Libya’da iç savaş: Arap devriminde bir sapma

Buna rağmen, Libya’yı 42 yıldır istibdadı altında tutan şarlatan Kaddafi’nin ve oğullarının halkı bir kan denizinde boğma çabalarına karşı isyanın yanında yer almamız ve Libya’da oluk oluk akan kanın bir an evvel durması için elimizden geleni yapmamız gerekir. Elbette, başta Mısırlı ve Tunuslu devrimciler olmak üzere, bütün dünyanın devrimcilerinin görevi, Libya isyanında işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler lehine gelişmeler uğruna mücadele eden bütün unsurları arayıp bulmak, elimizi onlara uzatmak ve isyanın sınıf karakterinin gelişmesi için ne yapılması gerekiyorsa yapmaktır.

Osmanlı’nın “Trablusgarp” eyaleti, yani Libya, 1911’de İtalyan emperyalizmince işgal edilmiş, ülke 1951’de Birleşmiş Milletler kararıyla bağımsızlığı tanınana kadar kırk yıl emperyalizmin hakimiyeti altında kalmıştı. Bundan tam yüz yıl sonra, 2011’de Libya’nın 60 yılı bulan bağımsızlık döneminin 42’sinde ülkeyi demir yumrukla yöneten Albay Muammer Kaddafi’nin rejimi büyük bir isyanla karşı karşıya kalmış durumda. Bu isyanın, kıvılcımı Tunus’ta parlayan, Mısır’da gerçek bir yangın haline gelen, Mağrip’te Cezayir’den Maşrık’ta Yemen’e ve Bahreyn’e kadar orman yangını gibi yayılan Arap devriminin bir yan ürünü olduğu kuşku götürmez. Başka biçimde söyleyelim: Eğer Tunus ve Mısır olmasaydı, Kaddafi bugün yakın dostu İtalyan başbakanı Berlusconi ile kol kola gülümsüyor olabilirdi.

Ama Libya’daki isyan ve iç savaşın Arap devriminin uluslararası rüzgârının bir yan ürünü olması başka, o devrimin dolaysız bir ifadesi olması, daha da somut söyleyelim, o devrimin bir parçası olması başka. Libya’dan sızan kıt bilgiler Libya isyanı konusunda kesin yargılara ulaşmamıza olanak tanımıyor. Ama bilebildiklerimizi bir araya getirirsek, bu isyanın Arap devriminin işçi-emekçi karakterini taşımadığını, sınıfsal bir dinamik göstermediğini, bu yüzden de Libya’da bir sürekli devrim sürecinin beklenmesinin bugünkü veriler ışığında anlamlı olmadığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfı ve öteki emekçi katmanların mücadelesinin hâlâ devam ettiği Tunus ve Mısır’dan, taleplerinin ağırlığının hissedildiği Ürdün, Yemen ve Bahreyn’den farklı olarak Libya iç savaşı, öyle anlaşılıyor ki, işsizlerin ve yoksulların sorunlarının etkisi kısmen hissedilse de, aşiretlerin ve hakim sınıfların farklı kanatlarının arasındaki hesapların görüldüğü bir arena olacak.

Arap devrimine petrol karıştı

Petrol 20. yüzyıldan itibaren Arap dünyasının gelişmesine bir bütün olarak damgasını vurmuş. Bu damga en büyük etkisini elbette emperyalizmin Arap dünyası ile ilişkisinin kuruluş tarzında gösteriyor. 20. yüzyıl başından bu yana Ortadoğu’nun tarihine daha büyük etki yapan bir faktör düşünmek zor. Ama petrolün etkisi sadece uluslararası ilişkilere damga vurması ile sınırlı değil. Arap ülkelerinin iç yapılarının gelişmesinde de etkiler yaratmış. Bu açıdan bakıldığında, büyük petrol (ve doğal gaz) rezervlerine sahip ülkelerde yarattığı dolayısz etkiler ile petrol zenginliğinden nasibini alamamış ülkeler üzerinde yarattığı dolaylı etkiler, bu iki tür ülke arasında büyük farklar yaratıyor. 2011 Arap devrimi, sahneye çıkışını petrol varlığı ihmal edilebilir düzeyde olan iki ülkede yaptı: Tunus ve Mısır. Devrimin bu tür ülkelerde (en yakın adaylar Ürdün ve Yemen) devam etmesi halinde, petrolün sınıf yapısında ve devletin karakterinde yarattığı dolaysız etkiler daha bir süre işin içine girmeyecekti. Ama devrim fırtınası, batıda Tunus, doğuda Mısır tarafından iki yanı devrimle çevrilmiş olan Libya’yı sarsmaya başlayınca, Arap devrimi ile petrolün yolu erkenden kesişmiş oldu.

Irak ve Cezayir (ve Arap ülkesi olmamakla birlikte İran) gibi, büyük petrol zenginliğine sahip olmakla birlikte nüfusu yüksek olan, tarihsel gelişmesi içinde daha modern sınıf oluşumu ve siyasi yapılar geliştirmiş olan ülkelerden farklı olarak, bir başka tür petrol üreticisi Arap ülkesi bütünüyle petrolün damgası altında bir tarihsel oluşum yaşamıştır. Esas olarak, günümüzde Körfez İşbirliği Konseyi bağrında örgütlenmiş Basra Körfezi krallık, emirlik ve şeyhliklerinden söz ediyoruz: Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn. Bunları öteki Arap ülkelerinden ayıran bazı özellikler vardır. Birincisi, bu ülkeler kişi başına düşen ulusal gelir bakımından dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alırlar. Örneğin Katar kişi başına düşen 90 bin dolarıyla bu bakımdan dünya birincisidir! İkincisi, bu ülkelerin modern proletaryasının çok yüksek bir oranı yabancılardan oluşur. Üçüncüsü, bu ülkelerin toplumsal yapısı da, devletlerinin karakteri de büyük ölçüde petrol rantının yarattığı olanak ve dinamiklerle belirlenir. Dördüncüsü, bunlar son yıllara kadar modern cumhuriyet rejiminin sadece kendisini değil en ilkel biçimlerini dahi tanımamanın yanı sıra kast tipi sosyal yapılara sahiptir. Örneğin bunların bir bölümünde hiçbir siyasi hakka sahip olmayan yabancı işçilerin yanı sıra, kadınların da hiçbir hakkı yoktur. Ayrıca, bazılarında yerli halkın pleb sınıflarının da hakları son derecede kısıtlıdır. Beşincisi, petrol rantı üzerine yükselen bu yapı kapitalizm-öncesi bir toplumsal ilişki tarzı olan aşiretlerin bu ülkelerde bazı başka Arap ülkelerine göre daha direngen olmasına yol açmıştır. Irak’ta (özellikle Irak Kürdistan’ında), Cezayir’de (özellikle güneydeki Berberi kabileler arasında), Mısır’da (özellikle Yukarı Mısır diye anılan güneyde) ve başka Arap ülkelerinde de aşiret bir toplumsal yapı olarak direnmektedir, ama Körfez ülkelerinde ulusal politika üzerindeki etkisi çok daha ağırlıklıdır.

Libya, Körfez ülkelerinden bazı bakımlardan çok farklı olmakla birlikte, bazı bakımlardan da onlara benzer özellikler taşır. Önemli farklardan ilki, Libya’nın 1951’de emperyalizm tarafından başa getirilen Kral İdris’in hakimiyetini yıkarak 1969’dan itibaren (Kaddafi’nin kendine özgü üslubuyla “sosyalist halk cemahiriyyesi” olarak andığı) cumhuriyet rejimiyle tanışması, bütünüyle örümceklenmiş ortaçağ rejimleri altında yaşayan Körfez ülkelerine karşıt olarak, göstermelik de olsa doğrudan demokrasiye yaklaşan bazı denemeler bile (değişik zaman dilimlerinde “halk komiteleri”, “devrim komiteleri”, “arınma komiteleri”, “yanardağ komiteleri”) yapmış olmasıdır. İkincisi, kadınların Libya’da Körfez ülkelerine bütünüyle karşıt olarak formel hukuk açısından büyük ölçüde erkeklere eşit bir konuma yükselmiş olmasıdır. Üçüncüsü, kısmen bununla ilgili olarak, bazı Körfez ülkelerinin aksine, Libya’da ülkenin vatandaşları arasında formel siyasi haklar bakımından farklılıklar yaratan bir kast sistemi olmamasıdır.

Ama Libya’nın Körfez ülkeleriyle paylaştığı bazı sosyo-ekonomik ve politik özellikler de vardır. Bunların ilki büyük bir petrol zenginliği ile düşük nüfusun bir araya gelmesidir. Nüfusun düşüklüğü, örneğin Kuveyt, BAE veya Bahreyn’de olduğu gibi ülkenin küçüklüğünden kaynaklanmaz. Aynen Suudi Arabistan gibi, ülkenin topraklarının çok büyük bir bölümünün çöllerden oluşmasından kaynaklanır. Libya’nın yüzölçümü Türkiye’ninkinin iki buçuk katıdır, ama nüfusu son tahminlere göre 6 milyonu ancak biraz aşar, çünkü topraklarının sadece % 1,2’si tarıma elverişlidir. Yüksek petrol geliri ile düşük nüfusun bir araya gelmesi, rantiye devlete büyük olanaklar sağlar. (Suudi Kralı Arap devrimi karşısında içine düştüğü korku dolayısıyla halkına 36 milyar dolarlık bir rüşveti derhal teklif edebiliyor!)

İkincisi, Libya’nın proletaryasının önemli bir bölümü de yabancıdır. Devletin elindeki büyük kaynaklar sayesinde muazzam bir altyapı geliştirme faaliyeti içinde inşaat sektörü büyük önem taşır. Burada yaygın biçimde yabancı işçiler (Türkiyeli, Çinli, Koreli, Vietnamlı, Filipinli vb.) istihdam edilir. Mısırlı işçiler bazen yüz binlerle, bazen milyonla sayılmaktadır. Üçüncüsü, petrol rantının Kaddafi tarafından aşiretlerin sadakatinin bağlılığını satın almak amacıyla dağıtılması, bu kapitalizm öncesi toplumsal yapının gücünün bir ölçüde muhafaza edilmesini sağlamıştır.

İşte şimdi Arap devriminin girdiği ilk petrol zengini ülkede gösterdiği sapma, büyük ölçüde bu özelliklerden etkileniyor. Libya’da isyan bir proleter ayaklanmasından ziyade, aşiretler ve bölgelerin hakim sınıfları arasında bir hesaplaşmanın damgasını taşıyor. Bu, elbette Libya işçi sınıfının bu ayaklanmada hiçbir payı olmadığı anlamına gelmiyor. Bunu söyleyebilmek için elimizdeki bilgiler çok sınırlı. Üstelik Tunus ve Mısır deneyimlerinden (ve daha eski sayısız örnekten) biliyoruz ki uluslararası burjuva medyası bu devrimlerin hepsinin sınıf karakterini gizlemeye çalışıyor (internet devrimi, küreselleşmeye ayak uydurmak isteyen orta sınıflar vb. vb.) Libya’nın bir proletaryası elbette var. Petrol sektörünün, altyapının işletilmesinin yanı sıra, deriden tekstile, gıdadan inşaat malzemelerine bir dizi sektörde çalışan Libyalı işçiler var. Bunun da ötesinde Libya, toprağının büyük bölümü çöl olduğu için son derecede yüksek kentleşme yaşamış bir ülke. Nüfusunun % 80’ine yakını kentlerde oturan bir ülkede, ne yaparsanız yapın hizmetler sektöründe bir proleterleşme mutlaka yaşanacaktır. “Kaddafi petrol gelirini bütün halka dağıtıyor” türü laflar, efsanedir. Libya bir sınıflı toplumdur, işçi sınıfına bedava cennet vermez. Bugün ülkede yüksek derecede işsizlik vardır (işsizliğin % 30’a kadar yükseldiğini ileri sürenler var) ve bu başka ülkelerin müteahhit firmalarının şantiyelerinde çalışan yabancı işçilere gösterilen sert tepkileri bir ölçüde anlaşılır kılmaktadır.

Ancak, petrol rantiyesi devlet, birazdan ele alacağımız “sosyalist” yönelişin de etkisiyle, halkın bazı asgari ihtiyaçlarına karşılık verecek önlemleri de onyıllar üzerinden geliştirmiştir. İnsani Kalkınma Endeksi bakımından Libya dünyada 51., Afrika’da ise ilk sırada yer alır. (Türkiye’nin 83. sırada yer aldığını hatırlatmak karşılaştırma bakımından anlamlı olabilir.) Parasız eğitim ve sağlık, ucuz konut gibi alanlarda Libya birçok Arap ülkesinden ileridedir. Bu yüzden de bugünkü iç savaşın işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları açısından ne getirip ne götüreceği dikkatle izlenmesi gereken bir şeydir.

Libya “sosyalist” mi?

Kaddafi’nin 1969 yılında askeri darbe ile başa geçerek kurduğu rejimin 1977’de “Büyük Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyyesi” adını taşıması, Kaddafi’nin isyanı bir “Amerikan oyunu” olarak niteleyerek Libya’nın yeni bir Irak, Afganistan veya Somali yapılmaya çalışıldığını ileri sürmesi, halk arasında ve solun tabanında bazı kafa karışıklıkları yaratıyor. Bu konuya da kısaca değinmek yararlı olacak.

Libya’daki rejimin kendisine “sosyalist” adını vermesinin ardındaki dinamik, Arap dünyasında “burjuva devrimi” nitelemesine en fazla yaklaşan, bütün bir tarihsel döneme damgasını vuran bir atılımın sonucudur. Libya’nın dinamiklerinden ziyade Arap ülkelerinde yaşanan bir uluslararası dalganın ürünüdür. Bu konuya ileride başka yazılarda döneceğimiz için meseleyi burada kısaca ele alacağız.

Kaddafi ve subay arkadaşlarının Kral İdris’e karşı gerçekleştirdiği 1 Eylül 1969 darbesinin kendisi bu dalganın bir parçası, belki de son örneği idi. Atılımın kendisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya çapındaki dekolonizasyon dalgası bağlamında Arap dünyasında ortaya çıkan, sömürgecilik karşıtı, laiklik yönelişli, halk kitlelerini gözeten, Arap ulusal birliğini hedefleyen bir siyasi hareketlenme idi. Mısır’da 1952 devrimi ile başladı, Nasır’ın 1954’te iktidarın iplerini ele alışı ile derinleşti. Cezayir’de 1954’te başlayan (ve 1962’de Fransa’dan bağımsızlığın elde edilmesiyle zaferle sonuçlanan) ulusal kurtuluş savaşıyla yayılmaya başladı. Irak’ta 1958 devrimiyle kralın devrilmesi, Suriye’de Baas’ın iktidara geçişi, Kuzey Yemen’de 1962 devrimiyle İmam’ın devrilmesi, Güney Yemen’de 1967’de Britanya sömürgecilerinin ülkeden kovulması ile bütün Ortadoğu’ya yayıldı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün silahlı mücadeleye girmesiyle emperyalizmin Ortadoğu’daki kalesi İsrail’i karşısına aldı. İşte Kaddafi’nin 1969 darbesi bu uzun zincirin son halkasıdır.

Bu dalga içinde ortaya çıkan rejimler sömürgeciliğe ve krallıklara son verdiler, Arap dünyasında bağımsız ulusal devletlere ve cumhuriyete giden yolu açtılar. İslamın siyasi hayat üzerindeki hakimiyetine karşı değişen derecelerde bir laik devlet kurmaya çalıştılar. Sömürgecilik karşıtlıkları dolayısıyla emperyalizmle çelişki içine girdiler; bu yüzden Sovyetler Birliği ile ittifak kurdular. Bunun da etkisiyle, işçi, köylü ve emekçilere yönelik korumacı politikalar uyguladılar. Sömürgeci dönemden kalma sosyo-ekonomik yapılarla ve yerleşik çıkarlarla mücadele içine girmek zorunda kaldılar. Devletleştirmelere gittiler, ekonomik kalkınmayı kamu sektörünün öncülüğünde gerçekleştirmeye çalıştılar. İşçilere olanaklar tanıdılar, gerçek bir halk devriminin ürünü olan Cezayir’de “özyönetim” deneyleri yaptılar, kırda kooperatifleri geliştirmeye çalıştılar. İşte Libya’da da Kaddafi’nin rejimi bu tür politikalar uyguladı.

Arap milliyetçiliği gerçekte bir burjuva hareketi olduğu halde, Sovyetler Birliği ile ittifakı dolayısıyla kendine “Arap sosyalizmi” adını verdi. “Arap sosyalizmi” gerçek komünizme şiddetle düşmandı ve birçok ülkede “komünist” adını taşıyan partilere ağır baskılar uyguladı. İşte Kaddafi’nin rejiminin tarihsel gelişmesini bu çerçevede okumak gerekir.

“Arap sosyalizmi” Nasır’ın 1970’teki ölümünden itibaren soluğunu yitirdi. Zamanla modelin öncüsü Mısır ve Cezayir başta olmak üzere, özel mülkiyet ve özel sektör temelli bir ekonomi ön plana geçti. Bu ülkeler emperyalizmle barıştılar. O kadar ki, Mısır, Nasır’dan sonraki ilk cumhurbaşkanı Enver Sedat döneminde, gerici Suudi Arabistan’dan bile hızlı davranarak Camp David Anlaşması (1978) ve İsrail ile imzalanan antlaşma(1979) temelinde İsrail’i tanıyan ilk Arap devleti oldu! Mübarek de onun politikasını sonuna kadar sürdürdü.

Kaddafi, bir deli ve bir megalomanyak olarak uluslararası alanda kendini yalnızlaştırdığı için emperyalizmle daha geç barıştı. Ama son yıllarda bu barışma çok ileri evrelere ulaşmış durumda. Libya’nın, eski sömürgeci güç İtalya ile 2008 Ağustos’unda imzaladığı Dostluk Antlaşması, Kaddafi’nin Avrupa emperyalizmi ile kucaklaşmasında yepyeni bir evre oluşturuyor. Bugün Kaddafi ailesinin özel yatırımları da, Libya devlet yatırım fonu Libyan Investment Authority (LIA) aracılığıyla çeşitli ülkelere yapılmış 70 milyar dolar yatırım da bu kucaklaşmanın ekonomik altyapısını oluşturuyor. Son yıllarda özellikle İtalyan finans kapitali ile Libya rejimi arasında müthiş bir ilişki ağı oluşmuş durumda. İtalyan tekelci sermayesi Libya’da dev yatırımlara sahip. Petrol şirketi ENI’nin yanı sıra, Finmeccanica Libya’da helikopter üretme hazırlığında, Ansaldo demiryolları sinyalizasyonunu hazırlıyor, Impregilio Tunus sınırında Mısır sınırına kadar bir otoyol inşa edecek. LIA, çeşitli İtalyan şirket ve bankalarının hissedarı. Örneğin, Finmeccanica’nın İtalyan devletinden sonra en büyük hissedarı bu yatırım fonu. Kaddafi aynı zamanda bizim Koç’un da “hısmı” sayılır. Koç Holding’in bankası Yapı Kredi’nin ortağı UniCredit’in % 7,5 hissesi Kaddafi’nin yatırım fonunun elinde!

Tabii, bu tür bağlar başka bir dizi karmaşık ilişkiye de yol açıyor. Örneğin, Pirelli’nin Yönetim Kurulu Başkanı Marco Tronchetti Provera, hem LIA’nın danışma kurulunda görevli, hem de İtalya’daki Libya yatırımlarının aracısı konumunda olan Mediobanca’nın başkan yardımcısı. Üniversiteyi önemseyenler için de güzel bir örnek vaka: Libya’daki iç savaşta Kaddafi’nin yaptığı katliam ünlü London School of Economics (LSE) öğrencilerince sert şekilde protesto edildi. Nedeni, Kaddafi Uluslararası Hayır ve Kalkınma Vakfı’nın üniversitenin Kuzey Afrika programına 1,5 milyon sterlin bağışta bulunmuş olması. O Kuzey Afrika programında Libya konusunda nasıl “tarafsız” ve “objektif” araştırmalar yapılıyordur ama!

Toparlamak gerekirse, Libya hiçbir zaman “sosyalist” olmamıştır. Son yıllarda ise emperyalizmle derinden bir kaynaşma içine girmiş bir rejimdir.

Libyalıları kan denizinde boğan rejime karşı çıkalım!

Bütün bunlar gösteriyor ki, Libya’da Tunus ve Mısır’dan farklı bir oluşum ile karşı karşıyayız. Libya rejimi ilerici olduğu veya Kaddafi ABD tarafından devrilmek istendiği için değil, Libya’daki isyan ve iç savaş, önceki iki Arap ayaklanmasından farklı olarak henüz belirgin bir sınıf karakteri taşımadığı, hakim sınıflar içi bir hesaplaşma sinyalleri verdiği için.

Buna rağmen, Libya’yı 42 yıldır istibdadı altında tutan şarlatan Kaddafi’nin ve oğullarının halkı bir kan denizinde boğma çabalarına karşı isyanın yanında yer almamız ve Libya’da oluk oluk akan kanın bir an evvel durması için elimizden geleni yapmamız gerekir. Elbette, başta Mısırlı ve Tunuslu devrimciler olmak üzere, bütün dünyanın devrimcilerinin görevi, Libya isyanında işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler lehine gelişmeler uğruna mücadele eden bütün unsurları arayıp bulmak, elimizi onlara uzatmak ve isyanın sınıf karakterinin gelişmesi için ne yapılması gerekiyorsa yapmaktır.