AKP'nin büyük yalanı

“Türkiye İMF'ye olan borcunu 2013 yılının Mayıs ayında sıfırladı, hatta Türkiye İMF'ye borç vermeye başladı” deniyor. Yani neredeyse iki buçuk yıldır İMF'ye borcumuz olmadan yaşıyoruz. Ne güzel değil mi? O halde son iki buçuk yılı omuzlarımızdan büyük bir yük kalkmış olarak, huzur ve ferahlık içinde geçirmiş olmalıyız. Öyle mi?

Karşımızda AKP'nin en büyük başarısı değil en büyük yalanı duruyor. Yalan olan İMF'ye borcun ödenmiş olması değil. İMF'ye ödenen borcun bir ekonomik başarı öyküsü olarak sunulması.

Şimdi gerçeklere bakalım. İMF'ye borcun ödenmesi Türkiye'nin borçsuz bir ülke haline gelmesi anlamına gelmiyor. AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılında kamu sektörünün 64 milyar olan dış borcu bugün 116 milyara ulaşmış durumda. Özel sektörün borçluluğundaki artış ise çok daha dramatik. Aynı dönemde özel sektörün borçluluğu 43 milyar dolardan 287 milyar dolara ulaşmış durumda. Türkiye'nin dış borç stokunun Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'ya oranı yüzde 52,5. Dünya Bankası rakamlarına göre bu rakam tüm gelişmekte olan ülkeler için yüzde 22 olan oranın iki katından daha fazla. Yani ekonomiye kamu ve özel sektör açısından bakıldığında karşımıza borçtan kurtulmuş bir ülke değil borç batağında bir Türkiye çıkıyor.

Aynı dönemde işçi ve emekçi aileleri, bırakın ferahlamayı adeta borç kölesi haline getirilmiştir. Bugün hanesine 2.200 TL giren iki çocuklu bir işçi ailesinin ortalama borcu 10.600 lira. Halkın borcu esas olarak tüketici kredilerinden oluşuyor. Tüketici kredileri, özellikle de kredi kartları bankaların tefeci kârlarının kaynağı iken işçinin ve ailesinin boynundaki prangadır. AKP'nin 13 yıllık iktidarı döneminde tüketici kredileri tam 50 kat artarak 2 milyar dolardan 100 milyar dolara ulaştı. Bu büyük sıçrayış en başta konut kredilerinden ileri geliyor. Müteahhitler için ülkeyi bir cennete çeviren AKP iktidarı bunu, halka ev sahibi olmasına yetecek ücretleri, parasız eğitim ve sağlık hizmetini, iş güvencesini sağlayarak değil, iktidara geldiğinde 217 milyon dolar olan konut kredilerini 48 milyar dolara çıkarıp halkı borçlandırarak gerçekleştirdi.

Bugün özel sektörün 287 milyar dolarlık dış borcunun doludizgin giden dolar kuru dolayısıyla sürdürülebilir olup olmadığı ciddi bir tartışma konusu. Patronlar her fırsatta dolar yükseldi maliyetlerimiz arttı diye ağlayıp işçilerden fedakârlık istiyor. İşçilerin, Türkiye'nin en büyük 500 şirketinin işçiden esirgediği paraları dövize yatırarak faaliyet dışı kârlarını bir yıl içinde 7,5 milyar dolardan 13,6 milyar dolara yükselttiğini bilme hakkı vardır.

Tüm bunlar dünya çapında derinlemesine bir ekonomik krizin, bir büyük depresyonun belirlediği bir arka plan üzerinde gerçekleşmektedir. Patronlar utanmazca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de krizin yükünü işçilere yükleyip, fırsatları değerlendirerek aşırı borçlarını sürdürülebilir hale getirme çabası içinde. İşçi ve emekçiler için ise borçların sürdürülebilirliği sorusu çoktan cevabını bulmuş durumda. Halk borcunu ödeyemiyor. Bugün 2 milyon 588 bin kişi, kredi borcunu ya da kredi kartını ödeyemediği için yasal takibe uğramış durumda. Bankaların tahsil edemediği kredilerin toplamı 2013 yılından 2015 yılına kadar yüzde 25 oranında artarak 15 milyar seviyesine dayanmış durumda.

AKP, İMF'ye borcu ödemiştir. Aynı anda geniş kitleler tüketici kredileri aracılığıyla (özellikle de kredi kartlarıyla) yerli tefecilerin borç kölesi haline getirildi. Bugün hangi fabrika işçisine sorarsanız sorun, boğazına kadar borca batmış bir işçinin, ne kadar düşük olursa olsun elde ettiği ücreti riske edecek bir eyleme girişmesinin çok zor olduğunu söyleyecektir.

Bu doğrudur ama aynı işçiler, içine sokuldukları borç sarmalının bir sonu olmadığını da görmektedir. Bu yüzden de geçtiğimiz mayıs ayında patlak veren metal grevlerinde gördüğümüz gibi büyük bir mücadele potansiyeli göstermektedir. Yukarıda gördüğümüz gibi patronlar dolar borçlarını çevirmek, mümkünse krizi fırsata çevirmek için dolar pozisyonu alıyorlar. İşçiler de patronlarla işbirliği yapan sarı sendika Türk Metal’i kovarak kendi sendikal pozisyonlarını aldılar. Bu sendikal pozisyon, krizle birlikte her an siyasal bir pozisyona dönüşebilir.

Borç batağı sürdürülemez boyuta gelmiştir. Bu tablonun bedelini birileri ödeyecektir. Bu bedeli milyonlarca emekçi mi yoksa bir avuç tefeci mi ödeyecektir? İşçinin maaşını alır almaz borcuna yatırdığı evler, içinde oturanların mı yoksa tefeci bankaların mı olacak? Krizde özel sektörün, bankaların borçları mı silinecek yoksa zaruri ihtiyaçlarla oluşmuş kredi kartları borçları mı?  Bu sorular iki karşıt sınıfı dolaysız biçimde karşı karşıya getirmektedir. Yine bu soruların cevabını sınıf mücadelesinde galebe çalan ve nihayetinde devlete hakim olan sınıf verecektir. İşçi sınıfının yükselen sendikal mücadelesini bir işçi hükümeti hedefine yönlendirecek bir siyasal mücadele için sınıf politikasına ve sınıf partisine olan ihtiyaç tüm yakıcılığıyla karşımızda durmaktadır.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2015 tarihli 72. sayısında yayınlanmıştır.