Deniz Gezmiş ve arkadaşları: Türkiye'nin Che Guevara'ları

Deniz, Mahir, Sinan ve ötekiler her şeyden önce 1968'in devasa öğrenci hareketinin pratik ve siyasi önderleriydi. 1968 kuşağının cisimleştirdiği en iyi şeyleri temsil ediyorlardı: isyanı, gözüpekliği, fedakârlığı, dayanışmayı, yoldaşlığı, özü ve sözü bir olmayı, dünyaya açık olmayı.

 

Biz dünyaya şunu söylemiyoruz: "Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir; gerçek mücadele sloganını biz size vereceğiz." Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini ve bilincin, o istese de istemese de, kazanılması zorunlu olan bir şey olduğunu gösteriyoruz. (Karl Marx, Ruge'ye mektup, 1943)

18 Mayıs İbrahim Kaypakkaya'nın Diyarbakır'da polis işkencesi altında hayatını yitirdiği günün yıldönümü. 6 Mayıs 2008, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın 12 Mart askeri diktatörlüğü tarafından asılarak idam edildiği tarihin 36. yıldönümü. Bu tarihten sadece otuz beş gün önce, 30 Mart 1972'de, Deniz'leri kurtarmak için emperyalist bir üsten asker kaçıran Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere'de katledilmişlerdi. Bu olaylardan bir süre önce ise, Sinan Cemgil ve bazı arkadaşları Nurhak'ta bir kuşatma sonucunda öldürülmüşlerdi. Bütün bunlar, "Hatırla Sevgili" başlıklı dizi dolayısıyla toplumun büyük kitlelerince yeniden hatırlandı veya ilk kez öğrenildi. Şimdi sayısız genç insan Deniz Gezmiş'e, Mahir Çayan'a ve ötekilere duyduğu hayranlık dolayısıyla politikaya ısınıyor. Öyleyse, Deniz, Mahir ve ötekilerin Türkiye tarihinde ve Türkiye devrimci hareketinin gelişiminde neyi temsil ettiklerini iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü bugün "ulusalcılık" adına solun değerlerine musallat olanlar, 1968 gençliğinin ve 1971 devrimci atılımının mirasını da hoyratça kullanmaya çalışıyorlar. Çünkü Deniz'in veya Mahir'in kurduğu siyasi geleneklerden geldikleri halde bugün devrimi sadece törenlerde hatırlayanlar hâlâ onların izleyicileri imiş gibi davranıyorlar. Buna karşılık devrim fikrinde ısrar ettikleri halde Deniz'lerin yöntemlerinin yanlış olduğunu, Türkiye topraklarına ve o günün koşullarına hiç uymadığını düşünenler, onlara "küçük burjuva devrimcileri" olarak sırtlarını dönüyorlar. Onun için Deniz, Mahir ve ("Hatırla Sevgili" dizisinde ele alınmadığı için bugünlerde onlarla birlikte adı anılmayan) İbrahim Kaypakkaya'nın neyi temsil ettiğini iyi anlamalıyız.

Sosyalist hareketin devrimci virajı

Deniz, Mahir, Sinan ve ötekiler her şeyden önce 1968'in devasa öğrenci hareketinin pratik ve siyasi önderleriydi. 1968 kuşağının cisimleştirdiği en iyi şeyleri temsil ediyorlardı: isyanı, gözüpekliği, fedakârlığı, dayanışmayı, yoldaşlığı, özü ve sözü bir olmayı, dünyaya açık olmayı. Ama onları değerli kılan daha da önemli şeyler vardı. 1968 öğrenci kuşağı Türkiye'nin ve devrimci hareketinin tarihinde özel bir yer tutuyordu. Bu öğrenci kuşağı Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) içinden yetişti. 1965'te kurdukları ilk örgüt Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) da esas olarak TİP doğrultusunda politika yürütüyordu. FKF, gençliği Kemalist kadroların hakimiyeti altındaki örgütlerden (TMGT, TMTF vb.) kurtararak sosyalist bir doğrultuda örgütlemek bakımından da büyük önem taşıyordu. Ama TİP'in ve FKF'nin sınırları 1968'den itibaren mücadelenin önünde bir engel haline gelecekti.

Öğrenci hareketi militanlaştıkça, TİP ve onun doğrultusunu benimseyen kadrolar hareketi partinin önceden tanımlanmış, katı parlamentarist kurallarla sınırları çizilmiş yoluna geri çekmeye yöneldiler. TİP işçilere ve köylülere sosyalizm fikrini ilk kez kitlesel düzeyde taşımak bakımından  çok önemli bir deneyimdi. Ama yönetici kadroları Sovyet bürokrasisinin etkisi altında çoktan reformistleşmiş, ufukları düzen içinde mücadeleyle sınırlanmış, devrimci ateşlerini yitirmiş kadrolardı. 1968'in önemini anlayamadılar. Türkiye'de sadece öğrencilerde değil işçi sınıfında da devrimci bir yükselişin söz konusu olduğunu görmek için dünyaya devrimci bir gözle bakıyor olmak gerekiyordu. Aynen Mayıs 68 Fransa'sında fabrika işgallerine dayanan 10 milyonluk genel grevi bir an önce bitirmek isteyen aynı Sovyet Stalinizmi geleneğinden Fransız Komünist Partisi bürokratları gibi, gençliği gemlemeye çalıştılar. Gençlik önderlerinin TİP'ten kopmaya yönelmesi, FKF'nin Dev-Genç'e dönüşmesi ve partiden bağımsızlaşması işte bu kendiliğinden devrimci yükselişin reformizmin sınırlarıyla çelişkiye girmesindendir. 1968 gençliği Türkiye'de Sovyet Stalinizminin sosyalist hareket üzerindeki hegemonyasına ilk darbeyi vurmuş kuşaktır. 1971 devrimciliğinin, benimsediği strateji ne kadar yanlış olursa olsun, birinci anlamı budur.

Kemalist kozadan bağımsızlaşma

1968 gençliği, TİP reformizminden koparken ne yazık ki TİP'in dışında var olan etkili sol odak, örneğin bir devrimci Marksist akım değil, cuntacı (yani devletin ordusunun sözde ilerici subaylarıyla birlikte darbe planları yapan) küçük burjuva solcularıyla işbirliği halindeki bir başka Stalinist akımdı. Bu yüzdendir ki (Kaypakkaya hariç) Deniz'ler ve Mahir'ler sonuna kadar bütünüyle sol cuntacılığın ve Kemalist hareketin sembollerinden kurtulamadılar. Bu eleştirilmelidir. Ancak yepyeni ve arayış içinde olan bir devrimci kuşağı, içinden geldikleri koşullara hiç dikkat etmeden, Kemalist yaklaşımlardan derhal kopamadıkları için eleştirmek doğrudur, ama sürecin ne yönde gelişmekte olduğunu tespit ederek. Marksizmin yöntemi gelişmeleri tarihsel diyalektiği içine yerleştirerek değerlendirmektir. Bu açıdan bakıldığında, Deniz'ler ve Mahir'lerin (ve daha da belirgin biçimde İbrahim Kaypakkaya'nın) belirli tereddütlerden sonra, sadece Doğan Avcıoğlu cuntacılığından değil, Mihri Belli'nin devrimci hareketi cuntacılığın peşine takan politikasından da koptukları ayan beyan ortadadır. Avcıoğlu ve Belli, devrimci hareketi sözde ilerici 9 Mart cuntasının yedek gücü olarak görüyorlardı. Oysa Deniz'lerin kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ordunun karşısına bir başka ordu ile çıkıyordu. Aynen Mahir'lerin kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi gibi. 1968 gençliği Kemalizmden pratikte kopmuştu. Burjuva devletinin kulvarlarında devrimcilik arayacağına devletin karşısına silahla çıkmıştı!

Bugün "ulusalcı" kanadın ve sözde 68'lileri temsil eden vakıfların Deniz'i bir "ulusalcı" gibi sunma çabası tahrifatın en ağır türündendir. İşçi Mücadelesi geçen sayısında Deniz'in idama giderken "Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!" diye haykırdığını yazmıştı. Deniz'in 1968 sonunda katılmış olduğu Samsun-Ankara Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü pişirip pişirip öne sürenler, birincisi bunun Deniz'in erken bir gelişme aşamasında yaptığı bir eylem olduğunu, sonradan bu yönelişi aştığını gözlerden saklıyorlar. O yönelişle ölüme giderken Türk-Kürt kardeşliğini yüceltmek arasındaki karşıtlık ortada değil mi? İkincisi, şu soruya mutlaka cevap vermeliler: bu yürüyüş neden planlandığı gibi 10 Kasım'da Antıkabir'de değil de 8 Kasım'da Mamak'ta son bulmuştur? Cevabı hatırlatalım: Kemalistlerin önderleri Ankara sokaklarında "Kahrolsun Amerika!" sloganının atılmasını kabul etmemişlerdir de ondan. Onlar 27 Mayıs 1960 sabahı iktidarı ele alırken açıklamalarında telaşla "NATO ve CENTO'ya bağlıyız" diyenlerdir. Deniz ise arkadaşlarıyla birlikte daha üç ay önce, 27 Temmuz'da 6. Filo'nun askerlerini İstanbul Dolmabahçe'de denize dökmüştür!

Che Guevara'nın yanlışlarını almak

TİP'in reformizminden ve bir proletarya partisi kurmak yerine cuntacıların peşine takılmayı tercih eden Mihri Belli çizgisinden kopan bu gencecik insanlar, macerayı sevdikleri için ya da kitleleri küçümsediklerinden değil, o dönemde bürokratik kemikleşmeden kopuşun bayrağı Che Guevara'nın yolu gibi göründüğü için gerilla mücadelesine girmişlerdir. Kim 1968 kuşağının kitleleri önemsemediğini söyleyebilir? Sayısız işçi eylemine destek veren, toprak işgallerinde ve "üretici mitingleri"nde köylülerin yanı başında yer alan onlar değil midir? Rahatça iddia edilebilir ki, 1968 kuşağının oluşumunda işçi ve köylülere ilgi, daha sonraki gençlik kuşaklarının hiçbirinden aşağı kalmaz. Ama onlar niyeti gerçekten devrim yapmak olan her devrimcinin yapması gerektiği gibi bir devrimci strateji arayışı içindeydiler. Eski kuşak onları düş kırıklığına uğratmıştı. Onlar da büyük devrimci Che'nin en büyük hatasına sarıldılar. Gerillanın her ülkeye her koşulda uyacak bir strateji olarak sunulmasının ne kadar yanlış olduğunu Che'nin başka bakımlardan büyüklüğünden dolayı anlayamadılar. 15-16 Haziran 1970'teki işçi isyanını bile yanlış okuyarak halkın isyan etmeye hazır olduğunu, bunun için Mahir'in deyimiyle "suni denge"nin kırılmasının gerekli olduğu sonucunu çıkardılar. İşçi sınıfının içinde kökleşmiş bir partiye ihtiyaç olduğunu anlayamadılar. İşte büyük trajedileri buydu. 70'li yıllarda işçi sınıfının partisi konusunda onların bıraktığı boşluk CHP kuyrukçusu TKP'nin eline kaldığı için bu aynı zamanda Türkiye solunun trajedisi oldu.

Deniz'lerin, Mahir'lerin ve ötekilerin hatalarını "küçük burjuva" olmakla açıklamak, eski kuşağın suçunu ve Stalinizmin dünya komünist hareketini getirdiği yerin bu gelişmedeki sorumluluğunu gözlerden saklamak olur. 1968 bir devrimci yükselişti. Her kim ki, Marx'ın söylediğinden farklı olarak Deniz'lere ve Mahir'lere "Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir" derse, o devrimci bir ruha sahip değildir. Marksist devrimcinin görevi, onların izleyicilerine "dünyanın gerçekte ne için mücadele ettiğini" anlatmaktır, o mücadeleye sırtını dönmek değil!