Kabahatin büyüğü kimde?

Son yıllarda başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde AVM’ler, gökdelenler, otoyollar, köprülerle betonlaşma almış başını gidiyor, Türkiye’nin büyük holdinglerinin portföyleri içinde inşaat ve gayrimenkul yatırımları önemli bir yer tutuyor. Öte yandan Türkiye işçi sınıfının maruz kaldığı taşeronlaşma, güvencesizleşme ve iş kazası ölümlerinin en çok yaşandığı sektörlerin başında da inşaat sektörü yer alıyor. Bu bakımdan Türkiye kapitalizmine damgasını vuran ve “kentsel dönüşüm” adı altında yürütülen inşaat faaliyetlerinin doğasını ve sorumlularını tespit edebilmek, işçi hareketinin önümüzdeki dönemde “kent hakkı” etrafında kime karşı ve hangi taleplerle mücadele etmesi gerektiği açısından da önem taşıyor.  

Gelgelelim Wall Street’teki parkın işgalinden ODTÜ’nün ormanlık arazisi içinden geçecek karayolunu önlemek için verilen mücadeleye kadar son yıllara damgasını vuran kamusal alana müdahale tartışmalarında özellikle sol çevrelerde yaygın olan bir eğilim söz konusu. Olan biteni neoliberal ve otoriter zihniyetin egemenliği altındaki devletin izlediği ekonomi politikalarının bir ürünüymüş gibi kavramak. Bu “sol” kavrayışa göre günümüzde arsa satışı üzerinden yürütülen bu “inşaat odaklı birikim” aslında bir rant, talan ve yağma projesidir. Bu konu üzerine yazılarıyla bizleri aydınlatan gazeteci-yazar Mustafa Sönmez kanımızca böylesi bir bakış açısının en iyi temsilcilerinden biri. Yazarın çeşitli yazılarında vurguladığı çeşitli tespitlere katılmamak mümkün değil. Yazar, TOKİ’nin, yüksek gelir gruplarına konut ve AVM üreten firmalara İstanbul rantını paylaştıran bir kurum olduğu, adeta bir KİT gibi, üretim yapmaktan çok, kamuya ait olan arsaları, kamu binalarını satan ikinci bir özelleştirme idaresi gibi çalıştığını doğru tespit ediyor (Cumhuriyet, 20.5.2011), bu “özelleştirme” faaliyetinden faydalanan kesimin de adını doğru koyuyor: “Şimdi devir, konutu tıpkı diğer dayanıklı tüketim malları gibi, yeni bir mal gibi, seri üretip satmak, birikimi buradan elde etmek. Şimdi sahnede küçük müteahhitler, yap-satçılar değil, eskinin sanayicileri, finansçıları var ama yeni adları “Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı”…Akfen, Akmerkez, Alarko, Ağaoğlu, Doğuş, Eczacıbaşı, İş, Emlak, Kiler, Halk, Nurol, Zorlu, TSKB, Vakıf, Torunlar…Eski ve yeni nesil holdingler, şimdi inşaat, özellikle konut sektörünün baş aktörleri durumundalar…” (Cumhuriyet, 24.10.2012).

Ancak iş sorumlu aramaya gelince Sönmez devlete yöneliyor: “Haksızlık etmeyelim, kötü idare edilen sadece sanayi değil, ekonominin tümü oldu. Sanayiyi geliştirmek yerine neyin özendirildiği ise ortada” (Cumhuriyet, 12.9.2011). Başka yerde yazar “yatırımları Manisa’da yoğunlaşan Zorlu (Vestel), sanayi yatırımlarını geliştirmek varken, İstanbul’da emlak yatırımına girişti” diyor ve şöyle devam ediyor: “Kabahat Zorlu’da mıdır? Kabahat, daha çok, ona ve benzer yatırımcılara bu kapıyı ardına kadar açan, İstanbul’un kent rantını, vergileme yerine, olduğu gibi bu balinalara bahşeden, (…) onlara daha nice yağma Hasan böreğini sunan, İstanbul kent toprağına üşüşmelerine yol açan sığ, mirasyedi zihniyettedir” (Cumhuriyet, 16.1.2012). Aynı yazıda yazar soruyor: “İstanbul neden irileşmektedir? Çok açık; burjuvazimiz yüksek katma değerli sanayiye yönelip uluslararası rekabete çıkma cesareti, becerisi gösteremediği için… Kent rantına konmanın kolaycılığı önüne serildiği için”. Yazara göre suçlu bir yanda yanlış politikalar izleyen hükümetlerin “zihniyeti”, diğer yanda beceriksiz Türk sermayesi. Hangisi Mustafa Sönmez?

Türk burjuvazisi de aynen Amerikan, Çin burjuvazileri gibi “sona ermeyen ekonomik kriz” koşullarında tıkanan sermaye birikimini yeniden canlandırmak amacıyla daha önce nasıl hisse senetleri vb. spekülatif faaliyetlere yöneldiyse, şimdi de konut üzerinden daha fazla artı-değer arayışına yönelmiş durumda. Sanayide dünya pazarında tık nefes olan, yani kârlılığı azalan Türk sermayesi bu sayede soluklanmaya (azalan kârlılığını takviye etmeye) çalışıyor; bu arada halkın soluklanma alanlarını yok ederek. Yani sorunun temelinde uluslararası kapitalist sermaye birikiminin tıkanmış olması, buna mukabil Türk burjuvazisinin de ısrarla bunun bir parçası olmak istemesi, ancak bir dizi engelle karşılaşması yatıyor. Devlet Sönmez’in de gayet iyi bildiği gibi bağımsız bir çıkar peşinde değil ki! Söz konusu olan salt devletin ya da sermayenin yönetme beceriksizliği değil yani. Ah sanayi burjuvazisine ve onların bürokratlarına akıl vermeyi bir bırakabilsek.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2013 tarihli 49. sayısında yayınlanmıştır.