Osmanlı değil, piyasa tokadı!

Başbakan Yardımcısı Babacan, 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra halka açık şirketlerin değerinin 49,3 milyar dolar düştüğünü, 764 milyon dolar döviz çıkışı olduğunu ve yabancıların borsada 238 milyon dolar sattığını belirtiyor (Milliyet, 1.1.2014). Peki Türkiye ekonomisinde her şey yolundaydı da ülkedeki siyasi kriz mi her şeyi alt üst etti? Sadece liberal çevrelerde değil, maalesef solda da yaygın bir kanı, ekonomideki bu tepetaklak gidişin “kötü yönetim”den kaynaklandığı. İddia edilen dış ve iç politikadaki yanlışlıklar ile Türkiye’nin dışarıdaki görünümünün zedelendiği, itibarının kırıldığı, güvenin yok edildiği, Türkiye’nin riskli bir ülke görünümüne getirildiği.

Oysa bu köşede defalarca belirttik. Türkiye ekonomisinin sorunlarını kötü yönetim ve ekonomi politikalarındaki hatalarla ya da Erdoğan’da görülen “kibir sendromu” vb. ile açıklamak Türkiye işçi sınıfını yanıltmaktan, daha demokratik, “yönetim zihniyetine” sahip bir hükümetle işlerin düzeleceği umudu vermekten başka bir işe yaramamaktadır. Politikanın ekonomiye ne yaptığından önce ekonominin politikaya ne yaptığını kavrayamayan kapitalizmden hiçbir şey anlamamış demektir.

Türkiye kapitalizminin sorunlarının temelinde Türkiye sermayesinin dünya pazarından daha fazla artı değer elde etmek için geri kalmış sermaye birikimiyle dünya kapitalizmiyle, üstelik de dünya ekonomisinin iyice durgunlaştığı bir dönemde bütünleşme girişiminin sürekli ayağına dolanması yatıyor. Üstelik bu sadece Türkiye için geçerli de değil. Geçen yıldan itibaren “kırılgan beşli” diye adlandırılan Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika gibi “yükselen piyasalar”da da benzer eğilimler gözleniyor. Bu ülkelerin hemen hepsinde yüksek cari açık yıllardır yapısal ve uzun vadeli bir sorun. Dünya pazarındaki sömürü pastasından daha fazla pay almak isteyen bu tür ülkelerin burjuvazilerinin ödemek zorunda kaldıkları bedel, teknolojik gerilikleri nedeniyle daha fazla ara malı ithal etmek zorunda kalmaları ve bu nedenle sürekli döviz açığı vermeleridir.

Bu açığı kapatmak için dışarıdan para bulmak zorunluluğu bu tür ülkeleri uluslararası sermayeye artan düzeyde bağımlı kılmakta ve ekonomilerini dış şoklara karşı aşırı kırılgan hale getirmektedir. Tam da ihracat yapabilmek için ara malı ithalatına olan bağımlılık nedeniyle cari açık ekonominin küçüldüğü yıllarda dahi ortadan kalkmamaktadır. Türk lirasının dolar karşısında son bir yılda yüzde 18'e varan değer kaybı yaşamasına rağmen dış ticaret dengesindeki açıkta ciddi bir düzelme yaşanmamıştır. Özetle bu tür ekonomilerin “zemini” çürüktür, sorun siyasi krizden kaynaklanmamakta, siyasi krizler zaten çürük zemininin darmadağın olmasında tetikleyici rol oynamaktadır.

Türkiye solunun çoğu kesiminde ihtiyacını duyduğumuz bir nebze iç görüyü burjuvazinin has finans kuruluşu Goldman Sachs’ın Ekonomik Araştırmalar Müdürü’nün ifadelerinde bulmak üzücü: “Son dönemde yaşanan siyasi gelişmeleri öngörmek mümkün değildi. Sonuçta mesele dönüp dolaşıp dış dengesizliklere geliyor. Muhtemelen Türkiye’nin cari dengesi yüzde 5’lik fazla verse ve genel Türkiye bilançosunda dış yükümlülükler (özel sektör şirketlerinin 165 milyar doları bulan dış borçları kastediliyor) daha düşük seviyelerde olsa idi, siyasi krizin etkileri çok daha hafif olabilirdi”.

Önümüzdeki 12 ayda kısa vadeli 200 milyar dolar dış borç ödeme zorunluluğu söz konusu. ABD Merkez Bankası’nın gevşek para politikasının sürmeyeceği beklentisiyle “yükselen piyasa”lardan, bu arada özellikle Türkiye’den, sermaye kaçışlarının sürmesi, Avrupa’da canlanmanın gecikmeye devam etmesi ve mevcut siyasi krizin sürmesi durumunda 1997-98’deki Asya krizine benzer bir durumla, yukarda değindiğimiz ülkelerle birlikte, ama onlardan belki de daha şiddetli boyutlarda, yeniden karşılaşma ihtimali hiç de az değil. 2001 krizi mali piyasalar üzerinden vurmuştu. Bu sefer olası bir krizin reel ekonomi üzerinden vurma olasılığı oldukça yüksek görünüyor. Bu da olası bir krizde iflasların ve kitlesel işten çıkarmaların birinci gündem maddesi olacağı anlamına gelir. Çabalarımızı Türkiye solu ve işçi hareketini, Erdoğan’da cisimleştirdiği neoliberal otoriter yönetim tarzı karşıtlığından işçi sınıfının merkezi konumunu idrak eden bir kapitalizm karşıtlığının somut adımlarını örmeye yoğunlaştırmak bu bakımdan acil bir görev. 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2014 tarihli 51. sayısında yayınlanmıştır.