2008’dekinden de beter bir kriz geliyor

Dünya ekonomisiyle son 20 yıldır daha fazla bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin ufak bir dalga ile değil, bir tsunami ile karşı karşıya olduğunun bilincinde olmalıyız. Üstelik Türkiye kapitalizmi bu sefer krize 2008’den de kırılgan bir halde yakalanmak üzere.

Dünya ekonomik krizinin içinden geçmekte olduğu dönem, herhalde dünya tahvil piyasasının önde gelen kuruluşu PIMCO’nun CEO’su Muhammed El-Erian’dan daha iyi ifade edilemez. El Arian’ın ifadesiyle dünya şu anda bilinmeyen bir arazide, biçimsiz bir yolda, belirsiz bir hedefe doğru yol alıyor; üstelik yedek lastiğini de kullanmış durumda. “Evet, yıllardır kafamıza yerleştirmiş olduğumuz kavramların, sıralamaların, tanımlamaların hepsi, bugün artık geçersiz. Düne kadar bize normal görünen her şey artık mazide kaldı. Siz hâlâ ‘Kriz geçecek, hasta iyileşecek, hayat eskisi gibi devam edecek’ hayalleri kuranlara bakmayın. Eskiyi tamamen unutun, hafızalarınızı sıfırlayın.” Finans piyasalarına yön veren ünlü kapitalistlerden Soros da “son finansal kriz Büyük Buhran’dan bu yana en kötü kriz” diyerek teyit ediyor. Son aylarda benzeri açıklamalardan da görülebileceği gibi durum 2008’deki krizden de beter. Zira dünya kapitalizminin uzun yapısal krizi derinleşiyor ve yeni bir safhaya girmiş durumda. 2008’de dünya çapında tüm finansal sistemi içeren bir bankacılık krizi olarak açığa çıkan kriz dinamikleri içinden geçmekte olduğumuz safhada devletlerin mali krizine dönüşmüş durumda. Krizin birinci safhasında bankalar battı, arkalarında devletler vardı, krizin ikinci safhasında devletlerin batması durumunda onların arkalarında kimin duracağı belli değil. Özetle burjuvaların bir kısmı inkâr etmeye devam etse de, yıllardır vurguladığımız gibi kapitalizm krizden çıkabilmiş değil, üstelik şimdi yoğun bakımda.

 

Dünya ekonomisiyle son 20 yıldır daha fazla bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin de ufak bir dalga ile değil, bir tsunami ile karşı karşıya olduğunun bilincinde olmalıyız. Üstelik Türkiye kapitalizmi bu sefer krize 2008’den de kırılgan bir halde yakalanmak üzere. Bunun en önemli iki nedeni var: Biri cari açığın oldukça yüksek olması (milli gelirin yaklaşık yüzde 10’u), öteki özel sektörün dış borçlarının yüksekliği (200 milyar dolar). Türkiye’ye gelen kısa vadeli yabancı para akımlarının “güvenli liman” arayışı sonucunda ülkeyi terk etmesi durumunda döviz fiyatlarının artması nedeniyle, hem dış borçların fırlaması hem de borç sahibi şirketlerin ödeme güçlüğüne düşmeleri ile birlikte ekonominin alt üst olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Türkiye ekonomisi son bir senelik zaman diliminde, hem dolara karşı değer kaybı, hem borsada dolar bazında değer kaybı hem de cari açığın büyüklüğü bakımından karşılaştırıldığında çizdiği olumsuz performansla zaten diğer Gelişmekte Olan Ülkeler’den ayrışmış durumda. Siz “banka sistemimiz şöyle sağlam, kamu maliyesi böyle iyi” gibi hükümet ve yandaş medyada sıkça ileri sürülen iddialara bakmayın. AB pazarından gelen talebin düşmesiyle, çoğu yabancı sermayeli bankaların kontrolünde olan yerli banka sisteminin hem borçlarını ödeme zorluğuna düşen sanayi şirketleri hem de söz konusu yabancı bankaların “Avro krizi”nde alacakları darbelere bağlı olarak sarsılmaları işten bile değildir. Bu durum karşısında hükümetin sermayeyi kurtarmak üzere benimseyeceği “önlem paketleri”nin, kamu bütçesini aynen ABD ya da Avrupa ekonomilerinde olduğu gibi bir borç batağının içine çekme riski oldukça yüksektir.

Bu tespitler ışığında önümüzdeki günlerde işçi sınıfını bekleyen dönemin niteliği üzerine ne söylenebilir? Dünya Bankası Başkanı “küresel kriz küresel çözüm gerektiriyor” diyedursun, dünya çapında burjuva iktisatçılarının bile görüşü AB’nin borç krizini yönetmenin bir “imkânsız görev” olduğu. Şimdiden başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın ileri kapitalist ülkeleri arsında “sınırlı sorumlu birlik” anlayışı hâkim eğilim olarak gözüküyor. Bu durumda Yunanistan başta olmak üzere bazı Avrupa ekonomilerinin iflas etmesi dünya ekonomisinin seyrini bir anda kur savaşları ile başlayan ve ticaret savaşlarına dönüşen bir sarmala sokabilir. “Yeni devletçilik” diye nitelendirilen ve daha korumacı politikaların izleneceği böylesi bir dönemde devletin sosyal politikalara yöneleceği beklentisi aşırı iyimser olacaktır. Daha ziyade “sopa ile ekonomi yönetimi” olarak nitelendirilebilecek, “ulusal çıkar” adı altında sermayenin uluslararası rekabet gücünü artırmaya dönük bir ekonomik milliyetçilik dönemi önümüzdeki günlere damgasını vuracağa benzemektedir. Son günlerde hükümetin ön ayak olduğu “Türk Malı – Hepimizin tutunacak yaşam dalı” sloganı bu döneme özgü ilk işaretleri vermektedir. Burjuvazinin kapitalizmin iç çelişkilerini yönetememesinin bedelini işçi sınıfına ödetmeye dönük ve “Türkiye’yi AB’nin Çin’i” yapma vizyonu ile emekçilerin sömürüsünü artırmayı hedefleyen bu stratejisi karşısında işçi sınıfının bağımsız bir politik hat izlemesi en önde gelen hedef olmalıdır.

 

Devrimci İşçi Partisi diyor ki:

Sendikalar, gün yığınak günüdür!

Krizin Türkiye’yi boylu boyunca etkilemesi muhtemelen birkaç ay sonra olacaktır. Aradaki dönem, sendikaların yaklaşan kavgaya hazırlık yapması için kullanılmalıdır. Kriz bir kez Türkiye’nin üzerine bir kâbus gibi çökünce, sendikaların zincirlerinden boşanacak sınıf mücadelesini başarılı biçimde yönetebilmesi için şimdiden yığınak yapması gerekir. Sendikalar,

  • İşçilerin kriz ve sonuçları hakkında bilincini yükseltmek amacıyla yaygın bir eğitim faaliyeti düzenlemelidir.
  • “Krizde ilk kurtarılacaklar”ın bir listesini yapmalıdır. Her işyerinin kendine özgü, uzun mücadelelere konu olan, patronu rahatsız eden işçi hakları ve mevzileri vardır. Kriz başlar başlamaz patron bunlara hücum edecektir. Sendikalar, işçileri bu konularda özel olarak hazırlamalıdır.
  • Krizde gündeme gelecek sert sınıf mücadeleleri için şimdiden hazırlık oluşturmak amacıyla grev komiteleri, direniş komiteleri, hakları savunma komiteleri ve benzeri adlarla her işyerinde örgütlülükler oluşturmalıdır.
  • Her türlü savurganlığa derhal son vermeli, önümüzdeki dönemin mücadeleleri için şimdiden mali kaynak yığınağını sağlamalıdır.
  • Bütün bu faaliyetlerde işçi sınıfına faydası olmayan düzen partilerinden, iktidar partisinden olduğu kadar muhalefet partilerinden de bağımsızlığı temel bir ilke olarak benimsemelidir.

* Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2011 tarihli 24. sayısında yayınlanmıştır.