Acil demokrasi mi kamulaştırma mı?

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB temsilcileri, geçen ay 8 işçinin yaşamını yitirdiği Şırnak’taki maden ocağını ziyaret edip, incelemelerde bulundular. Daha önce kamu malı olan maden bölgesi 1998 yılında özel sektöre devredilmiş, ihaleyi alan firma da burayı taşerona vermiş. Temsilcilerin vardıkları sonuç, “ölüm üçgeni” diye adlandırdıkları yoksulluk, işsizlik ve çaresizlik içinde yaşayan bölge halkının çok kötü koşullarda çalıştığı (Cumhuriyet, 25.11.2017). Elbette Şırnak Türkiye’de çalışma koşulları bakımından ortalamanın altındaki kentler arasındadır, ancak Türkiye ortalaması da çalışma koşulları bakımından çok daha iyi tablo sergilemiyor. Türkiye 35 OECD ülkesi arasında en uzun çalışma süresine sahip 11. ülke iken, saat başına elde edilen gelirde Meksika, Şili, Yunanistan ve Letonya’nın ardından en düşük 5. ülke konumunda. Türkiye’de işçilerin yüzde 90’ı sendikasız, yüzde 95’i de toplu iş sözleşmesi yapamıyor. Yaklaşık 1 milyonu kamuda olmak üzere 2.5 milyon işçi taşeron olarak çalışıyor. İşsiz sayısı resmi rakamlara göre 3.4 milyon, iş aramaktan vazgeçenleri de katarsanız gerçek işsiz sayısı 6 milyon. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin günümüz çalışma koşullarını en iyi özetleyen ifade “ölüm üçgeni” olsa gerek.  

Elbette mevcut durumu ortaya koymak önemlidir; gelgelelim kanımızca asıl mesele buna karşı nasıl bir çözüm üretileceğinde düğümleniyor. Zira büyük ölçüde Türkiye kapitalizminin önündeki yapısal engellerin, son birkaç yıldır bunun üstüne içerde AKP/Erdoğan’ın OHAL rejiminin, dışarda Ortadoğu politikasının gerilimlerinin binmesinin etkisiyle, Türkiye dünyanın en “kırılgan” ekonomileri arasında yer almakta ve ekonominin ani çöküş olasılığı her geçen gün artmaktadır. Bu andan itibaren ekonomi “gemi”sinin fırtınalı denizde batıp batmayacağı, batacaksa filikalara önce kimin yerleştirileceği, batmadan sağ salim bir limana nasıl varacağı soruları can alıcı öneme sahip demektir.   

Türkiye’de kendilerini “demokrasi güçleri” olarak tanımlayan ve içinde yukarıda adı geçen kurumların da yer aldığı “sol” muhalefet çevreleri krizden çıkış yolu olarak “acil demokrasi” talep ediyorlar. Buna göre AKP karşısında ancak daha “demokratik” bir yönetim, emek ve sermaye arasında bölüşümün hakça paylaşılmasına dayalı bir sosyal uzlaşıyı gerçekleştirebilir. Türkiye solunda da yaygın kabul gören, AKP’ye alternatif olarak bir demokratikleşme programını hayata geçirmenin mümkün olduğu görüşü bizce gerçekçi değildir. Bir an için ülkede erken seçim olduğunu ve seçimden daha “demokrat” olduğu iddiasında bir hükümetin (koalisyon ya da değil) galip çıktığını varsayalım. Dünya kapitalizminin kriz koşullarında, bir an için emperyalist ülkelerle doğabilecek gerilimleri bir kenara bırakarak, “demokrat” hükümetin sosyal politikaları öne çıkaran bir politikaya yöneldiğini düşünelim. En başta ülke içindeki sermaye çevreleri “rekabet baskısı” vb. gerekçelerle bunun karşısına dikileceklerdir. Halen sürmekte olan asgari ücret tartışması bu bakımdan güncel bir örnektir. OECD ülkeleri arasında en alt sıralarda yer alan asgari ücret düzeyini işverenler yüksek bulmakta, “Türkiye’nin koşullarının” da 2018 yılı asgari ücreti belirlenirken dikkate alınmasını, devletin desteğinin “sürdürülebilir istihdam” için gerekli olduğunu, çoktan enflasyon karşısında erimiş olan asgari ücrete sıfır zam yapmayı talep etmektedirler. Günümüz dünya kapitalizmine damgasını vuran, emekle sermaye arasındaki çelişkinin azalmak bir yana daha da keskinleştiği kriz koşullarında “orta yol” bulmak mümkün değildir. Mesele devletin kaynaklarının kimin, hangi sınıfın öncelikleri doğrultusunda kullanılacağıdır.

Örneğin AKP hükümeti “acele kamulaştırma” adı altında kamu arazilerini sermayedarlara tahsis etmekte, taşeron işçilere kadro vermeyip, kadrolu işçilerin yapması gereken işleri de “toplum yararına program” adı altında “geçici” süreyle çalıştırılan işçilere yaptırmaktadır. Bizim savunmamız gereken de acele kamulaştırma ve toplum yararına çalışma programıdır. Ancak AKP hükümetinin yaptığı gibi emekçilerin hakkı olan kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekmek için değil, işsizliği ortadan kaldırmak, asgari ücreti yükseltmek, taşeronlaşmayı kaldırmak, parasız sağlık, eğitim ve barınma imkânı sunabilmek için! Bu ise “piyasa dostu” ama “demokratik” bir kapitalizm arayışıyla değil, ancak zincirsiz bir kurucu meclisle ve sermayeden bağımsız politika izleyecek bir emekçi hükümeti ile mümkün olacaktır.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Aralık 2017 tarihli 99. sayısında yayınlanmıştır.