TL’nin serbest düşüşü (2): İMF çözüm değildir, sorunun parçasıdır

 

Dünya kapitalizmi 1970’li yıllarda bir uzun krize girdi. Ama bu ağır ağır gelişen ve bir finansal çöküşle taçlanmayan bir krizdi. Tek tek ülkelerde ciddi finansal çöküşler (“crash”) yaşandı. Hatta 1997-98’de “Asya krizi” olarak tarihe geçen ve birçok doğu ve güneydoğu Asya ülkesini (Endonezya, Malezya, Güney Kore, Tayland ve diğerleri) bir arada kavrayan çok ağır bir bölgesel finansal çöküş dahi yaşandı. Ama ancak 2008’de dünya çapında bir finansal çöküş yaşandı ve bu yepyeni bir dönem açtı. Okurlarımız bizim buna, 1930’lu yıllarda yaşanandan daha da büyük tehlikeler içerdiğini de ileri sürdüğümüz Üçüncü Büyük Depresyon adını verdiğimizi biliyorlar.

Türkiye’nin, özellikle Türk lirasının bugün yaşadığı krizin arka planında bu derin dünya krizinin, bu büyük depresyonun yattığını daha önce bir yazı dizisinde izah etmeye çalışmıştık. (http://gercekgazetesi.net/ekonomi/dolar-neden-yukseliyor-ya-da-turk-lirasinin-bas-asagi-dususu-1-krizin-kaynaklari) Buna daha somut faktörler ekleniyor ve Arjantin ve Türkiye gibi ülkeler batağa battıkça batıyor. (İran ve Venezüella gibi, emperyalist dünya düzeninin kara koyun ilan ettiği ülkelerin durumunu katarsak tablo daha da ağırlaşır.)

Dünya çapında kriz başladığından beri, dünya burjuvazisinin çok ağırlıklı bölümünün neoliberal, küreselci, “serbest piyasacı” bir ekonomi politikası stratejisini her yerde dayatmakta olduğunu sağır sultan bile duydu. (Şimdi depresyonun etkisiyle başta Trump olmak üzere burjuvazinin bağrında yeni bir eğilim beliriyor. Buna aşağıda döneceğiz.) Bu dayatmanın en önemli propaganda araçlarından birinin de günümüzün ekonomik olarak bütünleşmiş dünyasında bunun dışında bir alternatif olmadığı iddiası olduğu da biliniyor. Neoliberal stratejinin ilk güçlü uygulayıcısı Britanya başbakanı Margaret Thatcher’ın “there is no alternative” (başka seçenek yok) çıkışı bunun simgesi oldu, baş harfleriyle TİNA diye de kısaltıldı. Hani eskiden oynanan bir oyun vardı, “tıp” dediniz mi bütün oynayanlar donmuş gibi oldukları pozisyonda kalmak zorundaydı. 1979’dan beri TİNA dendi mi bütün dünyanın piyasa karşısında “hazırol”a geçmesi bekleniyor! Buna uymama çağrısı yapanlar da “gerçekçi” olmamakla, “hayal” kurmakla falan suçlanıyor.

TİNA’nın kendisinin alternatif falan olmadığı, 2008 finansal çöküşü ve dünya ekonomisinin bu çöküşten sonra depresyona girmesiyle tescil oldu. 10 yıldır süren bu depresyonun daha uzun süre devam edeceği konusunda da kimsenin kuşkusu olmasın. “Aman efendim, ABD hızla büyüyor, AB ekonomisi de canlandı” falan türü argümanlar ileri sürenler, yalnızca kendilerinin depresyonların tarihini bilmediğini, 19. yüzyıl sonundaki ilk büyük depresyonda da, 1930’lu ve 40’lı yıllardaki ikinci büyük depresyonda da daralmaları bu tür hızlı büyüme parantezlerinin izlediğini, ama temeldeki koşullar değişmediği için ardından daha da kötü daralmaların geldiğini duymadığını gösterir. Depresyon bittiyse, faiz oranları finansal çöküşten tam on yıl sonra neden hâlâ eksi alanda? Resmi ödünç alma maliyetlerinin Bank of England’ın kuruluş yılı olan 1694 yılından bu yana en düşük düzeyde olduğunu biliyor muydunuz? (https://www.theguardian.com/business/2018/aug/09/interest-rates-will-stay-low-for-20-years-bank-of-england-expert?utm_source=esp&utm_medium=Email&utm_campaign=GU+Today+main+NEW+H+categories&utm_term=283142&subid=16567926&CMP=EMCNEWEML6619I2)  Britanya’nın merkez bankası Bank of England’ın uzmanı, Para Piyasası Kurulu üyesi Ian McCafferty faizlerin daha 20 yıl boyunca tarihi ortalamasının çok altında seyredeceğini söylüyor!

Dünyayı buraya getirenler bize TİNA diyor! Hadi canım sen de!

Kuru derhal sabitleyin! Konvertibiliteyi kaldırın!

AKP yönetiminin TİNA’yı bir buyruk haline getirdiğini, Berat Albayrak’ın, aynen seçimlerden önce Londra City “faiz lobisi”ne güvence veren Mehmet Şimşek gibi, “iç ve dış paydaşlara” hitap ederek “bizim yolumuz Wall Street’in yoludur” dediğini dün anlattık. Şimdi bunun alternatifi olamayacağına dair görüşlerin, yani TİNA’nın yanlışlığını ortaya koyalım.

Önce somut durumun somut analizi. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazı dizimizde anlatmış olduğumuz gibi, Tayyip Erdoğan’ın TL’nin serbest düşüşüne ve enflasyonun yükselmesine rağmen Merkez Bankası politika faizini düşük tutma konusundaki ısrarı, AKP muhalifleri arasında merkez bankasının bağımsızlığını savunma yolunda ciddi bir eğilim yaratıyor. Oysa başka bir yazımızda anlattığımız gibi merkez bankasının bağımsızlığı demek, diyalektik bir çelişkiyle aslında bağımlılığı demektir. Ülke hükümetinden bağımsızlık, Wall Street ve Londra City’ye bağımlılığın adıdır. (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/rabiaciligin-istibdadi). Demek ki merkez bankasının bağımsızlığını liberaller elbette savunurlar, ama sol, kendini inkâr etmeksizin hiçbir biçimde savunamaz.

Somut durumun somut analizinin bir başka yönü gittikçe öne çıkmaya başladı. Tayyip Erdoğan uzun yıllardır Türkiye’yi İMF’ye muhtaç olmaktan kurtarmakla övünüyor, hatta “biz artık İMF’ye borç veriyoruz” diyor ya. İzlediği politika Türkiye’yi duvara doğru sürükledikçe İMF’ye gitmesi bu yüzden zor ya. Şimdi muhalifleri Türkiye’yi İMF’ye gitmeye hazırlamaya çalışıyor! Bu ülke İMF’den neler çekti neler! 2001-2002’de tarihinin en büyük ekonomik krizine İMF politikaları yüzünden girdi. Son onyılların bütün büyük krizlerinde işçiler bu yüzden işlerini yitirdi, emekçi halk bu yüzden ağır biçimde yoksullaştı, kamu mülkiyetindeki bütün her şey bu yüzden özelleştirildi, atıldı, satıldı, kapatıldı, kamu hizmetleri bu yüzden kuşa çevrildi, özel sağlık ve eğitim kurtuluş gibi gösterildi. Şimdi Türkiye’yi İMF’ye götürmeyi savunmak ne oluyor?

Mantık yine aynı: Türkiye’nin başka alternatifi yok. Bunun en güzel örneklerinden birini liberal görüşün en usta savunucularından, eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez, tesadüf bu ya, tam da Berat Albayrak’ın küreselci sermaye politikalarına bağlılığını açıkladığı gün, blogunda bir yazı yayınladı (http://www.mahfiegilmez.com/2018/08/turkiye-sabit-kur-rejimine-gecebilir-mi.html?m=1). Söylediği şu: TL’nin düşüşü karşısında Türkiye sabit kur rejimine geçemez. Çünkü büyük dış borcu ve önümüzdeki yıl içinde karşılaması gereken ağır döviz yükümlülükleri vardır. “Böyle bir durumda bu hamleleri yapmak Türkiye’ye döviz girişini durdurur ve döviz ihtiyacı yüksek olduğu için de anında döviz karaborsasını başlatır. Dolayısıyla Türkiye’nin böyle bir rejim değişikliğine gitmesi mümkün değildir.” Eğilmez’in tam da TİNA kartını kaldırdığını görmemek mümkün mü?

Burada itiraz edilecek hiçbir şey yok gibi görünüyor. Türkiye yüksek döviz ihtiyacı dolayısıyla dünya piyasasının, yani emperyalizmin tutsağıdır. Demek ki, Wall Street, Londra City, Frankfurt ve Tokyo ne derse onu yapmak zorundadır. Ama bir küçük ayrıntıyı unutuyor Eğilmez ve onun gibi düşünenler. Dış borç, ancak siz kendinizi onu ödemek zorunda hissederseniz vardır! Tarih yüksek dış borcu olup da bunu ödemeyi reddeden ülkeler ve hükümetlerle doludur! (Bkz. http://www.cadtm.org/Sovereign-Debt-Repudiations) Beş yıl önce yitirdiğimiz Marksist iktisatçı ve yoldaşımız Nail Satlıgan ulusal borcu ödememenin gerekçelerini geliştiren doktrini (“Odious debt”- “İğrenç Borçlar”) dahi anlatmıştır. Tarihin en onurlu borç reddi ilanlarından birini de Şubat 1918’de, yani Ekim devriminden aylar sonra Bolşevikler yapmıştır (Bkz. http://www.cadtm.org/Centenary-of-the-Russian).

Yani bir kez modern tefecilerin on yıllarca bir ülkenin halkını iliklerine kadar sömürmelerine hayır dediniz mi, Mahfi Eğilmez’in çok berrak görünen denklemi çöküverir. Bugün Türkiye’nin yapması gereken de budur. En az bir çeyrek yüzyıldır, 1990’lı yılların ortasından beri yazıyoruz çiziyoruz, sol içinde liberal etkilerle ufku kapananlarla tartışıyoruz. Türkiye ağır krize düştüğünde iki yol var: Ya bankalarının zararını işçi emekçi ödeyecek, ya dış borç reddedilecek, bankalar kamulaştırılacak ve Türkiye ekonomisi yeni temellerde kurulacak. Krizin yükü ilkinde işçi emekçinin, ikincisinde ise finans kapitalin sırtına yüklenir.

Küresizleşme çağında küreselleşme teraneleri

Şimdi liberaller “aman efendim, küreselleşme çağında Türkiye’yi dünyadan koparmayı mı öneriyorsunuz, 1567 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” gibi ilkel uygulamaları geri mi getireceksiniz?” diye söylenmeye başlayacaktır. Önce şunu belirtelim: Biz enternasyonalistiz. Dünya ekonomisinde sizin hayal edemeyeceğiniz kadar derin bir bütünleşmeyi, bütün ülkelerin işçilerini birleştirmek için biz isteriz. Ama sizin “küreselleşme” adıyla andığınız süreç enternasyonalizm değil, emperyalizmdir. Ulusların eşit olmadığı bir durumdur. Ne zamanki ulusun ulusu sömürmesi ortadan kalkacaktır, o zaman Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu da, işçi sınıfını ulusal devlet deli gömleğine mahkûm eden bütün öteki sınırlamalar da tarih müzelerine kaldırılacaktır. Ama bugün Türk işçisinin ürettiği artık değerin önemli bölümüne banka ve borsa sistemi, türev piyasaları, kur spekülasyonu ve benzeri yollarla Wall Street ve Londra City el koyduğu müddetçe, biz TL’yi Türkiye ekonomisinin damarlarındaki zehirli kan olan dolara karşı koruruz!

Hani liberaller bunları on yıl önce, Büyük Depresyon başlamadan evvel söylüyor olsalar, yine daha inandırıcı olmayı umabilirlerdi. Hayır, bugün, 2018 yılında söylüyorlar! “Küreselleşme” dedikleri, ulus devletlerin bütün önemini ortadan kaldırdığını ileri sürdükleri süreç delik deşik olmuşken söylüyorlar. Ana damar iktisat bile adını “küresizleşme” (“deglobalizasyon”) olarak taktığı bir süreçte “küreselleşme”nin her geçen gün her alanda eski önemini yitirdiğini teslim etmişken söylüyorlar. Uluslararası ticareti liberalleştirmekle görevli Dünya Ticaret Örgütü 21. yüzyılda (yani neredeyse 20 yıldır!) en ufak bir çok-taraflı liberalleşme sağlayamamışken, bu tür liberalleşmenin yerini kendileri de aslında birer mücadele örgütü olan bölgesel serbest ticaret anlaşmaları almışken söylüyorlar. En önemlisi, Trump’tan sonra söylüyorlar. Dünya ticaret savaşlarıyla sarsılırken, dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD Pasifik bölgesinde, Atlantik bölgesinde, hatta kurulalı çeyrek yüzyıl olan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’nde (NAFTA) bölgesel serbest ticaret anlaşmalarına bile darbe vururken söylüyorlar. Ticaret savaşlarının ötesinde Trump yönetiminin şirket merkezini Amerika’ya taşımaya hazırlanan Broadcom adlı bir Singapur şirketine (Çin korkusuyla) bir Amerikan teknoloji şirketini (Qualcomm) satın alma izni vermediği (bkz. http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/dunya-burjuvazisinin-bagrindaki-catlak-ticaret-savaslarina-dogru), daha da ötede Kongre’de sadece Trump’çıların değil her iki partinin de desteğini alarak hazırlanmakta olan Foreign Investment Risk Review Act (FIRRMA-Yabancı Yatırımlar Risk Gözden Geçirme Yasası) ile yabancı yatırımlara karşı da savaşı yükseltmeye hazırlandığı (bkz. https://www.economist.com/finance-and-economics/2018/06/28/the-trump-administration-plans-to-crack-down-on-chinese-investment) bir dönemde yapıyorlar!

Hayır, kapitalizm küreselleşirken ulusal ekonomide koruma isteyen önce biz değiliz. En büyük emperyalist “America First” derken, bu tür tedbirlere “arkaik” diye karşı çıkmak “Turkey last” demektir!

Türkiye dış borcunu reddeder, konvertibiliteyi kaldırır, bankaları kamulaştırır ve tek bir bankada bileştirirse, borsayı kapatırsa, bu tek kamu bankasının bütün ekonomide birikecek krediyi kullanarak işçi sınıfın ve emekçilerin yaklaşan sarsıcı krizi hissetmemesini sağlayacak doğru yatırımları merkezi bir plana göre yaparsa, emperyalizmin hışmına uğrar, ama bütün dünyanın işçi ve emekçilerinin desteğini kazanır. Sadece o da değil. Dünya çapında çelişkilerin her geçen gün keskinleştiği bir dönemde, emperyalizmin karşısında sıkışmış olan bir dizi ülke ile ticaret de yapar, onlarla başka türlü işbirliklerine de girebilir, “Türkiye’nin enerjisi yok, döviz kaynaklarını kısacak bir atağı nasıl yapar?” diye soranlara inat enerji de elde eder.

Korkut Boratav’ı yanlış yorumlamak

Ama bunu yapabilmek için dış borcu reddetmek ve ülke içinde kapitalizme meydan okumak gerekir. Yani ben İMF’ye gitmeyeyim, merkez bankasının bağımsızlığını tanımayayım, Wall Street ve Londra City ile restleşeyim, ama dünyada ve Türkiye’de kapitalizme saygımı elden bırakmayayım derseniz, yolunuz yol değildir. Daha bu kadar ileri gitmeden bile, Londra’da bir demeçle veya Amerika’yla papaz olarak Türk lirasını dolar karşısında iki ayda neredeyse iki katına çıkarırsınız, daha da ileri giderseniz tam anlamıyla çökertirsiniz.

Yarı yol çözümü yoktur. Son günlerde bizim liberal solun çok sevdiği haber kaynağı, Alman emperyalizminin sözcüsü Deutsche Welle’nin (DW) Türkçe servisinin Korkut Boratav’la yaptığı röportajda (https://www.dw.com/tr/boratav-finansal-kriz-imf-program%C4%B1-ile-%C3%B6nlenir/a-45018577) Boratav’ın mesajı budur. Ama DW bunu çarpıtmış, bağlamı dışına çıkartmış ve Korkut Boratav’a başka şey söyletmiştir.

Röportaja atılan başlık bu operasyonun kilididir: “Boratav: Finansal kriz İMF programı ile önlenir”. Hiçbir röportajda başlığı röportaj yapılan kişi seçmez. Başlık hep medya kuruluşunun, gazetecinin seçimine kalır. Bu başlık, tam bir aldatmacadır. Boratav’a “Türkiye İMF’ye gitsin” dedirtmiş olmak için atılmıştır.

Röportajların ikinci bir sorunu vardır. Konuşmacı sorulara uzun uzun cevap verir. Gazeteci mesleğinin gereği olarak bunu kısaltacaktır. Ama bazen art niyet teknik gerekliliğe ağır basar. O zaman ustalıklı bir cımbızlamayla konuşmacıya istemediği şeyleri söyletirsiniz. Mesela bu röportajda şöyle bir pasaj vardır: “Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek. Bunun alternatifinin olduğunu sanmıyorum.” Bu cümleleri okuyan, Korkut Boratav da TİNA’cılara katılmış diyebilir. Boratav böyle bir şey söylemez. Boratav İMF’ye de gidelim demez. Kırkı yıldır bunun tersini söylemiştir. Neden kendini inkâr etsin? Boratav’ın söylediği, kendisinin siyasi güç dengelerine ilişkin değerlendirmesinden koparılarak ele alınamaz. Boratav, bu siyasi güç dengesini şöyle değerlendiriyor: “Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur.”

“Halkın direnme gücü yoktur.” Bu son cümleden soyutlarsanız, Boratav’ın söylediklerini söylenmemiş gibi ele alırsanız, onu TİNA’cı gösterebilirsiniz. Ama kilit olan bu tahlildir. Bunun kanıtını mı istiyorsunuz? Boratav’ın gazetecinin son sorusuna verdiği cevaba bakın. Soru şu: “Hükümet, seçeneklerden biri olarak sermaye hareketlerinin kısıtlanması, borçların konsolidasyonu ve ithal ikamesi politikasına geri dönebilir mi?”

Boratav’ın cevabındaki iki unsura dikkat. Bir: “Bu bir pazarlık gücü ve ihtimal dâhilindedir. Tarih boyunca bu borçlar zaman zaman ödenmemiştir.” Aynen bizim söylediğimizi söylüyor. Borçlar ödenmeyebilir ama bu bir güç sorunudur diyor. İki: 2001-2002 yıllarında devasa bir kriz yaşayan Arjantin’i örnek veriyor. “Bunun bir örneğini Arjantin 2002’de dış borçlarını külliyen askıya alarak yaptı” diyor. (Borçları reddetme ile askıya alma arasındaki ayrımı şu anda görmezlikten gelebiliriz.) Ve bunun koşulunu belirtiyor: “Arjantin radikal seçeneği seçti çünkü halk ayaklanmıştı.”

Yani her şey sınıflar arasındaki güç dengesine bakar. DW Boratav’ı çarpıtmıştır, çünkü sol liberallerin sandığı gibi “demokratik bir yayın organı” değildir. Emperyalizmin sözcüsüdür.

Boratav’ın yanılgısı, Türkiye’de faşizmin şimdiden yerleşmiş olduğu ve halkın direnme gücü olmadığı tespitleridir. Bu tartışma bizi konumuzun çok ötesine taşır. Ama şunu belirtelim: Bugün Türkiye’de bir istibdad rejimi kademe kademe inşa ediliyor, ama bunun şimdiden yerleşmiş bir faşizm olarak nitelenmesi gerçeklerle hiçbir biçimde örtüşmez. İkincisi de, evet, işçi ve emekçi sınıflar bugün hem sendikal düzeyde, hem de siyasi alanda sınıf bağımsızlığı açısından zayıf konumdadır. Ama dünya çok özel bir dönemden geçiyor. Gerici ve faşist hareketler ile devrimler, isyanlar, kitlesel yükselişler bir arada, iç içe girerek, birbirini karşılıklı olarak koşullayarak gelişiyor.

Başka her şeyi unutsak bile, 2015 baharında metal sektöründe haftalarca süren ve on binlerce işçiyi kavrayan yasadışı grev ve işgal hareketine baktığınızda, Türkiye işçi sınıfının durumunu  umutsuz gibi göremezsiniz. Yaklaşan kriz sınıf mücadelesinin yükselmesiyle sonuçlanabilir. Çevremizdeki bir dizi ülke (İran, Irak, Ürdün vb .) sınıf mücadeleleriyle, kitlesel hareketlerle sarsılmaktadır.

Sosyalistlerin görevi, erkenden yenilgi ilan etmek değil, yaklaşan krizin işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yüklenmemesi için sınıfı birleşik bir odakta omuz omuza vererek örgütlemektir.

Çözüm vardır. Onun için mücadele eden için.