4+4+4 ile Yalanların Üstünü Ört!

Son günlerde yaygın bir şekilde tartışıldığı üzere, AKP hükümeti eğitim sisteminde kapsamlı bir değişiklik yapmaya hazırlanıyor. Ancak bu ülkede milli eğitimin tezgâhından geçen herkes ve o sistemin içinde kıvranan öğretmenler derinlerde bir yerlerde biliyor ki, bu değişikliğin ömrü de ya bakanın bakanlığıyla ya da AKP’nin hükümet etme süresiyle sınırlı kalacak. Çünkü ülke burjuvazinin çıkarları temel alınarak kurulalı beri eğitimde dikiş tutturamamakta, her gelen hükümet, dahası tek hükümet döneminde bile gelen farklı bakanlar bir öncekinin getirdiği sistemi değiştirmekte, bu arada olan öğretmen ve öğrencilere olmaktadır. Buradan çıkarılacak tek bir sonuç vardır: eğitime reform değil devrim lazım!

Eğitime her yeni gelen sistem, apar topar, yangından mal kaçırırcasına geldiği gibi 4+4+4 sistemi de bu kaderi paylaşıyor. 8 yıllık eğitime geçilirken bu acelecilik yüz binlerce öğrenci ve öğretmeni zor durumda bırakmıştı. Şimdi yine aynı şeyler olacak. Ancak bu kez zor durumda kalma sadece acelecilikle sınırlı değil. Başka başlıklar da mevcut.

Öncelikle, sistem 12 yıl zorunlu eğitimi temel alıyor görünse de 4. sınıftan sonra açık öğretim yoluyla eğitime devam edebilme olanağı getirerek zorunlu kamusal eğitimi fiilen 4 yıla indirmiş oluyor. Akıllara gelen soru şu: neden 4. Sınıf, neden 10 yaş? Eğer okulsuz bir toplum yoluyla özgür eğitim savunuluyorsa, ilk 4 yıl öğrenciyi zorunlu eğitime tabi kılmanın mantığı nedir? Çocukta bu yaştan sonra neler değişmektedir? Akla gelen bir diğer soru şu: öyle ve ya böyle herhangi bir yaşta (yetişkinlik dönemi hariç) açık öğretime ihtiyaç duyulmasının amacı nedir? Bakanlık henüz bu sorulara cevap vermemiştir.

Biz kendimizce başka sorular sorarak cevaplamaya çalışalım: çocuğun eğitimi kamusal mı olmalıdır, aileye mi bırakılmalıdır? Sanırız can alıcı soru budur! Bizim cevabımız bırakınız sadece çocuğun eğitimini, çocuğun bakımının dahi kamusal olması gerektiği şeklinde olacaktır. Çünkü bir bütün olarak çocukların kendisi olabilmelerinin, kendi kendilerini yönetebilmelerinin başka bir deyişle, kendi ayakları üzerinde durarak özgür olabilmelerinin yolu kimsenin malı-mülkü olarak görülmemelerinden, kimsenin tahakkümü altına girmemelerinden geçer. Şüphesiz ki kamusal bir eğitimde de bunun garantisi yoktur. Ancak uygulanacak eğitbilimsel yöntemler ve programlar ile bunun yaratılma şansı vardır. Çocukların aileleri tarafından eğitilmesinde ise böyle bir şans tamamen ortadan kalkmakta, çünkü sınıflı ve erkek egemen bir toplumda aile mülk edinmenin temelini oluşturmakta ve çocuklar ailelerin, üzerlerinde her türlü hastalıklı eğilimlerini tatmin ettikleri bir hastalıklı bir haz aracı haline gelmektedir. Aile, çocuğu bir mal-mülk olarak görmekte ve onun bir canlı varlık olarak düşüncelerini, duygularını ve arzularını bir kenara koyarak cansız bir madde, misal hamur haline getirmekte, sonra da buna istediği şekli vermeye çalışmaktadır. Bu durum çocuğun doğal yapısına vurulan en büyük darbeyi teşkil etmektedir. Hali hazırda çocuklar biyolojik olarak canlı sayılmaya başladıkları andan itibaren başta sevgi ihtiyaçları olmak, tüm işlevsel ihtiyaçları karşılandığında kendi yollarını kendileri bulacak hale gelmektedir. Bunun ötesinde bir zorlama, onu toplumsal bir kalıba dökme çabaları çocuğun kendi yolundan çıkmasına, yoldan sapmasına neden olmaktadır. Çocuk mevcut zorlamaya ya özünü ezmek suretiyle katlanarak, dolayısıyla yaşamı boyunca her güçlüğe boyun eğerek ve neredeyse hiçbir şeye yürekten katılmayarak, ya da karşısına çıkan her şeye isyan ederek, başkalarını ezmeye çalışarak cevap vermektedir. Bu da toplumsal sorunların önemli bir temelini oluşturmaktadır.

Bu durumda bir başka soru oluşmaktadır: tüm ailelerin bu şekilde davranacağını nerden biliyoruz? Buna verilecek ilk cevap siz bu şekilde davranmayacaklarının garantisini verebiliyor musunuz şeklinde olabilmelidir. Diyelim ki, kamusal bir eğitimde, denetleme mekanizmaları özgür bir eğitim programından sapıldığını tespit etti. Bu duruma hemen toplu bir müdahale gerçekleştirilebilir. Ancak tek tek ailelerin, çocuklarının doğal yapılarını bozmadıkları, bu yönde bir yetiştirme programı uygulamadıkları nasıl denetlenecek? Denetlenemez! Kaldı ki denetlenmesine gerek yoktur, bu kesinlikle olur, çünkü bilinçdışı bir şekilde gerçekleşir ve bu bilinçdışını yaratan faktörler mevcuttur.

İlk faktör çocuk bakımının çocuğa sevgi göstermek dışındaki kısmının ana-babayı kısıtlamasıdır. Bu kısıtlama dolayısıyla ana-babalar ama mevcut toplumumuzda çocuk bakımı ananın üzerinde olduğu için özellikle analar sosyal yaşamdan kopmaktadır. Bu durum öylesine can alıcı bir yük oluşturur ki yaşanmadan anlaşılması zor olacaktır, bir kere yaşandığında ise iş işten geçmektedir! Sosyal yaşamdan koparak vaktinin çoğunu çocuğa ayırmak zorunda kalan ana-baba bilinçaltından çocuğa yönelik bir nefret geliştirmeye başlar, bu nefret toplumsal olarak kabul edilemeyeceği için hemen bastırılır ve bu noktada bastırmanın başarılabilmesi için nefretin tersi duygu olan sevgi geliştirilmeye çalışılır. Ancak bu da artık doğal bir sevgi değildir, yapmacık, sahte dahası boğucu ve zarar verici bir sevgidir. Pek çok ailenin çocuklarını neden boğacak kadar sıkı bir düzene tabi tuttuklarının, sevdiklerini sanırken onlara işkence ettiklerinin bir anahtarı buradadır.

Bilinçdışı faktörlerin bir diğeri ise ana-baba arasındaki ilişkinin heyecanını yitirmesi, aradaki sevgi bağının sönümlenip kopması durumlarında çocuk bakımının bir başka kısıtlama yaratması: ayrılma (boşanma) kısıtlaması. Bu durum da son derece ciddi bir sorun oluşturmakta, çocukların geleceğinin ne olacağı sorusu ana-babaları mutsuz evlilikleri sonlandırmak yerine sürdürmeye itmekte, bu koşullarda da yukarıda bahsi geçen düzeneğe benzer bir şekilde çocuğa yönelik nefret-sevgi çelişkisi açığa çıkmakta ve sonunda aileyi oluşturan herkes büyük yaralar almaktadır.

Bir an bu durumun da olmadığını düşünelim. Siz yaşamınızın en hareketli, en canlı döneminin tümünü babanız ve anneniz yaşındaki insanlarla geçirmek zorunda kalsaydınız ne yapardınız? Muhtemelen isyan ederdiniz. Peki ya çocuksanız güçsüz ve acizseniz bu durumda ne yapardınız? Kaderinize razı olurdunuz ya da dini bakış açısı ile söyleyelim cüzi iradenizi kullanamaz hale gelirdiniz, dünyaya küser içinize kapanır ve bir çürüme sürecini başlatırdınız. Alın size toplumsal yaşamda ortaya çıkan pek çok sorunun kaynaklarından biri daha! Davul bile dengi dengine sözünü bir de bu bakış açısı ile yorumlayalım. Evet, sağlıklı bir yetişkin aynı zamanda bazı durumlarda bir bebek, çocuk ya da genç gibi davranıp hareket edebilir, etmelidir, ama bir çocuk sürekli yetişkinlerle beraberse ve onlar gibi davranıyorsa orada kişilik açısından müthiş patlayıcı sorunlar kümelenmeye başlamıştır. Çocukların kendi yaşıtlarına ihtiyaçları vardır, yaşamdan tam anlamı ile onlarla birlikte haz alabilecek, duygularını onlarla tam anlamı ile paylaşabilecek ve bu vesile ile yaşamdan aldıkları tadı arttırabileceklerdir. Bu sayede sağlıklı bir kişilik yapısı oluşturacak ve sağlıklı bir toplumsal yaşamı inşa etmeyi öğreneceklerdir.

Tüm bunların üstüne bir de çocuk bakımı ve eğitiminin aileye bırakılması durumunda ailenin yaşayacağı ekonomik yıkımı eklemek gerekecektir. Pek çok aile, hatta bu az kalır yüz ailenin doksan dokuzu, çocuklarının tüm ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı bir bakımı ve eğitimi sağlayamayacak durumdadır. Bu nedenledir ki, kamusal eğitimden vazgeçilmesi çocuklarımızın eğitimden mahrum kalması anlamına gelecektir. Sadece parası olanlar değil, çok yüksek miktarda parası olanlar özel olarak burjuva sınıfının en kaymaklı tabakası böyle bir bakımı ve eğitimi gerçekleştirebilir, ancak bunun da çocuklarının ruh ve beden sağlığını bozabileceğini yukarıda açıklamaya çalıştık.

Bu nedenlerledir ki çocukların bakımı ve eğitimi aileye bırakılmamalı kamusal olarak idare edilmelidir ve yeni yasa eğitimin kamusal yönüne vuracağı bu darbe hali hazırda yaşanmakta olan pek çok soruna yenilerini ekleyecektir. Özellikle ekonomik, siyasi ve dini kaygılardan dolayı pek çok aile çocuğunu 4. sınıftan sonra okullardan alabilecektir. Böylesi bir durumda tüm çocukların yapılarında, mevcut toplumumuzun yarattığı bozulmanın daha da artacağını belirttik. Ancak özel olarak bu durumda kız çocukları çok daha dezavantajlı olacaktır. Okullardan ilk olarak onlar alınabilecektir, önce onlardan vazgeçilebilecektir. Muhtemelen engelli çocuklar da aynı acı kaderi paylaşabilecektir.

Okullardan alınan öğrencilerin bir kısmı özel öğretmenlerle, özel dershanelerle yoluna devam edebilecek bu durum eğitimin kâr kapısı haline gelmesini sağlayacak ve eğitim patronlarının cebini şişirecektir. Bir kısım öğrenci ise dini ve siyasi eğitim yapan eğitim kurumlarına yönelecek ve doğal gelişimlerine amansız darbeler yiyecektir. Mevcut toplumumuzda bunun hangi dinlerin, hangi mezheplerin hangi siyasi görüşün lehine olacağı açıktır.

Yasada geçen ve eğitimde piyasalaştırmanın önünü açan bir başka madde daha vardır. Buna göre ilk dört yıldan sonra okula devam etmek isteyen öğrenciler sınavlara girecek ve bu sınavlara göre bir okul türüne yerleşecektir. Bunun anlamı açıktır: şu anda çocuğunu istediği liseye göndermek için dershanelere avuç dolusu para ödeyen aileler, bu kez 4. sınıftan sonra aynı şeyi yapacaktır. Yani daha fazla dershane, daha fazla kurs, daha fazla para ve tabi yanında öğrenciye daha fazla eziyet, ruhsal-bedensel yapıda daha fazla tahribat.

Bizler küçücük çocukların çalışmasını görmeye alışmışız, yüreğimiz yana yana bu duruma karşı mücadele ediyoruz. Fakat yasayla beraber 4.sınıftan itibaren meslek okullarına yönlendirmenin önü açılıyor, o yaşta çıraklık yasalaşıyor! Bu durum çocuk işçiliğinin yaygınlaşması demek! Bazı unsurlar “Ne güzel meslek öğreniyorlar!” diyebileceklerdir. Ancak o yaşta mesleğe yönlendirme sakıncalıdır. Çocuklar belli bir olgunluğa kadar tüm bilgi ve sevgi ihtiyaçları karşılanacak şekilde eğitilmelidir. Bu eğitim, yanlarında durma, ihtiyaçlarını karşılama ve talep ettikleri yardımı sunma şeklinde olmalıdır. Bu şekilde kendi ayakları üzerinde durabilecek öğrenciler(öğrenenler) kendi meslek seçimlerini de ilerleyen yaşlarda yapabilecektir. Aksi durumda öğrenciler yine büyüklerin eliyle bir kalıba sokulmuş ve bölünmüş olacaklardır: bir tarafta zihinsel beceriler geliştirmeye zorlananlar, diğer tarafta bedensel beceriler geliştirmeye zorlananlar. Hâlbuki kişinin bunların ikisine de yaşam boyu ihtiyacı vardır…

İşte, bu pencereden bakıldığında, yeni eğitim sisteminin eşitsizlikleri arttıracağını ve kişinin özgürleşmesini zorlaştıracağını söyleyebiliriz.  Biz bunları söylerken Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de başka şeyler söylüyor, yasayı savunmaya çalışıyor, tabi manipülasyonlar eşliğinde. Mesela tüm dünyada eğitim sistemlerinde “süreçten” çok “sonucun” önemli hale geldiğini söylüyor. Yalan! Tam aksine bakanlığın da hâlihazırda taklit etmeye çalıştığı sistem ki adına genellikle yapılandırmacılık-oluşturmacılık deniyor,  dünyada hızla yayılıyor ve eğitimde bilgi ve becerilerin kazandırılmasında sonuçtan çok süreci ön plana çıkarıyor, öğrencinin sürece katılımını ve bu katılımla bilgiyi kendisinin oluşturmasını savunuyor. Örneğin bir problemin çözümünde sonucundan çok onun farklı yollar kullanılarak tüketilen sürecine vurgu yapılıyor, bu sayede ezberci eğitimin önüne geçilmeye çalışılıyor ve yaratıcı düşünce önemli hale geliyor.

Ve Ömer Dinçer soruyor: “Dünyada kesintisiz eğitim yapan kaç tane ülke var?”. Onu boş verin Sayın Dinçer, bir sürü var, bürokratlarınıza söyleyin araştırıp getirsinler size, siz şuna cevap verin: Dünyada ikili eğitim(sabahçı-öğlenci) yapan kaç tane ülke var? Birleştirilmiş sınıf denilen, bir sınıfta birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar tüm öğrencilerin bulunduğu ve bunlarla tek bir öğretmenin ilgilendiği kaç ülke var? Peki ya, bir sınıfta 60 öğrencinin bulunduğu kaç ülke var? Okul girişlerinde faşistlere özgü törenlerin yapıldığı, askeri nizamla öğrencilerin yürütüldüğü, tek tip kıyafet giydirildiği, saçına, etek boyuna karışıldığı, hatta aynı durumdan öğretmenlerin de muzdarip olduğu kaç ülke var? Okullarda sözlü ve fiziksel şiddetin bu kadar yaygın olduğu, öğrencilerin birer köleye, robota dönüştürüldüğü kaç ülke var? Yine öğretmenlerinin bu kadar idare baskısı altında tutulduğu, demokratik ve sendikal haklarının engellendiği, bu kadar az ücret aldıkları kaç ülke var? İşsizliğin ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin, kadın cinayetlerinin, anadil yasaklarının bu kadar fazla olduğu kaç ülke var?