Bir kez daha parlamenter darkafalılığa karşı

2013 yılı, Türkiye’nin siyasi hayatı açısından çok hassas bir dönüm noktasıdır. O yıl, önce Türkiye Gezi sonrası halk isyanı ile ayağa kalktı. Bunu zincirleme bir dizi olay izledi: 17-25 Aralık, 6-12 Ekim serhildanı, Mayıs-Haziran 2015 fiili metal grevleri, arka planda ise hep Suriye savaşı. O zamandan beri Türkiye hem iç politikada, hem de Ortadoğu’da sanki lunaparklardaki Rus trenine binmiş gibi bir iniyor, bir çıkıyor, herkesi nefes nefese bırakarak!

Siyasi hayatın kaderinin sadece parlamentoda belirlendiğine dair görüş solun saflarına sızdığında felaketler doğurabilecek kadar tehlikelidir. Bu, genel olarak böyledir, ama Türkiye’nin dört yıldır içinden geçtiği olağanüstü kriz döneminde haydi haydi doğrudur.

Bu yüzdendir ki, biz Gezi sonrası halk isyanı patlak vereli beri, Marksist literatürde (kibar deyimle ifade edersek) “parlamenter darkafalılık” olarak adlandırılan bu bakış açısıyla aralıksız bir mücadele veriyoruz. 1 Eylül 2013’te İzmir Karaburun’da sol partilerin başkanlarını bir araya getiren panelde gördüğümüz feci tablo karşısında ironik bir başlık kullanarak “Tek Yol Seçim” diye bir yazı yazmıştık. O zamandan beri parlamenter darkafalılığa karşı solun akımlarını ve kitleleri uyarıp duruyoruz. Şimdi, 16 Nisan öncesinde bu uyarı yeniden büyük bir güncellik kazanmış durumda.

Çok önemli bir oylamaya gidiyoruz, tartışılmaz. 16 Nisan’da sandıkta halkın çoğunluğunun “Evet” ya da “Hayır” demesi istibdad rejiminin kuruluşu sürecinde cephelerin arasındaki güç dengesi açısından büyük bir fark yaratacak. Bu nedenledir ki Devrimci İşçi Partisi olarak biz, referandum konusunda partinin bütün gücünü ve daha fazlasını HAYIR yolunda seferber ediyoruz. Çoğunluğu AKP’nin ve kısmen MHP’nin etkisi altındaki işçi sınıfı ve emekçiler arasında yürüttüğümüz propaganda ile HAYIR oyunun oranını yükseltmeye, işçi sınıfının AKP iktidarının karakterini anlamasını sağlamaya ve sınıf mücadelesini güçlendirmeye çalışıyoruz.

Cılız kalacağını umduğumuz bir boykot öbeği dışında, yüreği adil ve hür bir toplum özlemi içinde olan bütün grup ve insanlar da kendi doğrultularında HAYIR için çalışıyor. Herkes doğru yapıyor. Ama işte tam da HAYIR’ın bu önemi, parlamenter darkafalılığa karşı uyarı bayrağını şimdiden yükseltmeyi gerektiriyor. Neden? Açık açık söyleyelim: Ne sandıktan “evet” çıkarsa istibdadın önü artık geri çevrilemez şekilde açılmış olur; ne de “hayır” çıkarsa istibdad ve ona eşlik eden bütün sorunlar akşamdan sabaha ortadan kalkar.

Aslında istibdad 16 Nisan’ı beklemiyor ki! Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği Ağustos 2014’ten bu yana adım adım yükseliyor. Bahçeli’nin destek gerekçesi ne? Fiili bir durum doğmuştur, hukuku buna uygun hale getirmek gerekir demiyor mu? İşte o “fiili durum” diye adlandırdıkları istibdadın ta kendisidir. 1 Kasım hayalet seçiminin, yani seçim olmayan bir seçimin doğurduğu bir güç dengesi altında, yargı üzerindeki kontrolle, medya üzerindeki baskıyla, cumhurbaşkanına ve şimdilerde bir de “devlet büyüklerine” hakaret uygulamasıyla, elbette en önemlisi OHAL’le istibdad zaten karşımızda, önümüzde, aramızda! Referandumda “hayır” çağrısı yapanlar üzerinde uygulanan baskıları sıralamaya kalksak bu sütun değil gazetenin tamamı yetmez! Yani istibdad içinde istibdada karşı bir mücadele veriyoruz. Seçim sandığı ve parlamentonun öneminin ne kadar göreli olduğunu görmemek mümkün mü?

Sandıktan “hayır” çıkacağı (şimdi olduğu gibi) 16 Nisan’a yaklaşırken de açıkça belli olursa, Suriye bahanesiyle referandumun ertelenmeyeceği garantisini veren var mı? Oy sayımında “kedi”lerin uslu duracağı güvencesini veren var mı? Sandıktan “hayır”çıkarsa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kaderine razı olarak “demokratik teamüller bizim çekilmemizi gerektiriyor” demesini beklemek akıllı bir tutum olur mu? Buna karşılık “evet” çıkarsa şimdi Rus treni gibi bir inip bir çıkan Türkiye’nin aniden bir mezarlık sessizliğine bürüneceğini düşünmek makul mü olur? Bu Ortadoğu varken, bu Trump varken, “evet” cephesi bir Kürt bayrağıyla çatlama emareleri gösterirken, AKP ile Gülen cemaatini ayıran sınırlar bütünüyle belirsizken, ekonomik kriz bir canavar gibi homurdanırken Türkiye’nin süt liman olacağını beklemek anlamlı mıdır?

Her şey referandumun hayati bir önem taşıdığını, ama bu önemin sadece, 2013’ten bu yana devam etmekte olan bir büyük mücadelede güç dengelerini önemli ölçüde etkilemekle sınırlı olduğunu gösteriyor.  Referandum iki yönde de tayin edici son vuruş olmayacaktır. Ama “evet” karşı tarafa, “hayır” bizim tarafa büyük bir avantaj sağlayacaktır.

Bunun önemi ne diyecek var mı? Önemi şurada: Bu kavranmazsa 17 Nisan’da devasa hatalar yapılmaya başlanacaktır. “Evet” çıkarsa “bu millet adam olmaz”lar ve yurtdışı planları yeniden başlayacaktır. Gezi ahalisi arasında kafalar o kadar karışmıştır ki, artık yurtdışına kaçanlara, pardon “yerleşenlere” arkadaşları “tebrik ederim” diye mesajlar yollamaktadır! Ne talihliyiz ki, hep vurguladığımız gibi, halk isyanı küçük burjuva ve burjuva Gezicilerden ibaret değil!

Ya “hayır” çıkarsa? Bu sefer de 7 Haziran ile başlayan “toplumsal uzlaşma”, “koalisyon hükümeti”, “birliktelik” rehaveti yeniden baskın hale gelecektir. Otomobiller üzerine Halk Özel Harekât yazanlar, toplantılarda “silah” deyip sonra “siren dedim” diyenler, Küçükçekmece’de olduğu gibi il başkanı ile belediye başkanının görüşmesinde uzun menzilli silahla “askerlik hatırası” fotoğrafları çektirenler, gayri nizami harp tüccarı SADAT şirketinin yöneticisinin danışmanlığında hiç kuşkusuz “toplumsal uzlaşma”ya hazırlanıyorlardır! Parlamenter darkafalılık burada, eskiden daha çok kullandığımız terimi izninizle bu sefer kullanalım, parlamenter budalalığa dönüşüyor!

Öyleyse referandum için bütün gücümüzle mücadele! Ama sadece sandık için değil, referandumun öncesiyle ve sonrasıyla istibdada karşı hürriyet için sürekli mücadele!

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2017 tarihli 89. sayısında yayınlanmıştır.