbaş’ın iradesi hilafına geçirilen imar planları bardağı taşırdı. Topbaş istifa etti. “Partimden ayrılmadım” vurgusu yapsa da kendisine Davutoğlu muamelesi yapıldığı ve fiilen Erdoğan tarafından tazminatsız işten çıkarılmış olduğu herkesin malumu.

Ankara’da da çanlar Melih Gökçek için çalıyor. Ankara Ticaret Odası’nın başına oğlu Osman’ı geçirmeye çalışan Melih Gökçek ilk seçimi kaybetmiş, sonrasında paravan şirketler kurup kendine oy devşirmeye çalışınca da Erdoğan’ın son altı ayda kurulmuş şirketlerin oy hakkını kaldıran KHK’sı ile karşılaşmıştı. Daha önce Osman’a karşı yedi düvel birleşti diyen Melih Gökçek, böylece o düvelin içinde Erdoğan’ın da olduğunu görmüş oldu. Melih Gökçek’in, Topbaş’ın akıbetine uğrayıp uğramayacağını elbette ki zaman gösterecek.

Metal yorgunluğu yok, Gül kokulu muhalefet var

Metal yorgunluğu tartışması ise bitmek bilmiyor. Erdoğan, AKP genel başkanı olduktan sonra referandumda pek de istekli olmayan kesimleri “metal yorgunluğu” söylemiyle hedef almış ve istifalarını istemişti. Üzerine alınan olmadı. Çünkü AKP’de metal yorgunluğu yok, giderek kendini daha çok gösteren bir muhalefet var. Bu muhalefetin ekseni Ahmet Davutoğlu’ndan Abdullah Gül’e uzanıyor.

Kamuoyunda genel beklenti bu isimlerin, özellikle de Abdullah Gül’ün yeni parti çıkışı yapması. Bu beklenti bir türlü karşılanmış değil. Zira Abdullah Gül’ün tercihi ya da ona emperyalizm tarafından biçilen misyon yeni parti kurması değil, günü ve zamanı geldiğinde AKP’yi bölmesi. Bunun için de kamuoyu önünde açıkça Erdoğan’la ve AKP’yle ters düşmekten kaçınan bir Abdullah Gül profili var. Yine de çizgisini uygun kanallarla belli ediyor.

Kendisine yakınlığı ile bilinen Fehmi Koru, Gül’ün referandumda “hayır”ı desteklediğini ima eden yazılar yazmıştı. Son dönemde ise Gül, sosyal medyadan yumuşak tonda ama eleştirel bir üslupla iki konuda açıklama yaptı. İlkinde TEOG vesilesiyle tek adam yönetimini, Barzani konusunda ise esas olarak Kürt sorunu politikasını değil ABD, AB ve İsrail’den uzaklaşan dış politikayı eleştirdi.

Bu iki eksen Gül’ü, parti içinde Davutoğlu ile, parti dışında ise Kılıçdaroğlu-Akşener ekseninde konsolide olan Amerikan muhalefeti ile buluşturuyor. Abdullah Gül’ün son günlerde sessiz sedasız Suudi Arabistan’a (Katar krizi dolayısıyla bu ülkenin Erdoğan’la arasının en açık olduğu bu dönemde!) gitmesi, ardından Gül’ün, cumhurbaşkanı adaylığı için Batı emperyalizminin İslamcı Kemal Dervişi Ali Babacan’ı desteklediğinin konuşulmaya başlaması hiç de tesadüf değil.

Sıfır Ahmet Paşa intikam peşinde

Komşularla sıfır sorun sloganıyla yola çıkıp Türkiye’nin sorun yaşamadığı tek bir komşu ülke bırakmayan Ahmet Davutoğlu’na, tarihteki Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya ithâfen Sıfır Ahmet Paşa ismini takmıştık. Davutoğlu’nun başarısız dış politikası onu koltuğundan eden önemli faktörlerden biriydi. Nitekim kendisi tazminatsız şekilde işten çıkarıldıktan sonra dış politikada Rusya, İran ve Suriye ile normalleşmeyi hedefleyen önemli değişiklikler yapıldı. Rusya ile ilişkiler düzeldi; Esed yeniden Esad oldu; hatta son olarak Erdoğan “Esad’la görüşmek gibi bir gündemim yok” demek zorunda kaldı. Suriye ve Irak’ta İran ile koordinasyon içinde hareket etmeye önem veriliyor.

Ne var ki yeni dış politika da sıfır noktasını geçebilmiş değil. Fırat Kalkanı, TSK’yı bir süre hem fiilen hem de Kürt koridorunu önlüyoruz edebiyatı ile siyaseten Ankara’dan uzak tutma işine yaradı. Ancak operasyon El Bab’ta kalakalıp ABD, Rakka operasyonunda ve genel olarak Suriye’de Erdoğan’ın “terörist” dediği PYD ile yürümeyi seçince, kalkanın da miadı doldu. Şimdi Erdoğan TSK’yı İdlib için Kilis ve Reyhanlı’da, Kerkük için de Habur’da toplamış durumda. Ne var ki iki tarafta da tünelin ucu görünmüyor. TSK, Erdoğan’dan NATO ve ABD’ye karşı pazarlık gücünü arttırmasını istemişti, ondan kopmayı değil. Keza Avrupa Birliği’nden uzaklaşmak da Türkiye hâkim sınıfları için bir başarı değil hezimet tablosu.

Zarrab davası ile ipleri Trump’ın eline veren, Almanya’nın ekonomik ve siyasi hamleleriyle sıkışan, Rusya ve İran’a yüzünü döndüğünde ise karşısında sıcak müttefikler değil güvensiz ve soğuk muhataplar bulan Erdoğan’ın dış politika notunun Davutoğlu’ndan hiç de iyi olduğu söylenemez. Bu yüzden Davutoğlu’nu bitiren “dış politika batağa saplandı” propagandası şimdi hocacı Karar gazetesi sayfalarından başlayıp tüm medyaya yayılarak yükseliyor. Üstelik bu propaganda “inisiyatifi İran’a kaptırıyoruz” yaygarası ile İslamcı mezhepçi çevrelerde de Erdoğan çizgisine karşı ciddi bir etki uyandırmakta.

Emperyalizm yıkarsa altında kalırız, emekçiler yenerse hürriyete varırız!

Tablo istibdad cephesinin çatır çatır çatırdamakta olduğunu gösteriyor. Amerikan muhalefeti Kılıçdaroğlu ile soldan, Akşener’le sağdan atağa geçiyor. Davutoğlu ve Gül ile AKP’nin içine uzanıyor. Erdoğan’ın her yeni işten çıkartması, bu alanda biriken insan sayısını arttırıyor. Kılıçdaroğlu’na sosyalist solu, İslamcı-Barzanici AKP’lilere de Kürt hareketini Amerikan muhalefetine yedekleme görevi verilmiş.

ABD ve AB emperyalizmi de ipleri daha sıkı tutuyor. Bu iplerin gerilmesi Erdoğan ve AKP’nin hiç de istediği bir şey değil. Çünkü onlar anti-emperyalist değiller; emperyalizmle pazarlık etmeye çalışıyorlar ve bu durum pazarlıkta ellerinin zayıfladığını gösteriyor. Erdoğan, ABD’ye gittiğinde Trump’tan birkaç övgü dolu söz ve “dostum” hitabını aldı, THY’ye 11 miyar dolarlık uçak alıp geri döndü.  Zarrab davasının ateşi sönmüş gibi ama sonuçta dava olduğu yerde duruyor. PYD’ye TIR’larla silah gitmeye devam ediyor. Katar da Suudi-Mısır ambargosu başladığında ABD’den 12 milyar dolara uçak alınca işlerin düzeleceğini zannetmişti. Avrupa’ya gelince, Almanya’nın ekonomik yaptırımları ve siyasi hamleleri de çemberi daraltıyor.

Erdoğan’ın prestiji dışarıda sarsıntı üzerine sarsıntı yaşıyor. Kendisine hakaret eden İngiliz dışişleri bakanına tablo hediye eden, kendisiyle kamuoyu önünde dalga geçen Fransız lider Macron’la resim çektirmeyi marifet sayan, Can Dündar hakkında kırmızı bülten çıkarılması talebini umursamayan Avrupa’ya, başdanışmanı Şeref Malkoç’un düzenlediği “Uluslararası Ombudsmanlık Konferansı”nda kendini Nobel’e aday gösterterek cevap veren bir yaklaşımdan ne beklenebilir ki? Yazık!

Bunlar istibdad cephesinin bölünmüşlüğünün, zayıflığının ve sefaletinin göstergeleri. Bunu görenlerin dışarıdan yüklenmesi, AKP içinden Erdoğan sonrasına hesap yapanların iştahının kabarması gayet doğal olacaktır. Ancak her zaman olduğu gibi tuzaklara dikkat etmek gerekiyor. İstibdadın alternatifi Amerikan muhalefeti ve onun girişimleri olamaz. Emperyalizmin istibdadı devirmesi, darbelerden, faşizme uzanan ve her durumda işçi ve emekçileri ezen sonuçlar doğuracaktır. Emekçi halk kırk katırla kırk satır arasında seçim yapmak durumunda değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir siyasetle hareket etmelidir. İstibdadın ve gerici alternatiflerinin karşısına Türkiye’yi çöküşten kurtaracak ve yeniden kuracak zincirsiz bir kurucu meclis talebiyle çıkmalıdır. Hürriyete ancak işçi ve emekçiler istibdadı yendiğinde varılabilir.   

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2017 tarihli 97. sayısında yayınlanmıştır.