Ethem’i bu kez bir çete öldürdü: bir hâkim, adalet bakanı, içişleri bakanı, başbakan yardımcısı ve başbakan

“Katillerin işbirliğinin boyutu, cinayetten çok sonuçlarında gizlidir.” - Dostoyevski-

Yoldaşımız, kardeşimiz, canımız, ciğerimiz,  işçi sınıfının yiğit, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla militan ve entelektüel evladı Ethem Sarısülük ikinci kez öldürüldü. Cinayeti işleyenler bu kez polis ve tek kişi değil, değişik kademelerdeki mahlûkattan müteşekkil bir çete:  katil polis Ahmet Şahbaz’ı serbest bırakan hâkim, polisi ve hâkimi koruyan ve kollayan adalet bakanı, içişleri bakanı, başbakan yardımcısı ve polisi azmettirdiğini ısrarla, üzerine basa basa söyleyen bizzat başbakanın kendisi. Üstelik bu cinayet aynı zamanda bütün halk hareketinin eylemcilerini ve duyarlı dostlarını öldürmeye de tam teşebbüs!

Ethem’in katlinin somut ve net bir biçimde belgelendiği (bütün dünyanın ulaşabildiği) görüntü kayıtları (:http://webtv.hurriyet.com.tr/20/50860/0/1/ethem-sarisuluk-hayatini-kaybetti-ankara-daki-gazi-parki-olaylarinda-boyle-vurulmustu.aspx) ve sonrasında bu görüntüleri destekleyen bilirkişi raporu (suç mahallinde yapılan bilirkişi incelemesi, kurşunun Ethem’in başına bir sekme sonucu saplanmadığını, doğrudan doğruya hedefe ulaşmış olduğunu açıkça ortaya koymuştur) ve otopsi raporu (ölümün beynine saplanan kurşunla gerçekleştiği bu raporda açıkça sabittir) mahkeme hâkimince yok sayılmıştır. Bu üç olgu bir arada değerlendirildiğinde Türk burjuva hukukuna göre gerçekleşmiş olan eylem ve suç sabittir: “kasten insan öldürme”.  (Bakınız Türk Ceza Kanunu Madde 82/g:  “Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle”) Cezası da ağırlaştırılmış müebbettir.

Yine aynı Türk burjuva hukukunun ilkelerine ve içtihatlarına göre söz konusu olayda bütün deliller apaçık ortadadır, yani yargılamaya yansıyacak yeni bir delilin ortaya çıkması ihtimali ( gerçekliği değiştirmesi imkânsız olan olası yalancı tanık ifadeleri…vs gibi her zaman devletin “şapkadan çıkacak tavşanı” olarak hazır tutulmakla beraber) hemen hemen sıfırdır. Dolayısıyla yine Türk burjuva hukukunda “tutukluluk” için gereken bütün şart ve koşullar mevcuttur. (Bakınız Ceza Muhakemeleri Kanunu Madde 100/3/a/2)  O kadar ki soruşturmayı yürüten savcı dahi zanlıyı tutuklama istemiyle mahkemeye sevk etmiş olmasına rağmen nöbetçi Ankara 13. Sulh Ceza Mahkemesi hâkimi katili adli kontrol şartıyla serbest bırakmıştır.  

Kararın gerekçesi ise akıllara durgunluk verecek cinstendir. Aynen okuyalım: “Şüphelinin, göstericiler tarafından prefabrik bir kulübe arkasında sıkıştırıldığı, kalabalık bir grup tarafından yoğun şekilde taşlamaya maruz kaldığı, bu sırada belinden tabancasını çıkardığı ve havaya doğru üç el ateş ettiği, bu esnada maktül Ethem Sarısülük'ün aniden yere düştüğü, şüphelinin arkasını dönerek grubun aksi yönüne koşmaya devam ettiği, bu sırada beline ve sırtına atılan taşların isabet etmeye devam ettiği, havaya ateş etme sırasında şüphelinin eyleminin meşru müdafaa sınırları dâhilinde kalma olasılığının bulunduğu anlaşılmıştır.” (Vurgular bana ait. Ş.R.)  Gerekçede “yoğun” denilen ve mahkeme kayıtlarına geçen bir diğer ifadeye göre katil (daha sonra aldırılan düzmece raporda 37 kez olduğu iddia edilen)  taşlı saldırıya maruz kalmışmış. Neyse ki o görüntüleri artık yok etme olanakları yok da yalanları ayan beyan ortada. Peki bu 37 taşlı saldırı sırasında/sonucunda gayet rahat havaya değil, açıkça hedef gözeterek göstericilere, deyim yerindeyse “takır takır” 3 kez ateş edecek ve arkasından son derece atletik bir çeviklikle ve hızla oradan uzaklaşacak gücü nerden bulmuş katil? Madem siz milyonlarla dalga geçme cüretini buluyorsunuz, biraz da biz dalga geçelim: o sahneleri bir spor müsabakasında uzmanlar izlese doping testi bile isteyebilir o polis hakkında! Vah zavallı katil, lütfetmiş az bile öldürmüş diye bir de teşekkür etseydiniz bari! Görüntü kayıtları ve raporlar Ethem’in, katilin üç el ateş ateş ettiği “esnada” değil, üçüncü ateşle beraber, yani üçüncü ateş nedeniyle, üçüncü ateş sonucunda aynı anda yere düştüğünü göstermektedir.

Gerekçedeki son skandal ise “meşru müdafaa sınırları dahilinde kalma olasılığı”dır. Neymiş bu durumu “olasılık” yapan şey?Hâkim göklerden, bulutların arasından inecek bir delil mi bekliyor? Her şey bütün çıplaklığıyla ortadadır. Meşru müdafaa ya da olasılığı değil, kasten cinayet söz konusudur! Üstelik zavallı sefil hâkim herkesi kendisi gibi sersem zannetmekle baltayı fena halde taşa vurmuştur. Meşru müdafaada mağdur (hâkime göre bu olayda mağdur katil polistir) kendisine yönelik saldırıyı bilerek ve isteyerek, elindeki koşullar her ne ise onlarla def etmeye, uzaklaştırmaya çalışır. Ama aynı zamanda “meşru müdafaa”, karşıdaki eylemin/saldırının yarattığı/yaratacağı tehlike ile orantılı olması gereken bilinçli, kasıtlı, hedef gözeten bir eylemle mümkündür. Olayda da polis gerçekten bilinçli, kasıtlı ve hedef gözeterek ateş etmiştir. Ancak buradaki püf noktası:  meşru müdafaa sınırlarının son derece net, tartışmasız biçimde aşılmış olmasıdır. Karşısındaki grupta görüntülerde açıkça görüldüğü gibi silah, molotof kokteyli ya da öldürücü bir nitelik taşıyan bir cisim yoktur, polisin -bir an için öyle olduklarını kabul edersek- “saldırgan”larla arasında önemli bir mesafe vardır, örneğin o muazzam atletik koşuyu ateş etmeden yapmış olsa pekâla o “saldırı”dan kurtulabilecekken, bunun yerine önce “hedef gözeten” kurşunları atmış olması “meşru müdafaa” ihtimalini baştan tartışma dışı bırakmaktadır. Durum o kadar traji-komiktir ki, o sırada gaz bombalarına, tazyikli sulara ve eli silahlı polislere karşı gerçekten “meşru müdafaa” konumunda bulunan, Ethem ve diğer “saldırganlar”dır.  Hâkim bu kararıyla hukuk deyişiyle yepyeni bir “içtihat” yaratmıştır.  Gerçi biz bu yeni ve “orijinal” içtihatları 12 Eylül yargılamalarından, cezaevi katliamları yargılamalarından, son dönemde KCK davalarından çok iyi tanıyoruz ama bıkmıyorlar ki!

Kamu görevini yaparken bilerek ve isteyerek bir insanı öldüren polisi tutuklamayan yüce Türk yargısı, günlerdir sadece facebook ya da twitter hesabından demokratik eylem hakkı için çağrı yapan, o eylemlere katılan gençleri, devrimcileri, sosyalistleri -katil polisin yaptığı gibi- “takır takır” tutuklamakta hiçbir beis görmemektedir. Üstelik çıtayı daha yükseltmekte, tutukladıklarını sadece  “örgüt üyeliği” ile değil, -yine yeni bir içtihat yaratarak - “sivil darbe tezgâhlayıcılığı” ile suçlamaktadır.

Bu karar siyasi iktidarın açtığı savaşın bir üst boyuta sıçratılmasıdır!    

Bu karar sıradan bir mahkeme hâkiminin sıradan bir kararı değildir. Sermayenin mevcut siyasi iktidarı AKP halka karşı açmış olduğu ve her türlü yalanla, riyayla, yanlış bilgilendirmeyle, tehditle sürdürdüğü fiziksel ve psikolojik savaşı bir üst boyuta sıçratmıştır. Bu boyut katil olduğu alenen ispatlanmış kişilerin dahi her koşulda korunacağının,  kollanacağın cümle âleme duyurulmasıdır. Başından beri polise sert müdahaleler konusunda özel emir verdiğini utanmadan defalarca söyleyen, yani yine burjuva hukuku literatüründen gidersek bütün emniyet görevlilerini “azmettiren” Erdoğan, azmettirdiği polisi, her mitingde defalarca kutlamıştır. Bu rezil şova eylemlerin bir aşamasında “iyi polis” rolünü oynayan Arınç da katılmış, kararın hemen ardından hâkimin kararını olumlayan bir açıklama yapmıştır. Siyasi iktidar bir bütün olarak açıkça şöyle demektedir: “Öldürdük, öldürürüz, öldüreceğiz!” Bu özel vurguya bir de her fırsatta “yargının görevini yapacağı” sözleri eşlik etmekte, yani önümüzdeki günlerde cadı avının daha da yaygınlaştırılacağının sinyali verilmektedir. (Bu arada öteden beri AKP ve Erdoğan yönetiminin uygulamalarına kavramın içeriğini boşaltma, kitleleri yanlış yönlendirme pahasına “faşizm” teşhisi koyanlar, ileriki süreçte herhalde “yoğun faşizm”, “ileri faşizm” ya da “koyu faşizm” gibi en az önceki tespitleri kadar absürd kavramlar icat etmek zorunda kalacaktır!)

Eylemlerin doruğunda, kendi isteği ile aldığı randevu sonucu yaptığı görüşme çıkışında:  “Demokratik süreçler zamanında devreye girmemiştir ama artık devlet ve hükümet nezdinde devreye girdiği görülmektedir.” diyen Sırrı Süreyya Önder’e hatırlatmak lazım: “Al sana demokratik mekanizma!”

Bu aşamadan itibaren burjuvazinin bu sıçramasına karşı bir kontr-sıçrama geliştirmek, reformistlere, hainlere, işbirlikçilere inat sadece hükümetin kendisini değil, bütün iktidarı ve uşaklarını hedef tahtasına oturmak gerekmektedir.

“Orantısız şiddet” değil, devlet terörü, işkence, kasten Yaralama, kasten öldürmeye teşebbüs ve kasten öldürme!

Geçerken şu kavram kargaşasına da bir son vermek gerektiğine değinelim. Başından beri özellikle burjuva medyasının diline doladığı ve bazı sosyalistlerin ve eylemcilerin de ne yazık ki reddetmediği, hatta çoğunlukla yeniden ürettiği “orantısız şiddet” öyle tehlikeli ve yok edici bir kavramdır ki, tek amacı devlet  terörünü/şiddetini  bir biçimiyle meşrulaştırmak, “demokratikleştirmek”tir.

Neymiş “orantısız”la, “orantılı” arasındaki fark bugüne kadar duydunuz mu Marx aşkına? Örneğin su sıkma “orantılı” da, gaz bombası mı “orantısız”? Ya da polisin itip kakması “orantılı” da,  cop kullanması mı “orantısız”? Plastik mermi “orantılı” da, gerçek mermi mi “orantısız”? “Akrep”ler “orantılı” da, TOMA’lar mı “orantısız”? Peki, çevik kuvvet “orantılı” da, eli sopalı sivil polisler mi “orantısız”? Kitleleri aldatan bu tartışmayı iğrenç liberallere bırakıp, bütün bu olan biteni açık açık  “devlet terörü”, “devlet şiddeti” olarak tanımlamak gerekiyor. Bütün bu süreçte yapılmakta olan, tıpkı Kürt halkına onyıllardır yapılmakta olan şeyin aynısıdır: terördür, işkencedir, kasten yaralamadır, kasten öldürmeye teşebbüstür. Ethem, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş yoldaşlarımızın katlinde olduğu gibi kasten öldürmedir. Bu arada, mahkemenin katil polise atfettiği “meşru müdafaa”dan gerçek anlamıyla bahsedeceksek eğer, meşru müdafaa, eylemcilerin bütün bu devlet terörüne karşı kurduğu barikattır, kendini korumak amacıyla attığı taştır ve her şeydir. Son derece ironik ama, burjuva hukuku kavramları tartışılırken bile bütün bunlar “meşru müdafaa”nın yöntemleri olarak savunulabilir.

Ethem’in katilini azmettiren, koruyan, kollayan kimlerse, Roboski’nin emrini veren de onlardır!

Roboski’nin üzerinden bugün tam 550 gün geçti. Başından beri tartışılan “Emri kim verdi?” sorusunun cevabını hâlâ bulamayanlar,  Erdoğan’ın son dönemde ağzından yalanlarla birlikte salyalar saçarak yapmış olduğu açıklamaları tekrar tekrar okusun. Orada sadece pişkinliğin ve megalomaninin cisimleşmiş halini değil, devlet terörünün ve katliamların soğukkanlı yüzünü, askeriyle, siyasisiyle, bürokrasisiyle katiller çetesinin parmak izlerini de göreceklerdir. Ethem’in azmettiricilerini, katilin koruyucularını teşhis edeceklerdir. Bilhassa, aslında kendilerinin yıllardır “Türkiye cephesinde de bir şeyler olsa” dedikleri şey olan  bu halk hareketinin gerçek karakterini başka karşılıksız, sahte projeler uğruna görmezden gelen, olmadık hayaller peşinde, “mümkün” bir hayal fırsatını kaçıran Kürt siyasi figürlerinin, Erdoğan’ın Kayseri mitinginde on binlere, deyim yerindeyse kendini yırtarcasına “Biz ne diyoruz:. Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet!” sloganını defalarca attırdığı sahneyi izlemelerini tavsiye ediyoruz. Sonra da dönüp “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganını atan on binlerin, her şeye rağmen yanlarına gelen Kürt gençleriyle birlikte çarpıştığı barikat sahnelerini. Amed’de/Diyarbakır’da yapılan “Kürt Konferansı”nın sonuç bildirgesinde, AKP’yi ürkütmemek adına numune olsun diye bile bu eylemlerden bir tek kelime söz etmeyen hevallerimiz, bu tarihi hatadan hâlâ olanak varken dönmeli, kararlarını yeniden gözden geçirmelidir. Gözlerini dikmeleri gereken şey, barış sürecine katılmaları için aylardır çağrı yaptıkları ve zaten ilk fırsatta – Kılıçdaroğlu’nun Gül’le görüşmesinden sonra yaptığı çağrıyla-  barikatları terk eden CHP elitleri değil,  sokaklara dökülen yarın olası müttefikleri olan kitlelerdir.

Son sözümüz ise iki aydır, ortada sözde “Barış, Barış” diye dolaşan, bütün bu cehennemde, iki gün sonra halkına açık “savaş” ilan etmiş bir başbakanla görüşmeyi planlamaktan çekinmeyen  pek “akıllı”, “özel görevli” “Âkil İnsanlar”a olsun. Hadi, Ethem’in (ve diğerlerinin) ilk cinayeti, gaz bombaları, plastik mermiler, TOMA’lar, Akrep’ler, binlerce yaralı ve sakat, onlarca kör, yüzlerce gözaltı ve tutuklama sizin “barış” hâyâlinizi pek etkilemedi. Peki, bu utanç verici ikinci cinayetten, katilin böylesine pervasızca ve dünyaya meydan okurcasına kollanmasından sonra hâlâ bu ülkede barışın bu iktidarla sağlanacağına inanıyor musunuz? Eğer gerçekten “barış” peşindeyseniz, eğer hâlâ birazcık aklınız ve onurunuz varsa, bu momentte sadece bu nedenle derhal o görevden çekilmeniz gerekiyor.  Aksi halde tarih sizi karşısına çıkan haysiyetini koruma şansını son anda bile kullanamamış “iliştirilmiş ve kullanılmış aydın”lar sepetine atacaktır! Hayat bazen John Reed’in meşhur “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabında “Ya Devrimcilerden Yanasın, Ya Da Karşı Devrimcilerden! Tarafını Seç!” sözleriyle aktardığı sahne kadar açık ve nettir. Kalbiniz ve vicdanınız ya Ethem’den ve gerçek “barış”tan yanadır, ya da Ethem’in “savaşçı” katillerinden!  Seçiminizi yapın!

Adana, 25 Haziran 2013