Hoşgörü politikası neyin sigortasıdır?

Malatya'nın Doğanşehir İlçesi'ne bağlı Sürgü Beldesi'nde, bir kaç gün önce Alevi yurttaşlara yönelik girişilen saldırı, Maraş ve Çorum katliamlarını hatırlatıyor. Ramazan davulcusu yüzünden çıkan tartışma büyüyünce, oruç tutmayan Kürt-Alevi ailenin evini taşlayan kalabalık, daha sonra "Sivas katliamı yapacağız" diye bağırarak birçok evi taşlıyor. Jandarma sessiz. Müdahale etmiyor. Diğer yandan, Sivas'ın karanlığının hâlâ üzerimizde dolaştığını anlatan bu vahim tabloyu, sermayenin hem AKP'li hem CHP'li vekillerinin verdikleri hoşgörü mesajları tamamlıyor.

Hoşgörü, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde, başkalarına müsamaha göstermek, davranışlarına tahammül etmek, katlanmak, eylemlerini görmezden gelmek veya onlara göz yummak, hatta aldırmamak olarak tanımlanıyor. Yapılan tanımlardan da anlaşıldığı gibi, kelime bir üstten bakmayı ifade ediyor. Karşıdakinizi altta görme ile beslenen hoşgörü kültürü, baştan, muhatabınızdan üstün olduğunuz varsayımıyla önlem alınmasını salık veriyor. Makul, makbul beyaz Türk olmanın verdiği ayrıcalıkla Kürtlerin, Alevilerin, gençlerin, emekçilerin ve bilcümle ezilenlerin hakları ve mücadeleleri karşısında "büyüklük göstermek" hoşgörü kültürünce "olgunluk" sayılıyor. Liberal çok kültürlülük savıyla da beslenen bu anlayışa göre egemenlerin izin verdiği ve idare ettiği kadar varsayılıyorsunuz. Ezilenlerin mevcudiyetine çizilen sınırların, yani lütfedilenlerin dışına taştığınızda ise taşla, gazla, tazyikli suyla, işkence ve cezaeviyle karşılaşıyorsunuz. Hasılı, ezilenlerin "hatalarını" bir limite kadar hoşgören "erdemli olgunların" sabrı taşıveriyor.

Bir kısım liberal demokrasi yanlısı ise bu zeminde, "çok kültürlü- Osmanlı modeli"ne geri dönülmeli diyerek, "ötekine saygı" prensibinin inşa edilmesi gerektiğini dillendiriyor. Hiyerarşik Osmanlı çok kültürlülüğünün, günümüz kapitalizminin hegemonik çok kültürlülüğünden ehven olduğunu düşünen burjuva aydınlarının içinde, modern toplumda hoşgörü politikalarının mistik bir şüphecilikle tamamlanarak etkinleştirilmesini savunanlar da var.

Kesin olan şey şu ki, dinsel özgürlüklerin korunması bahanesiyle de kullanılan hoşgörü politikası, liberal zihniyetin ürünüdür ve liberal devlet teorisinin prensiplerinden birini oluşturur. Stuart Mill, John Locke, Voltaire gibi teorilerini mülkiyet hakkı, yaşam hakkı ve bireyin menfaati üzerine kurmuş olan burjuva ideologlarına dikkatle bakmak ise niyeti aşikâr ediyor. Fransız Devriminin düşünürlerinden Voltaire, hoşgörüyü, insanların hata ve eksikliklerinin karşılıklı olarak bağışlanması olarak görüyor. İnsanların ortak akıl ve menfaatlerde birleşebilecekleri sanısı yaratan bu bakış açısı temelde, her türlü bireysel özgürlüğün garanti altına alınması kapsamında, burjuva özel mülkiyetinin, mülksüzlerin saldırısından korunmasına meşruiyet kazandırıyor. Öyle ya, tek bir iyi yoksa ve herkes birbirine "hoşgörü" göstermek zorundaysa, kabul etmediğimiz ya da onay vermediklerimize de saygı göstermek durumundayızdır. Yani "onun" olana ve "bizim olmayana". Dolayısıyla, onaylamadıklarımıza karşı güç kullanarak karşı çıkmanın hoşgörü ortamını bozacağı iddiası, ezilen sınıfları ahlaken sınırlandırıyor, kontrol ediyor. Esasen, ezilenlere ait olana el konulmuş olması da vaziyeti değiştirmiyor. Çünkü o zaman da kapitalizmin, tüm sınıfsal çelişki ve ezme-ezilme ilişkilerini perdeleyen, sahte "eşitlik" ideali ve "doğal haklar teorisi" yardıma yetişiyor. Buna göre ise, insanlar eşit doğar ve doğuştan getirdikleri hakları vardır. Emekçilerin doğumlarından itibaren taşıdıkları ezen sınıfları sırtlama yüküyle, hangi eşitliğin birlikte var olabileceğini sorguladığınızda ise yukarıda bahsedilen "hoşgörü" çerçevesinin dışına taşıyor ve taşlanmayı hak etmiş oluyorsunuz.

Doğanşehir'deki korkunç manzara gösteriyor ki, bize Ramazan ayında, yani Sünni Türk çoğunluğun kutsal saydığı bir zamanda, Alevilerin de davulcuyla birlikte uyanarak, oruç tutmasalar da makbul çoğunluğa rıza göstermeleri bekleniyor. Hatta belki uyanmamışlardır diye, davulcunun özellikle gidip evlerinin dibinde tokmakla taciz vuruşları yapması ve "buranın neresi olduğunu", "kimin olduğunu" hatırlatması gerekiyor. Çember dışına adım atması yasaklanan "hoşgörülen azınlık", bu duruma itiraz ederse, itinayla bulunup getirilen sürü halindeki "hatırlatıcı" ile ona "yeri ve kim olduğu" tekrar anlatılıyor.

Tektipleştirmeye karşı olmak, kültürel mozaik vs. gibi liberal argümanlarla desteklenen hoşgörü politikaları, ezenin otoritesi karşısında oluşabilecek başkaldırıyı bastırmaya yarayan önemli bir araç vazifesi görüyor. Hoşgörülenin aslında, liberalizm tarafından toplumun en küçük hücresi ve en küçük azınlığı olarak görülen birey olduğu da başka bir yanılsamaya fırsat veriyor. Çünkü kavramların maddi hayattaki işlevine bakınca hoşgörü politikasının, bireylerden ziyade, işçi sınıfına karşı, kendisi de bir sınıf savaşı veren burjuva sınıfının çıkarlarını koruduğunu gözlüyoruz. Bireysel özgürlük savunusu ise, burjuva sınıfının, işçi sınıfını parçalamak ve bölmek için işine yarıyor. "Genel çıkarlar için birey feda edilemez" diyen liberal söylem, bireyin hak ve özgürlükleri adı altında emekçilerin hak ve özgürlüklerini sermaye karşısında kurban ediyor. Yine liberallere göre, birey hiçbir inanca rızası dışında zorlanamaz. Buna uygun olarak devletin de meşruiyetini dünyevi olana dayandırması ve tüm inançlar karşısında eşit mesafede durması gerektiği vurgulanır. Oysa, sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden devlet, politikasını, ezilenlerin arasına suni mesafeler koyarak, mezhep, dil, kültür, ırk ayrımı yaratarak birleşmelerini engellemek üzerine kurar. Başarılı olunan durumlarda Doğanşehir’de olduğu gibi, ezilenlerce ortak düşman unutulur, Ramazan davulcusu eşliğinde kapılara dayanılır. Böylece hoşgörü kültürü sadece sermayenin hoşgörülmesi, ezilenlerinse horgörülmesi olarak görevini tamamlamış olur. İşte bu barbarlığın sönümlenmesi için, işçi sınıfı ve ezilenlerin cephesini kurarak birleşmek, sermaye iktidarının devamlılığını sağlayan felç edici tüm oyunları bozmak gerekiyor. Hoşgörülerek idare edilmeye değil, iktidara yürümeye…